Hüseyin Kaya / Haber-Analiz / Doğruhaber
Lobiler denince akıllara ilk gelecek olan batılı ülkelerdir. Ancak kimilerinin şimdiden başlayıp İran veya Suriye faktörüne abanarak dış müdahalenin boyutlarını farklı mecralara çekme girişimi para etmeyecektir. Ne İran ne de Suriye’nin Türkiye’de bu denli bir etkisi olmadığı gibi hükümet üzerinde baskı unsuru kurabilecek güçleri de yoktur.
Zaten dış bağlantı meselesi, ilginç bir seyir izleyerek kendini ele vermiş durumdadır. Yerli medyanın tutumu, alkol lobisi, ABD adına Arap baharına müdahil olan Batı ve Arap medyasının tutumu, finans çevreleri, hükümete toz kondurmayan liberallerin aniden çarketmesi, Batı başkentlerinden yükselen resmi mesajlar, evinden daha fazla İstanbul’a uğramakla ünlenen ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin seriye bağlanan açıklamaları, aslında dış bağlantının boyutlarını çok erken ele vermiştir.
Hatta ve hatta uluslararası reklam şirketlerinin, olayları yansıtmayan medya organlarına verdikleri reklam rezervasyonlarını tez elden iptal etmesi bile başlı başına olaylar ardındaki dış faktörün boyutlarını ortaya koymaya yetmektedir.
Elbette bu, meselenin bir tarafı.
Muhtemel sonuçlarını da şöyle öngörebiliriz:
Bu olaylar bitecek, hükümet bu kalkışmanın ana kumanda merkeziyle bir şekilde oturup anlaşacak, kabak ise kalkışmanın içerdeki taşeronlarının başına patlayacaktır.
Bunun yanında Taksim’le başlayıp dört bir yana yayılan gösteriler üzerinde, hem göstericilerin profili hem muhalefet hem de hükümet açısından ayrı ayrı tahlile ihtiyaç vardır.
“Ağaç sevgisinin” bir anda ulusalcı-laisist rövanşa dönüşmesinin ilginç bir hikâyesidir cereyan eden olaylar. Sol jargondan esinlenen “Devrim” sloganları; Ulusalcılık pekiştirenlerinden olan “Ne Mutlu Türküm Diyene!”; şişeden sızarken sokaklara yansımalarını izlediğimiz alkolizm portresi; Bebek-Nişantaşı-Etiler burjuvazisinin “Tencere-tava”lı eylemleriyle sefaletten rol çalması gibi tezat teşkil eden realitelerin bir araya getirilerek sokaklara salınması, bir yönüyle hükümetin bazı yanlış uygulamalarına bağlansa da diğer yönüyle organizatörlerin başarısının tescili olmuştur.
Öyle esrarengiz bir hava oluştu ki iktidar rüyası bir türlü gerçekleşmeyen CHP gibi partiler bile acaba hükümet devrilir mi umuduna kapıldılar.
Elbette hem sokaklara salınanlar hem de CHP gibi muhalefet partileri açısından oluşan durum farklı yönlerle ele alınabilir. Hükümet karşıtlığında birleşen zıt topluluklar her ne kadar başarılı bir mühendislik çabasının ürünüyse de hükümetin de gerek kusurları gerekse de bunca yıllık iktidarda geldiği nokta itibariyle durumunun irdelenmesini gerekli kılmaktadır.
Taksim’le başlayan olaylarda hükümet açısından çok daha farklı durumların ortaya çıktığını kabul etmek gerekir:
1- Toplumda bugüne kadar yönünü hükümetin belirlediği tartışma ve gündem oluşturma stratejisinde ilk fire verilmiş oldu. Olaylar o kadar hızlı gelişti ki hükümet bile afalladı. Hatta bugüne kadar hükümetten önce ortaya çıkıp hükümet adına kabadayılık yapanlar bile adeta dut yemiş bülbüle döndü.
2- Hükümetin medya stratejisi çöktü. İster kabul edin ister etmeyin, hükümete yakın medyanın yanı sıra ana akım diye etiketlenen medya, hükümetin rızası olmadan hiçbir yayına girişmez olmuştu. Medya, bir bütün olarak hükümet tarafından esir alınmıştı. Bu esaret, olayların başladığı ilk üç gün boyunca da sürdü. Bu süre zarfında “Twitter denen belanın” yol açtığı dezenformasyon, medyayı baskı altına almanın artık iletişim çağında hiç de mantıklı bir uygulama olmadığını ortaya koydu. Medyanın karartmasına karşın insanların tek bilgi kaynağı Twitter olunca yalanın dolanın önüne geçilemedi. Bilahare ana akım medyanın olayları verirken aslında bu kez de Twitter mantığını bir başka açıdan uygulamaya başlayarak sokakları daha fazla cilalamaya başlaması, adeta hükümete kazan kaldırma şekline dönüştü. Yani her hal-u kârda hükümetin medya stratejisi büyük bir çöküş yaşadı.
