Lokmân Suresi, Lokmân Suresi Arapça okunuşu, Lokmân Suresi Türkçe okunuşu, Lokmân Suresi Türkçe anlamı,Lokmân Suresi 27. ayet, Lokmân Suresi tefsiri

Sûre, adını 12. ve 13. âyetlerde anılan Hz. Lokmân’dan almıştır. Sûrede başlıca, Hz. Lokmân’ın oğluna öğütleri çerçevesinde, tevhid, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve haşr konularına dikkat çekilmekte, kıyamet günü için hazırlıklı olunması öğütlenmektedir.

Ekleme: 01.07.2022 16:26:56 / Güncelleme: 05.07.2022 16:57:35 / İslam
Destek için 

Haberimizde Lokmân Suresi, Lokmân Suresi Arapça okunuşu, Lokmân Suresi Türkçe okunuşu, Lokmân Suresi Türkçe anlamı,Lokmân Suresi 27. ayet, Lokmân Suresi tefsiri yer almaktadır.

Sûre, adını 12. ve 13. âyetlerde anılan Hz. Lokmân’dan almıştır. Sûrede başlıca, Hz. Lokmân’ın oğluna öğütleri çerçevesinde, tevhid, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve haşr konularına dikkat çekilmekte, kıyamet günü için hazırlıklı olunması öğütlenmektedir. 34 ayettir. Mushaftaki sıralamada otuz birinci, iniş sırasına göre elli yedinci sûredir. Sâffât sûresinden sonra, Sebe’ sûresinden önce Mekke döneminin ortalarında inmiştir. 27-28. âyetlerin veya 27-29. âyetlerin Medine’de indiği söylenirse de bu yöndeki rivayetler güvenilir bulunmamıştır.

Konusu Lokmân’ın oğluna öğütlerini içeren âyetlerde özetlenen şirk inancının yasaklanması, ana babaya saygı gösterip meşrû buyruklarına uyma, sorumluluk duygusu, iyilik için çalışma, sabır, tevazu gibi dinî ve ahlâkî ödevlerdir. Daha sonra putperestleri şirkten vazgeçirmeyi ve onlara kurtuluş yolunu göstermeyi amaçlayan bilgiler, kanıtlar ve uyarılara yer verilmiştir.

