O, garip bir adamdı. Dünyada garip olmak… Nasıl bir duygu acaba? Hani bir garip gibi ol yolculuğunda demişti efendiler efendisi. Yokluk, açlık ve sefaletin her çeşidini tatmıştı… Yıllar, yılları kovalayıp durmuştu. Ardından doğduğu topraklara da veda etmişti. Garipliğin üstüne gurbetlik de eklenmişti. Gözleri ötelere ta ötelere dikilmiş, ruh dünyasını imar ve ihya edecek irfan mühendisini aramaya koyulmuştu. Nihayet aradığını bulmuştu.
Aradığını bulduktan sonra emanet bildi hayatı. Asla güvenip bağlanmadı. Emanetin sahibine sabah akşam hamd ederek acizliğini, kimsesizliğini, zayıflığını iletti. Doğruluğu hazine bildi. Doğruluktan yana onurlu bir duruşla, onurlu bir yürüyüşle saçlarına, sakallarına toprağın bereketini kına yaptı. En vazgeçilmez yanı acılar idi. Acıları katık yapmıştı aşına adeta. Dünyanın düzenbazlığına, insanların vefasızlığına aldırmadan iyilikleri büyüttü her daim koynunda. Münzevi bir mirastan başka bir şey bırakmadı geride.
Bu yüzden ardına bakmadan yürüdü. Tevhidle yürüdü, tevhid okudu, tevhide çağırdı. Damarlarında tevhidin kutlu sesi yüreklere ümit, ışık ve liman oldu. İblis’in sinsi hileleri işe yaramadı. İhlâsından ödün vermeden imanın kalesini yükseltmeye devam etti. Suskunluk en güzel eylemidir onun. İnsanlara inat bozmuyor suskunluğunu ve de edebini. İnanç, en kuvvetli yanı… Fırtınadan arta kalan hayatın tehditkâr akışına kapılmadan dosta, dostun en vefalısına yürüyor. Çoğu zaman topal bir karınca, bazen de kanadı kırık bir kelebek gibi yol alır. Yol uzun, yol zikzaklı… Belki de bu yönüyle şehrin en sıra dışı adamı. Ama adam gibi adam…
Çünkü o, kardeşleriyle ağlamayı bilen, dualarıyla semaları zorlayan insandır. Bu yüzden olsa gerektir ki her geçen gün yalnızlığı artıyordu, nefes almakta zorlanıyordu. Yüreğindeki çile kartopu gibi katlanıyordu. Ona hayat veren tevhid bilinciydi. Hayatını tevhid bilinci çerçevesinde ikame eder, hakikat yolunda aşka pervane olurdu. Aşk, ona yüce erenlerden kalmış en güzel, en kutsal bir mirastı. Bu nedenledir ki en büyük fırtınalar bile sarsamıyordu istikametini.
Ve ben o adamı anlamaya çalıştım. O kimdir, ben kimim? O istikamet nümunesi Selman-ı Farisi üzerinden baktım kendi halime. Baktım ve durdum, düşündüm enine boyuna ve derin derin… Bakıyorum kendime ve hesaba çekiyorum zalim nefsimi. Eyvah, neredeyim ne haldeyim? İnandıklarım beni yüklerimden azat etmiyor. Neden? Eksik olan ne? Oysaki o, kendini aşmış, kamburları sırtından atmış, umutla ve sarsılmaz bir inançla hakikati kovalayan mütevekkil bir ruh ile teslimiyeti taşıdı çağa. Bu çok sevecen dünyadan Rahman’a adanmış hüzünlü bir derviş çıkardı. Ne akıl anladı ne de iblis başardı. Ey Kutlu Derviş, ne mutlu sana ki dünya yüklerinden sırtını kamburlaştırmadan ve Rahman’dan başkasına da tutsak olmadan yürüdün. Ne güzel bir yürüyüştü senin yürüyüşün ey Kutlu Derviş. Sen kimsin, ben kimim?