Takvimler 15 Mart 2019 tarihini gösterdiğinde tüm dünyayı dehşete düşüren bir haber dünya medyasında duyuldu. Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki Nur ve Linwood camilerinde Cuma namazı kılan Müslümanlar İslam düşmanı bir cani tarafından otomatik silahlarla taranmış, bu vahşi saldırı neticesinde camide namaz kılan 51 Müslüman şehit olurken 49 Müslüman ise yaralanmıştı. Camide namaz kılan masum ve korumasız insanları otomatik silahlarla tarayacak ve bu vahşi saldırıyı sosyal medya platformları üzerinden canlı yayınlayacak kadar gözü dönen terörist Brenton Tarrant’tı. Ancak bu suçu ona işleten, Müslümanlara karşı bu denli kin ve nefret beslemesine neden olan şey batılı ülkelerce siyasi bir ideolojiye dönüştürülen İslam/Müslüman karşıtlığıydı.
Saldırı esansında kullandığı silahın üzerinde yaptığı katliamın iham kaynağı olan ve daha önce dünyanın farklı yerlerinde Müslümanların kanına girmiş teröristlerin isimlerini yazan terörist Brenton saldırı sonrası yayınladığı bildiri de “Sizi öldürür ve topraklarımızdan süreriz. 'Kostantinopolis'e gelecek ve bütün camiler ile minareleri yıkacağız. Ayasofya'yı minarelerden kurtaracağız. İstanbul bir kez daha Hristiyan toprağı olacak." sözleri ile İslam karşıtlığı ideolojisinin Müslümanlar için ne denli tehlike arz ettiğini gözler önüne sermekteydi.
Terörist eylemlere neden olacak boyutlara ulaşan İslam karşıtlığı düşüncesi; Müslümanları dışlayan, onları küçük gören ve hatta Brenton gibi teröristlerce yok edilmesi gereken kişiler olarak görmektedir. İslam karşıtlığı ırkçı bir düşüncedir ancak inanca yönelik bir ırkçılık olduğu için daha tehlikeli neticeler doğurabilmektedir. Müslümanlar için bu denli tehlikeli bir hale gelen İslam karşıtlığı’nı daha yakından tanımaya çalışalım.
Irkçılık denildiği vakit hepimizin aklına ilk gelen şey “zenciler”e yapılan ayrımcılık olacaktır. Bunun nedeni çok yakın bir döneme kadar “beyazlar”ın siyah tenli insanlara karşı göstermiş olduğu gayri insani ve gayri ahlaki sert tutumdur. Ama maalesef ki ırkçılık sadece bundan ibaret bir şey değildir. Zira Habil ve Kabil’den bu yana insanlar arasında farklı sebeplerden dolayı ötekileştirme, yabancılaştırma ve ayrıştırma gibi davranışlar olmuş, bu davranışların ileri boyutlara taşınması ile de insan onuruna yakışmayacak olumsuzluklar yaşanmıştır.
Arapça bir kelime olan ve "bitkinin kökü, köken, damar, ata, soy" gibi anlamlara gelen ırk kelimesi İslami dönemde daha çok kabilecilik anlamında kullanılan “asabiyet” kelimesi ile ifade edilmiş, batı dillerinde ise “Rasse, race” olarak kullanılmıştır.
Batı dillerinde kullanılan bu terimler ırkı insanın temel belirleyici özelliği olarak tanımlar. Bu tanım doğrultusunda ırk, belirli grupların başka gruplara üstünlüğünün temel sebebi olabilir. Modern sosyal bilimlerde ırk kavramı bir insan türünün biyolojik olarak farklılaşan gruplarını ifade eder (Beyaz, siyah, sarı vs.) İkinci olarak bir etnik grubu ifade eder (Slav ırkı, Cermen ırkı) Üçüncü olarak da belli bir sosyokültürel grubu ifade eder (Hristiyan, Hindu, Müslüman, Yahudi). Diğer dinlerin hiçbirinde kendini üstün görmek yokken Yahudilikte, İsrailoğulları seçilmiş ırk olarak görülür. İsrail’in tüm dünyanın gözünün içine baka baka Filistin ve Kudüs’ü işgal etmesinin ve orada yaptığı zulümlerinin başlıca nedeni bu üstünlük anlayışıdır.