Lokmân Suresi Arapça Okunuşu

Lokman Suresi Türkçe Okunuşu 

1.Elif lam mın
2.Tilke ayatül kitabil hakım
3.Hüdev ve rahmetel lil muhsinın
4.Ellezıne yükıymunes salate ve yü'tunez zekate ve hüm bil ahırati hüm yukınun
5.Ülaike ala hüdem mir rabbihim ve ülaike hümül müflihun
6.Ve minen nasi mey yeşterı lehvel hadısi li yüdılle an sebılillahi bi ğayri ılmiv ve yettehızeha hüzüva ülaike lehüm azabüm mühın
7.Ve iza tütla aleyhi ayatüna vella müstekbiran ke el lem yesma'ha keenne fı üzüneyhi vakra fe beşşirhü bi azabin elım
8.İnnellezıne amenu ve amilus salihati lehüm cennatün neıym
9.Halidıne fıha va'dellahi hakka ve hüvel azızül hakım
10.Halekas semavati bi ğayri amedin teravneha ve elka fil erdı ravasiye en temıde biküm ve besse fıha min külli dabbeh ve enzelna mines semai maen fe embetna fıha min külli zevcin kerım
11.Haza halkullahi fe erunı maza halekallezıne min dunih beliz zalimune fı dalalim mübın
12.Ve le kad ateyna lukmanel hıkmete enişkür lillah ve mey yeşkür fe innema yeşküru li nefsih ve men kefera fe innellahe ğayniyyün hamıd
13.Ve iz kale lukmanü libnihı ve hüve yeızuhu ya büneyye la tüşrik billah inneş şirke le zulmün azıym
14.Ve vessaynel insane bi valideyh hamelethü ümmühu vehnen ala vehniv ve fisalühu fı ameyni enişkür lı ve li valideyk ileyyel mesıyr
15.Ve in cahedake ala en tüşrike bı ma leyse leke bihı ilmün fe la tütı'hüma ve sahıbhüma fid dünya ma'rufev vettebı' sebıle men enabe ileyy sümme ileyye merciuküm fe ünebbiüküm bima küntüm ta'melun
16.Ya büneyye inneha in tekü miskale habbetim min hardelin fe tekün fı sahratin ev fis semavati ev fil erdı ye'ti bihellah innellahe latıyfün habır
17.Ya büneyye ekımıs salate ve'mur bil ma'rufi venhe anil münkeri vasbir ala ma esabek inne zalike min azmil ümur
18.Ve la tüsa'ır haddeke lin nasi ve la temşi fil erdı meraha innellahe la yühıbbü külle muhtalin fehur
19.Vaksıd fı meşyike vağdud min savtik inne emreral asvati le savtül hamır
20.E lem terav ennellahe sehhara leküm ma fis semavati ve ma fil erdı ve esbeğa aleyküm niamehu zahiratev ve batıneh ve minen nasi mey yücadilü fillahi bi ğayri ılmiv ve la hüdev ve la kitabim münır
21.Ve iza kıyle lehümüt tebiu ma enzellellahü kalu bel nettebiu ma vecedna aleyhi abaena e ve lev kaneş şeytanü yed'uhüm ila azabis seıyr
22.Ve mey yüslim vechehu ilellahi ve hüve muhsinün fe kadistemseke bil urvetil vüska ve ilellahi akıbetül ümur
23.Ve men kefera fe la yahzünke küfruh ileyna merciuhüm fe nünebbiühüm bima amilu innellahe alımüm bizatis sudur
24.Nümettiuhüm kalılen sümme nadtarruhüm ila azabin ğalıyz
25.Ve lein seeltehüm men halekas semavati vel erda le yekulünnellah kulil hamdü lillah bel ekseruhüm la ya'lemun
26.Lillahi ma fis semavati vel ard innellahe hüvel ğaniyyül hamıd
27.Ve lev enne ma fil erdı min şeceratin aklamüv vel bahru yemüddühu min ba'dihı seb'atü ebhurim ma nefidet kelematüllah innellahe azızün hakım
28.Ma halkuküm ve la ba'süküm illa ke nefsiv vahıdeh innellahe semıum basıyr
29.E lem tera ennellahe yulicül leyle fin nehari ve yulicün nehara fil leyli ve sehhareş şemsi vel kamera küllüy yecrı ila ecelim müssemmev ve ennellahe ve ma ta'melune habır
30.Zalike bi ennellahe hüvel hakku ve enne ma yed' une min dunihil batılü ve ennellahe hüvel aliyyül kebır
31.E lem tera ennel fülke tecrı fil bahri bi nı'metillahi li yüriyeküm min ayatih inne fı zalike le ayatil li külli sabbarin şekur
32.Ve iza ğaşiyehüm mevcün kez zuleli deavüllahe muhlisıyne lehüd dın felemma neccahüm ilel berri fe minhüm muktesıd ve ma yechadü bi ayatina illa küllü hattarin kefur
33.Ya eyyühen nasütteku rabbeküm vahşev yevmel la yezı validün av veledihı ve la meludün hüve cazin av validihı şey'a inne va'dellahi hakkun fe la teğurranekümül hayatüd dünya ve la yeğurraneküm billahül ğarur
34.İnnellahe ındehu ılmüs saahve yünezzilül ğays ve ya'lemü ma fil erham ve ma tedrı nefsüm maza teksibü ğada ve ma tedrı nefsüm bi eyyi erdın temut innellahe alimün habır.

 

