Bu hafta mustazaflar haftasıdır. Yeryüzü zalimlerinin çirkin yüzlerini ortaya koyma ve mazlumlara yapılan zulmü anlatma haftasıdır. Evet, bazı kelimelerin telaffuzu ağırdır. Telaffuzu ağır olduğu gibi ihtiva ettiği manaları da ağır olur. Bu yönüyle mustazaflar kelimesinin hem telaffuzu hem de derin anlamı açısından ağırdır. Kur’an-ı Kerim’de Mustazaflar kelimesi dört şekilde işaret edilmiştir.
Birincisi: Aciz olanlar; hasta olanlar, ihtiyarlar gibi muhtaç olanlara işaret ediliyor.
İkincisi: Hakları elinden alınmış olanlar fakat kendisinin farkında olmayanlar; bunlar var olan sistemin getirdikleriyle tüm değerlerini kaybettikleri halde bunun farkında olmayanlardır. Gelenekleri, dilleri, inançları ellerinden alınmış bu mustazaflar orta sınıf bir hayat yaşadıkları için kaybettiklerinin farkında olmayanlardır.
Üçüncüsü: Elinden alınmış değerlerin farkında olanlar ama irade göstermeyenlerdir. Bunlar kendilerine yapılan haksızlığı ve zulmü görmelerine rağmen kendilerini kuvvetsiz gören ve “biz ne yapabiliriz ki” diyen mustazaflardır.
Dördüncüsü: Gasp edilmiş haklarının farkında olan ve imkânsızlıklar içerisinde imkân üreten mustazaflardır. Aslında asıl konumuzu kapsayan ve işaret etmek istediğimiz bu dördüncü kesimdir. Çünkü bunlar çaresizlik içerisinde çare üretmeye çalışanlar ve bu konuda irade gösterenlerdir. Kur’an-ı Kerim’de övülen mustazaflar bunlardır. Bu konumda olanlara bir göz atalım:
Bu özelliği taşıyan ve Kasas süresinin işaret ettiği bu kişiler kimlerdir? Haklarını arayan mustazaflar kimlerdir? Övgüyü hak eden ve onlara atıfta bulunan Yüce Allah’ın “onları yeryüzünün varisleri bırakmak” (Kasas/5-6) istediği kişiler kimlerdir? Onların karakterleri nasıldır? Öncelikle şunu ifade edelim ki bunların en bariz özelliği irade göstermeleridir. İmkânsızlıklar içerisinde de olsa imkân yaratmaya çalışanlardır. Bu konuda hem olaylar açısından hem de şahıslar bazında yüzlerce örnek verilebilir. Ancak bunların hepsini ele almamız mümkün değildir. Fakat bu konumdaki tüm mustazaflara ayine darlık edecek birkaç hadiseyi aktaralım:
Bunlardan bir tanesi ümmete mal olmuş Filistin mustazaflarıdır. Zulme uğramış olan bu insanlar imkânsızlıklar içerisinde imkân üreten ve bu kıt imkânlarla Siyonist İsrail’e karşı direnenlerdir. Bunlar tüm ümmet adına Mescid-i Aksa’ya sahiplik eden ve bu yolda her şeylerini feda etmiş ve hala buna devam eden mazlum Filistin halkıdır. Ellerinde sapan taşlarıyla en modern silahlara karşı mücadele eden bu insanlar, imkân üretme gayretinde olmayan tüm Müslümanlara en güzel dersi vermekteler. Filistin davasını birkaç sayfaya sığdırmak mümkün değildir. Ancak Filistin davasını Şeyh Ahmet Yasin’in şahsında dile getirebiliriz. Çünkü Filistin davası, Şeyh Ahmet Yasin’in mücessem halidir. İmkânsızlıklar içerisinde kararlılık gösterme numunesidir. Şeyh Ahmet Yasin felçli ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğu halde umutsuz olmamış ve imkânsızlıklar içerisinde imkân oluşturmuştur. Elindeki kıt imkânlara rağmen Siyonist İsrail’e karşı en güzel mücadeleyi vermiştir. Ta ki Siyonist İsrail insanlık suçu olan bir yöntemle ona saldırmıştır. İhtiyar ve felçli bir insanı sabah namazında camiden çıkarken attığı füzeyle parçalama zilletine düşmüştür.