3- Hükümetin medyayla beraber gözü gibi baktığı liberal şahıslar üzerindeki politikası da iflas etti. Hükümet, Müslüman halka sırtını dayayarak iktidara geldi. Müslüman halkın beklentilerini adeta iktidar sermayesi olarak kullanmayı sürdürdü. Ancak geldiği nokta, liberal aydınların hissiyatına göre politika belirlemek oldu. Hükümetin, Müslüman halka tercih ettiği liberallerin olaylar karşısında çizdiği tablo ise çok enteresan, belki biraz da ironik oldu. Esad’a başkaldıran komutanların ilk fırsatta Cilvegözü sınır kapısında soluğu almaları misali, “Devrim” naraları işiten her liberal, sınırı geçerek “Taksim Cumhuriyeti”ne sığınmayı tercih etti. Komutanların “Diktatör Esad” söylemleri, bu kez “Diktatör Tayyip” şeklinde liberallerin ağzından dökülmeye başladı.
4- Hükümetin esir düştüğü; gazla, copla desteklenen kibir-güç ikileminde büyük bir gedik açıldı. En masum gösteriler bile alınan izinlere rağmen polis tehdidi altında icra edilir hale gelmişti. Özgürlük söylemleri her geçen gün daha fazla vurgulanmasına rağmen uygulamada tamamen geriye dönüş söz konusuydu. Halkın bazı konularda tepkisini ortaya koymasının sıkı izin ve kurallara bağlanmasının saçmalığı zaten tartışma konusu iken izin alınan etkinliklerde bile polisin küçümseyici hatta minnetvari bakış açısı, en masum etkinlikleri bile artık gölgeler hale getirmişti. Kaldı ki taşkınlık yaşanmayan, gaz-cop kullanılmayan hiç bir etkinlik hükümet katında hiçbir anlam ifade etmez olmuştu. En ciddi hak ihlallerinin mevzubahis olduğu basın açıklamaları, şiddete başvurulmadığı için hükümet nezdinde beş para dahi ifade etmez hale gelmişti.
Yüzde elli oy aldık lafı, hükümet için adeta iflah olmaz bir kibre dönüşmüştü. Bunun yanında her türlü gösteride yapılan müdahalelerle polisin pervasızca başvurduğu gaz-cop yöntemi, hükümet için adeta iftihar kaynağı ve muktedirliğin sembolü oluvermişti. Bu son olaylar, hükümete karşı deyim yerindeyse “Böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var” dedirtir hale getirdi.
5- Hükümetin “iç tehdit” algılaması çöktü. Ergenekon yaklaşımı çöktü. 28 Şubat değerlendirmesi çöktü. Hükümete göre, sivil aktörlerinden hesap sorulmayan 28 Şubat bitmişti, ancak yanıldı. Bitti denen Ergenekon’un hâlâ diri olduğu ve gerektiğinde hareket kabiliyetinin “Muhteşem” olduğu ortaya çıktı. Oysa hükümete göre 28 Şubat bitmiş, Ergenekon tarihin çöplüğündeki yerini çoktan almıştı.
Hatta son süreçteki uygulamalara bakılırsa iç tehdit faktörü olarak sadece Hizbullah ve Hizbullah’a yakın durduğunu düşündüğü kesimler kalmıştı. Ergenekon’a, 28 Şubatçılara bile reva görülmeyen komplolar ve peşinden gelen hukuk caniliğinin en adi uygulamaları, Hizbullah bahanesiyle sivil aktiviteler içerisindeki Müslümanlara reva görülmeye başlanmıştı. Gerçi Müslümanlara karşı takınılan hukuk cinayetlerinin Hüda Par’ın kurulmasıyla beraber biraz da oy hesabına indirgenerek “Meşru halifeye başkaldırma” güdüsüyle hızlandırıldığı da söylenebilir. Ancak hükümet şunu gördü ki iktidar olabilir, fakat muktedirlik hâlâ da tartışmalı bir pozisyondur.
Son olarak iki noktayı hatırlatarak yazımızı noktalayalım:
Birincisi: Yaklaşık iki hafta önce CHP’li fanatiklerden Muharrem İNCE’nin Beyaz Saray’ın önünde elinde beyzbol sopasıyla çektirdiği fotoğrafı medyaya servis edildi. Acaba bu fotoğraf, Taksim’de fitili ateşlenecek olaylara ABD desteğinin bir işareti miydi?
İkincisi: Yaşanan olaylarda rol alan aktörlerin iktidara gelebilecek çapta olmaması, sadece Erdoğan hükümetini terbiyeye dönük bir kalkışma olarak okunabilir. Hükümetin lobilerin kimi isteklerine boyun eğmesinin istenmesinin yanında izlenen dış politikanın geldiği nokta itibariyle Türkiye’nin özellikle Suriye politikasında bir yol ayırımında olduğu rahatlıkla söylenebilir. Suriye ile ilgili siyasi sürecin işletilmek istendiği Cenevre arifesinde tüm kozlarını Esad’ın devrilmesinden yana koyup silahlı muhalefetin desteklenmesini tercih eden Türkiye’nin bu konuda ABD ile zıt yönlere savrulduğu görülmektedir. Reyhanlı patlamalarını şayet iyi okuyup konjonktürü Cenevre yönüyle değerlendirebilseydi, acaba Taksim’le imtihan edilir miydi?
Vurguladığımız son iki nokta, şu anda cevabı olmayan; ama kuşku barındıran iki sorudan ibaret!