Lokman Suresi Türkçe Anlamı

1.Elif Lâm Mîm.
2, 3.Bunlar, hikmet dolu Kitab'ın; iyilik yapanlara bir hidayet ve rahmet olarak indirilmiş âyetleridir.
4.Onlar; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimselerdir. Onlar ahirete de kesin olarak inanırlar.
5.İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
6.İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.
7.Ona âyetlerimiz okunduğu zaman; onları hiç işitmemiş gibi, kulağında bir ağırlık var da büyüklenerek arkasını döner. Ona, elem dolu bir azabı müjdele.
8, 9.Şüphesiz, iman edip salih amel işleyenler için içlerinde ebedi kalacakları Naîm cennetleri vardır. Allah (bu konuda) gerçek bir vaadde bulunmuştur. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
10.Allah gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.
11.İşte Allah'ın yarattıkları! Haydi, Allah'ı bırakıp da taptıklarınızın yarattığını bana gösterin! Hayır, zalimler açık bir sapıklık içindedirler.
12.Andolsun, biz Lokmân'a "Allah'a şükret" diye hikmet verdik. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.
13.Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: "Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür."
14.İnsana da, anne babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (İşte onun için) insana şöyle emrettik: "Bana ve anne babana şükret. Dönüş banadır."
15."Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim."
16.(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) "Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır."
17."Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir."
18."Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez."
19."Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini herhalde eşeklerin sesidir!"
20.Göklerde, yerde ne varsa hepsini Allah'ın sizin hizmetinize verdiğini ve açıkça yahut gizlice üzerinizdeki nimetlerini tamamladığını görmediniz mi? Yine de insanlar arasında, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp duranlar vardır.
21.Kendilerine, "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman, "Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Şeytan kendilerini cehennem azabına çağırıyor olsa da mı?
22.Kim iyilik yaparak kendini Allah'a teslim ederse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur. İşlerin sonu ancak Allah'a varır.
23.Kim inkar ederse, onun inkarı seni üzmesin. Onların dönüşleri ancak bizedir. Biz de onlara yaptıklarını haber veririz. Allah göğüslerin içindekini (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.
24.Biz onları (dünyada) biraz yararlandırırız. Sonra da onları ağır bir azaba sürükleriz.
25.Andolsun, eğer onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler. De ki, "Hamd Allah'a mahsustur." Fakat onların çoğu bilmezler.
26.Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Şüphesiz Allah her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye layık olandır.
27.Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah'ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
28.(Ey insanlar!) Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra tekrar diriltilmeniz ancak bir tek insanı yaratmak ve diriltmek gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
29.Görmedin mi ki Allah geceyi gündüzün içine ve gündüzü de gecenin içine sokuyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Her biri (kendi yörüngesinde) belli bir zamana kadar akar gider. Şüphesiz Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır.
30.Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir, onu bırakıp da taptıkları ise bâtıldır. Şüphesiz Allah yücedir, büyüktür.
31.Görmedin mi ki, gemiler Allah'ın nimetiyle denizde akıp gitmektedir. Allah bunu âyetlerinden bir kısmını size göstermek için yapmaktadır. Şüphesiz ki bunda hakkıyla sabreden, hakkıyla şükreden herkes için ibretler vardır.
32.Onları (denizde,) bir dalga gölgelikler gibi kapladığında, dini Allah'a has kılarak ona yalvarırlar. Allah onları kurtarıp karaya çıkarınca, onlardan bir kısmı orta yolu tutar. Bizim âyetlerimizi ise ancak son derece kaypak, son derece nankör olanlar inkar eder.
33.Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Hiçbir babanın çocuğuna hiçbir yarar sağlayamayacağı, hiçbir çocuğun da babasına hiçbir yarar sağlayamayacağı günden korkun! Şüphesiz Allah'ın va'di gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı şeytan da Allah hakkında sizi aldatmasın.
34.Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır.

Lokmân Suresi Tefsiri

Bazı sûrelerin başında bulunan bu harflere “hurûf-ı mukattaa” denir (bilgi için bk. Bakara 2/1). 

Kitaptan maksat Kur’an-ı Kerîm veya onun, bu sûrenin öncesinde inmiş olan kısmıdır. Kur’an’ın niteliği olarak zikredilen hakîm kelimesi, onun en doğru ve en yararlı bilgiler içerdiğini ifade eder; 3. âyetteki hüdâ ve rahmet kelimeleri de bu anlamı açmaktadır. Kur’an âyetleri insanlık için bir nimet olmakla birlikte onlardan ancak “güzel işler peşinde olanlar” yararlanabileceklerdir. 4. âyette bu kimselerin özellikleri namazı özenle kılmak, zekâtı vermek ve âhirete kesin olarak inanmak şeklinde özetlenirken Allah’a iman şartının açıkça belirtilmesine gerek görülmemiştir, çünkü 3. âyetin sonundaki muhsin kelimesinin masdarı olan ihsan kavramı Allah’a imanı da içermektedir (İbn Âşûr, XXI, 141). Nitekim bir hadiste, “İhsan Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet etmektir” buyurulmuştur (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 5-7).