Kendini seçilmiş olarak görmek bir öğreti olarak sadece Yahudilikte olsa bile insan fıtratında şeytani bir duygu olarak yer edinen kendini üstün görme anlayışı zamanla duygudan öte bir inanca, devletler nezdinde ise siyasi bir politikaya dönüştü. Bu anlayışın toplumlar arasına yerleşmesi ile birlikte toplumu ayakta tutan kardeşlik, merhamet, birlikte yaşama kültürü, saygı ve sevgi gibi dinamikler ortadan kalktı. Bu dinamiklerin ortan kalmasıyla birlikte ise ayrımcılık, ötekileştirme, düşmanlaştırma ve bunların neticesinde de toplumsal huzursuzluk ve kaos ortaya çıktı.
Irklar arası üstünlük anlayışından daha tehlikeli olan ise inançlara dönük oluşturulan üstünlük ve beraberinde oluşan kendinden olmayanı aşağılık görme anlayışıdır. Batılı Hristiyan devletlerin İslam dinine ve Müslümanlara karşı olan kin, nefret ve aşağılayıcı tavır tehlikeli bir ırkçı anlayışa dönüşmüş durumda. Batının İslam dinine ve Müslümanlara karşı göstermiş olduğu bu ırkçı refleks bugün “İslamofobi” yani bizdeki tanımıyla İslam karşıtlığı adıyla daha kapsamlı ve daha organize yapılmaktadır.
Bazı kaynaklarda “Müslüman karşıtı ırkçılık” olarak tanımlansa bile “İslamofobi”, sözlük anlamı ile ele alındığında "İslam korkusu” manasına gelir. Müslümanlara yönelik ayrımcılık, nefret, düşmanlık ve kin besleme gibi durumlar “İslamofobi” kapsamındadır. İslam karşıtlığında daha çok İslam dini ve bu dinin mensubu Müslümanlar hakkında toplumsal bir kaygının varlığı ya da bu kaygının oluşturulması söz konusudur. İslam korkusu anlamına gelen “İslamofobi” kelimesi bizim için doğru bir ifade olmadığından bu kelime yerine “İslam Karşıtlığı”nı kullanmayı daha doğru buluyoruz.
Kavram açısından ele alındığında İslam karşıtlığı, son yüzyılda ortaya çıkan bir ifadedir. İlk olarak 1925 yılında kaleme alınan "İslamofobi Hezeyanı” adlı makalede Fransız mühtedi Etienne Dinet ile Slima Ben İbrahim tarafından kullanıldı. Yakın geçmişe bakıldığında ise Soğuk Savaş sonrası İslam düşüncesi ve Müslümanlar, Batı tarafından "yeşil tehlike” olarak konumlandırıldı. 2000'li yıllara gelindiğindeyse Batı'nın güdümündeki uluslararası medyanın da etkisiyle İslam, terörle özdeşleştirilmeye başlandı. Müslümanlar, şiddet, çatışma ve terör olayları gibi meydana gelen her türlü olumsuz durumun müsebbibi olarak gösterilmeye başlandı. Bu şekilde Müslümanlara karşı bir öfke, İslam dinine karşıda bir antipati oluşturuldu.
Dünyada İslam algısı üzerine olumsuz imaj üreten ve İslam karşıtlığı için meşruiyet alanı kazandıran isimlerin başında Oryantalist ve İslam âlemini kana bulayan sürecin mimarı olan George W. Bush'un da başkan olduğu dönemde danışmanlığını yapan Yahudi asıllı Bernard Lewis geliyor.
İslam karşıtlığının tüm dünyada etkisini gösteremeye başladığı dönem 11 Eylül 2001 yılında New York’un simge yapılarından olan ikiz kulelere yapılan saldırı ve sonrasındaki süreçti. Saldırıların gerçekleştiği dönemde ABD'nin başkanı George W. Bush'tu. Henüz saldırının ilk dakikalarından itibaren suçlu olarak Müslümanlar hedef gösterilmiş ve bu saldırıları "medeniyetler çatışması” olarak nitelendirmişti. Bununla yetinmeyen Bush, tüm dünya liderlerine saflarını seçmeleri çağrısı yaparak şöyle sesleniyordu: "Ya bizdensiniz ya da onlardan!" Yani Müslümanlara karşı başlattığımız bu savaşta ya yanımızda olursunuz ya da sizleri onlarla aynı safta görürüz demeye getiriyordu ki başlatmış oldukları bu fikirsel ve fiziksel savaşı tüm dünyaya yayabilselerdi.