Filistin davasını ve Şeyh Ahmet Yasin’i anlama babında hayatından bir anekdot aktaralım: Birkaç sefer cezaevine giren şeyh Ahmet Yasin esir takasıyla bırakılacaktı. Fakat çıkması için İsrail’in mahkeme kurallarını yerine getirmesi gerekiyordu. 1991 senesinde İsrail tarafından mahkemeye çıkarıldığında, kukla hâkimlerin sorularına şu tarihi cevabı veriyordu. “Siz meşru bir mahkeme değilsiniz ki sizin sorularınıza cevap vereyim. Siz işgalcisiniz ve sizi devlet olarak kabul etmiyorum. Olmayan bir devletin mahkemesi beni yargılayamaz” diyordu. Bu ifadeden sonra bırakılması ertelenmişti. Uzun bir aradan sonra tekrar mahkemeye çıkarılan Şeyh Ahmet Yasin müebbet hapse mahkûm ediliyordu… Aradan tam sekiz sene geçmiş. Filistin eylemleri, dünya kamuoyunun baskısı ve onun hastalığı birleşince Siyonist İsrail yeniden onu bırakma kararı aldı. Fakat Siyonist İsrail bir hile peşindeydi. Tahliyesi karşılığında Şeyh Ahmet Yasin’e getirdikleri metinde, İsrail’in meşru bir devlet olduğunu kabul etme şartı yazılıydı. Şeyh Ahmet Yasin onlara gülüyor ve diyor ki, “Eğer yüz yılda cezaevinde kalsam sizin bu metninize imza atmam. Çünkü siz gayri meşru bir devletsiniz” cevabını veriyordu. İsrail istediğini alamayınca birkaç gün sonra metni yumuşatarak Şeyh Ahmet Yasin’e tekrar geldiler. Bu seferde bırakılması karşılığında kendi devletlerinin “özerk” olarak kabul edilmesini teklif ediyorlardı. Şeyh Ahmet Yasin bunların umudunu tümden bitirmek için şu tarihi sözleri söylüyordu. “Eğer siz benim bırakılmam karşılığında dışarda sadece karpuz yememi yasaklasanız dahi bunu kabul etmeyeceğim” diyerek onlara meydan okudu.
Şeyh Ahmet Yasin’in duruşunu burada aktarmamızın nedeni, imkânsızlıklar içerisinde mustazaf olup irade gösteren kişilerin duruşunu resmetmek içindir. Bu konuda felçli olan ve sekiz sene çok zor şartlarda cezaevinde kalmasına rağmen Şeyh Ahmet Yasin’in gösterdiği duruş ve kararlılığın ortaya çıkardığı sonuçlardır. Ben ne yapabilirim? demenin ötesinde her imkanı ve kararlılığı resmetmektir onunkisi. Bunun içindir ki Filistin davasının saflarında büyüyen gençler, imkânsızlıkları bahane göstermez ve elindeki kıt imkânlarla en güzel şekilde mücadele etmekteler. Bundan dolayıdır ki koca tanklara karşı elindeki taşı sıkı tutarak tankı vurmaya çalışırlar. İşte asıl övülen mustazaflar bunlardır, imkânsızlıklar içerisinde imkân üretip kıt imkânlarla mücadele edenlerdir.
Bunun içindir ki Şeyh Ahmet Yasin, vasiyet olarak yazdığı mektubunda ümmeti Allah’a şikâyet etmiştir. Elinde imkân olanları ve bu imkânlarını kullanmayanları Allah’a şikâyet etmiştir. Bunun içindir ki rehavete kapılıp imkân potansiyeli olup da imkân yaratmayan Müslümanları Allah’a şikâyet etmiştir. Bunun içindir ki “ben ne yapabilirim, elimden bir şey gelmez” diyen ve rahatını bozmayan kişileri Allah’a şikâyet etmiştir… (Halepçe’yle devam edecek)