Bu sûrenin indiği dönemde henüz beş vakit namazın ve zekâtın farz kılınmadığı dikkate alınırsa buradaki namazı umumi mânada Allah’a “ibadet ve dua” veya o dönemdeki şekliyle namaz, zekâtı da bilhassa o sıralarda putperestlerin zulüm ve baskısı altında büyük sıkıntılar yaşayan müslümanlar için özel bir önem taşıyan “malî dayanışma” olarak anlamak yerinde olur. 

Dünyada maddî haz ve mutluluktan başka gayeleri olmayan insanlar, başkalarını da bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak, alıkoymak, boş şeylerle uğraşmak maksadıyla akıl ve bilgi temeline dayanmayan anlamsız, içi boş sözlere (veya bir yoruma göre) çalgılı eğlencelere kendilerini kaptırır, hayatın gayesini bunlardan ibaret görür, bunlara para harcar; bunları konuşup bunları dinlerler; Allah’ın hikmetli, anlam yüklü ve dolayısıyla kurtarıcı âyetleri kendilerine okunduğunda ise büyüklenerek bunlara kulak tıkayıp sırt çevirirler. Böylece inançlı ve inkârcı kesimler arasındaki temel bir mantık ve zihniyet farkı ortaya konmaktadır.

Eğlendirici söz” diye çevirdiğimiz 6. âyetteki lehve’l-hadîs deyimi klasik tefsirlerin çoğunda mûsiki olarak açıklanmış ve bazı tefsirlerde bu âyete dayanılarak şarkı söylemenin, çalgı çalmanın, dinlemenin, bu işin ticaretini yapmanın haram olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu deyimin şirk inancı içeren sözler veya daha genel olarak insanlar için herhangi bir fayda getirmeyen boş ve lüzumsuz konuşmalar olduğu yolunda görüşler de zikredilmektedir (bu görüşler için bk. Taberî, XXI, 60-63). İmam Mâlik bir soru üzerine âyetteki “Allah yolundan saptırmak için” ifadesine dayanarak, “Eğer (müzik) insanı Allah’a karşı görevlerinden alıkoyuyorsa haramdır” demiştir (Kurtubî, XIV, 54). Kurtubî mûsikinin haram olduğu yolunda aktarılan bazı rivayetleri sıraladıktan sonra ünlü fıkıh bilgini Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye (bk. Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 1494) dayanarak kendi görüşünü özetle şöyle belirtir: İnsanların kötü duygularını tahrik eden, haramları öven şarkıların haram olduğu açıktır; ancak bu tür sakıncalar taşımayan mûsiki bayram, düğün gibi sevinçli ve mutlu zamanlarda veya dinlenmeye ve rahatlamaya ihtiyaç duyulduğu durumlarda câizdir (XIV, 55-56).

Bize göre –Taberî’nin de belirttiği gibi (XXI, 63)– lehve’l-hadîs deyiminin özel olarak şarkı ve mûsiki anlamına geldiğine dair âyette herhangi bir işaret bulunmadığına göre bu deyimin anlamını mûsiki olarak sınırlamak doğru değildir. Bu iki âyette özetlenen inkârcı psikoloji ve tavır dikkate alındığında bunun, genel olarak müşriklerin, ilâhî mesajın insanlar üzerindeki etkisini kırmak veya onları alay ve eğlence konusu yapmak için ileri sürdükleri içi boş iddialar, laf cambazlıkları şeklinde yorumlanması uygun olur. Nitekim 6. âyetteki “bi-gayri ilm” (bilgisiz olarak) tabiri de bunu desteklemektedir. Eğer mûsiki, şiir vb. etkinlikler böyle bir kötü amaca alet ediliyorsa bunu yapanlar da âyetteki eleştiri kapsamına girer. Ayrıca burada, sadece o dönemdeki inkârcıların söz konusu tutumları değil, hangi dönemde olursa olsun “Allah’ın yolu”nu tıkama amacına yönelik zihniyet ile bunun ürünü olan tavır, tenkit ve faaliyetler de eleştirilmektedir.