Özellikle 11 Eylül sonrası atmosferden yararlanan batılı ülkelerdeki aşırı sağ partiler, yoğun propaganda neticesinde oluşturulan İslam karşıtlığından sonra taktiksel olarak antisemitizmi bir kenara bırakıp Müslümanları hedef almaya başladılar. Zira İslam karşıtlığının yükselmesinin ana nedeni de yükselen ırkçılık ve aşırı sağ hareketler olarak açıklanıyor.
Batı'nın elinde bulunan uluslararası haber ajansları, 11 Eylül sonrası peş peşe yayınladıkları haberlerde saldırılardan "İslamcı teröristlerin” sorumlu olduğu yönünde yayınlar yaptılar. Avrupa ve ABD'de yaşayan pek çok Müslüman, bu haberlerin ardından sosyal hayatta ayrımcılığa, ırkçılığa ve hatta saldırılara maruz kaldılar. Ayrıca terör saldırıları gerekçe gösterilerek, olağanüstü güvenlik tedbirleri alındı. "Teröre karşı mücadele” kılıfıyla şekillenen uluslararası politikalar özellikle Müslümanların yaşadığı bölgelerde de etkili olmaya başladı ve çoğu "ayrımcı" politikaların sonuçları günümüze dek ulaştı. Böylece dünya "İslamofobi" kavramıyla tanıştı.
İslam karşıtlığının gelişmesi ve batılı ülkelerde yaşayan insanların Müslümanlara karşı bilenmelerini sağlamak için her türlü yol denendi. Yapılan her saldırı ve eylemin ardından “İslamcı teröristler” başlıkları atılarak teröristlerin isimleri değil İslam dini ve Müslümanlar hedef gösterilmeye başlandı. 2011 Ağustos sonlarında basına yansıyan bir habere göre İslâm’a karşı propaganda konusunda büyük Amerikan şirketleri, düşünce kuruluşlarını; düşünce kuruluşları da FOX, CNN gibi haber kaynaklarını beslemekte; kooperatif bir şekilde İslâm ve Müslümanlar aleyhinde haber üretilmekte, toplumda bir “İslam korkusu” oluşturulmaktadır.
Bu kuruluşlar ve oluşturulan yoğun propaganda neticesinde Batı’da “İslamofobi” diye bir kavram üretilmiş, Batılı insanın korkuları arasına İslam ve Müslümanlar da eklenmiştir. Norveç’te kendi halkından onlarca öğrenciyi kurşunlayarak katleden cani Anders Behrin Breivik’in, bu katliamı kendi halkına İslâm’ın yayılmacılığının yol açacağı dehşeti duyurmak için yaptığını söylemesi, Norveç gibi İslâm fetihlerinin yaşanmadığı bir ülkede bile İslâm ve Müslümanlarla ile alakalı korkunun nasıl aşılandığı ve bu konuda nasıl bir çalışmanın olduğunu göstermektedir.
İslam karşıtlığının Avrupa ve diğer tüm ülkelerde yaygınlaştırılmaya çalışılması ve İslam’a karşı oluşturulan nefretin tarihsel arka planı olmakla birlikte; batılı ülkelerin kendi toplumları ve dünya halkaları için kurguladığı karanlık dünyanın önündeki en büyük engel olarak İslam’ı ve Müslümanları görmelerinden de kaynaklanmaktadır. Özellikle Avrupa ülkelerinde artan Müslüman nüfusu, bu ülke vatandaşlarının yoğun bir şekilde İslam’ı kabul edip Müslüman olmaları yine oluşturulan nefretin önemli bir sebebidir. Zira İslam karşıtlığının en önemli nedenlerinden biri de batılı ülkelerin kendi vatandaşlarının Müslüman olmalarının önünü kesmek istemesidir.
Ancak İslam karşıtlığı üzerinden oluşturulmaya çalışan bu nefrete, korkuya ve tüm engellemelere rağmen gerek Avrupa ve Amerika’da gerekse de diğer tüm kıtalarda İslam dinine geçişler hızla artıyor. Zira ideolojiler çöplüğünde inançsızlık, ailesizlik, cinsiyetsizlik ve modern çağın kapitalist öğretileri arasında karanlığa hapsedilen insanlık için aydınlığın ve kurtuluşun İslam’da olduğunu herkes görmektedir. Batılı ülkeler de bunu bildiklerinden dolayı İslam’a ve Müslümanlara karşı bu denli büyük bir nefreti ve korkuyu oluşturmaya çalışıyorlar. “İsterler ki Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürüversinler; ama inkârcılar hoşlanmasalar da Allah nurunu muhakkak tamamlayacak!” (Saff-8)
Söz&Kalem Dergisi | Selman Talayhan