“Tür” diye çevirdiğimiz zevc kelimesi, sözlükte “eş, bir şeyin zıt yönden dengi, eşiti, birleşik varlığın her bir ögesi” anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânî kelimeyi, “varlıklar topluluğunu oluşturan her bir tür” anla­mın­da da açıklamış olup (el-Müfredât, “zvc” md.) meâlde bu açıklama dikkate alınmıştır. İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara gelince, onları da nimetlerle dolu, içinde ebedî kalacakları cennetler bekliyor. Bunu Allah gerçek olarak vaad etmiştir. O azîzdir, hakîmdir. İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara gelince, onları da nimetlerle dolu, içinde ebedî kalacakları cennetler bekliyor. Bunu Allah gerçek olarak vaad etmiştir. O azîzdir, hakîmdir. O, gökleri görebileceğiniz herhangi bir destek olmadan (duracak şekilde) yarattı, sizi sarsmaması için yere sağlam dağlar yerleştirdi, orada her türlü canlının çoğalmasını sağladı. Biz, gökten su indirip (bununla) yeryüzünde her türden faydalı bitkiler bitirdik. İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Şimdi gösterin bana, O’ndan başkası ne yaratmış? Hayır, zalimler açık bir sapkınlık içindedirler. 

Lokmân, Kur’an-ı Kerîm’de ismi sadece bu sûrede geçen, aynı zamanda sûrenin de ismiyle anıldığı sâlih bir kişidir. Âlimlerin çoğunluğu, Lokmân’ın peygamber olmadığını, ancak Allah’ın kendisini bilgi ve hikmetle şereflendirdiğini belirtirler. İslâm öncesi Arap toplumunda da onun bilge bir kişi olduğu kabul edilir, saygıyla anılırdı. İslâm tarihi kaynaklarında ve tefsirlerde soyu, milliyeti, hayatı ve sözleriyle ilgili güvenilirliği tartışmalı çeşitli rivayetler vardır (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Lokmân”, DİA, XXVII, 205-206).

Müfessirler 12. âyette Lokmân’a verildiği bildirilen hikmet kelimesini, “din konusunda derin bilgi, sahih inanç, akıl, yerinde ve doğru konuşma, isabetli görüş ve davranış” olarak açıklamışlardır (Taberî, XXI, 67; İbn Atıyye, IV, 346). Hikmet hem doğru bilgi, inanç ve düşünceyi hem de bu zihnî birikimin mümkün olan en mükemmel şekilde hayata geçirilmesini ifade eder.

Bilgi birikimi olan bir insan bu birikimini doğru, yerinde ve gerektiği ölçüde kullanmaz yahut yanlış yerlerde kullanırsa bu insana âlim denebilirse de hakîm denemez; çünkü hikmet kavramı, “bilgiyi yerli yerince kullanma” anlamına da gelir. Buna göre bilgisini doğru ve gerektiği şekilde kullanmayan insan, bilginin şükrünü yerine getirmemiş olur; bilgisini belirtildiği şekilde kullanan ise şükür ödevini yerine getirdiği gibi bunun faydasını da yine kendisi görmüş, yani bilgisini değerlendirmiş ve sonuçta onu kendisi için faydalı hale getirmiş olur. 12. âyette “O’na şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur...” buyurulurken bu gerçeğe de işaret edilmiştir.

Lokmân’a verilen hikmetin çerçevesi çizilirken tevhid inancının başta geldiği görülmektedir. Esasen bu, şükrün de birinci şartıdır; bu sebeple Lokmân, kendisi Allah’ın birliğine inandığı gibi oğluna da şirkten uzak durmayı öğütlemiştir. Âdil olmayan hakîm olamaz; adalet, “her şeyi yerli yerince yapmak, herkese hakkını vermek”tir. Herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşan yani Allah’tan başkasına tanrılık nitelikleri yükleyen kişi, Allah’ın hakkı olan tanrılığı başkasına vermiş, böylece haksızlık (zulüm) yapmış demektir; üstelik bu tutum, haksızlıkların en büyüğüdür. Bu sebeple âyette “O’na ortak koşmak çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuştur. Esasen İslâm’ın en başta şirki ortadan kaldırmayı hedeflemesi de Allah’a ortak koşmanın, bütün kötülüklerin başında geldiği ve diğer birçok kötülüğün temel sebebi olduğu anlayışına dayanır. 

Sûrenin Lokmân’a ayrılan bölümünde, araya ana babaya itaat konusundaki bu iki âyetin girmesiyle ilgili iki farklı açıklama yapılmıştır. Bir yoruma göre bu iki âyet de Lokmân’a ait sözlerdir. Buna göre âyetin başında “Allah bana buyurdu ki...” şeklinde bir ifade takdir etmek gerekir. Diğer bir yoruma göre bu âyetler araya sokulmuş bir açıklama (i‘tirâzıyye) mahiyetinde olup amaç, ana babaya saygının önemini, ayrıca bunun sınırını ve Allah’a saygıyla ilişkisini ortaya koymaktır.

Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur” şeklinde çevirdiğimiz ifade, emzirmenin normal süresi iki yıl kadar olmakla birlikte bunun mutlaka tamamlanması gerekmediğine, ana baba isterlerse çocuğun iki yıl dolmadan da sütten kesilebileceğine işaret eder (ayrıca bk. Bakara 2/233).

“(Ey insan), hem bana hem ana babana minnet duymalısın” buyurularak Allah’a minnettarlıkla ana babaya minnettarlığın birlikte emredilmesinin sebebi, Allah’ın insanı var edip onu nimetleriyle rızıklandırması, ana babanın da insanın hem dünyaya gelmesine vesile olması hem de hayatının en zayıf dönemlerinde, çocukluğunda, hastalığında ona kol kanat germesi, yetiştirip büyütmesi, beslemesi ve eğitmesidir (Râzî, XXV, 147; Şevkânî, IV, 273). Âyette annenin fedakârlığına özel bir vurgu yapıldığı görülmekte, dolaylı olarak onun daha çok ilgi ve sevgi beklediğine işaret edilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de, “Yâ Resûlellah! Kime iyilik etmeliyim?” şeklindeki bir soruya, “annene” diye cevap vermiş; “Sonra kime?” denilince yine “annene” demiş; üçüncü defa tekrarlanan soruya da aynı cevabı vermiş; nihayet dördüncüsünde “babana” buyurmuştur (Müsned, V, 3, 5; Tirmizî, “Birr”, 1). Ancak Allah’ın hakkı bütün hakların önünde olduğu için ana baba çocuklarını bu hakkı ihlâl etmeye yani onu tevhid inancından sapmaya veya Allah’ın açıkça yasakladığı başka işler yapmaya zorlarlarsa kesinlikle onların bu baskısına boyun eğilmeyecek; bununla birlikte meşrû ve mâkul olan istekleri yerine getirilecektir (ayrıca bk. Ankebût 29/8). 

Lokmân’ın oğluna yönelttiği bu öğütler de Allah’ın ona verdiği hikmetin meyveleridir. Kuşkusuz insanın yaptığı her şey –ne kadar saklanırsa saklansın– Allah’ın mutlaka onu bildiği, dolayısıyla onun hesabını soracağı inancı ve bilinci ile bundan doğan sorumluluk duygusu ve kaygısı ahlâkî hayatın temelidir. Nitekim meşhur bir özdeyişte “Hikmetin başı Allah korkusudur” denilmiştir. Büyük şairimiz Mehmed Âkif’in, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır” şeklindeki beyti de bu gerçeğin güzel bir ifadesidir.

İnsanın iyi ve itaatkâr bir kul olduğunu gösteren üç örnek davranışın sıralandığı 17. âyetteki “namaz” Allah’a kulluk ödevini, “iyi olanı emredip kötü olana karşı koymak” toplumsal davranışlar karşısındaki kulluğun gerektirdiği yapıcı tutumu, “sabır” ise maddî ve sosyal çevreden gelen sıkıntıları, belâları birer imtihan bilip metanetle karşılama olgunluğunu yansıtır. Âyetteki “İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir” ifadesi, bu müsbet davranışların, kulluktaki kemali gösteren birer örnek olduğunu, hayatın şartları içinde yerine getirilmesi gereken böyle daha başka yüksek davranışlar da bulunduğunu gösterir. 18-19. âyetlerde ise kaçınılması gereken olumsuz davranışlardan örnekler verilmektedir. Bu örneklerin, özellikle kendini beğenmişlerin, başka insanları aşağılayıcı tutumlarından seçilmiş olması ve bunların Allah sevgisinden mahrum kalacakları uyarısında bulunulması, Kur’an’ın insan onuruna verdiği değeri yansıtması bakımından özellikle dikkat çekicidir. 

Yukarıda (13. âyet), Lokmân’ın dilinden “Allah’a ortak koşmak çok büyük bir haksızlıktır” buyurulmuştu. İşte bu ve bundan sonraki âyetlerde Allah’ın varlık ve birliğine dair kanıtlar sıralanarak insanların bu büyük haksızlığa sapmaktan kurtarılması amaçlanmaktadır. Allah’ın, göklerde ve yerde bulunan şeyleri insanların hizmetine vermesinden maksat, bu varlıkların, insanların yararlanabileceği şekilde yaratılmış, düzenlenmiş olmasıdır. Nitekim âyetin devamındaki “nimetlerini gizli ve açık olarak önünüze serdiğini...” şeklindeki ifade de bunu göstermektedir. Âyetin başındaki “görmez misiniz” sorusu, insanların varlık düzenini sağlıklı bir şekilde incelerlerse bu gerçeği kendi akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmektedir.

Tefsirlerde 20. âyet metnindeki “ilim” akla veya nakle dayanan bilgi, “hüdâ” akıl ve basîret, “kitâbün münîr” ise ilâhî vahiy olarak açık­lanmıştır (İbn Atıyye, IV, 352; Şevkânî, IV, 277; krş. Râzî, XXV, 152). Buna göre putperestlerin ve benzer inanç sahiplerinin atalarından devraldıkları bâtıl inançları, gelenekleri, hurafeleri yaşatmakta ısrar etmeleri ne doğru bilgiye ne akıl ve basîrete ne de ilâhî vahye dayan­maktadır; aksine sadece şeytanın bir aldatması olup 21. âyette ifade buyurulduğu üzere sonu da kaçınılmaz olarak cehennem azabıdır. 

Yukarıda Allah’ın yolunu bırakıp atalarının bâtıl inanç ve geleneklerini sürdürenlerin şeytanın davetine uydukları bildirilmişti; burada ise kendilerini Allah’a teslim edenlerin, yani Allah’a inanıp O’nun yolundan gidenlerin bu doğru ve kurtarıcı tercihleriyle “sağlam kulp”a yapışmış olacakları, yani yollarının doğru, âkıbetlerinin hayırlı ve güvenli olacağı müjdelenmektedir.

“Kendini iyiliğe adamış” diye çevirdiğimiz muhsin kelimesi, sözlükte “iyilik eden, güzel davranan, yaptığını güzel yapan” gibi anlamlara gelir. Ancak bu bağlamda özellikle “içten bir kulluk sergileyerek Allah’a yönelme” şeklinde dinî bir anlam içerdiği anlaşılmaktadır. Nitekim bir hadiste, muhsin kelimesinin masdarı olan ihsan kavramı, “Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet etmektir” şeklinde açıklanmıştır (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 5-7).

Resûlullah, muhataplarının İslâm davetini kabul ederek kurtuluşa ermelerini büyük bir arzuyla istiyor, bunun için canla başla çalışıyor, ancak onun bu iyi niyetine, yüksek insanî tavrına rağmen halkının önemli bir kısmı eski yanlış inançlarında direniyor, bu da onu son derece üzüyordu. İşte bu âyetlerde Allah Teâlâ resulünü teselli etmekte; inkârcılara da kalplerinin derinliklerindeki kin, öfke, düşmanlık gibi kötü duygu ve düşüncelere varıncaya kadar her türlü hallerini eksiksiz bildiğini haber vererek âkıbetleri konusunda onları uyarmaktadır. Putperest Araplar, aslında Allah’ın varlığına inanıyor, sorulduğunda O’nun yaratıcı kudretini tanıdıklarını ifade ediyorlardı; fakat putlarını aracı tanrılar saydıkları için Allah’ı bırakıp putlara tapıyor, onlara sığınıyor, böylelikle şirk inancına sapıyorlardı. 25. âyetteki “Bütün övgüler Allah’a mahsustur” ifadesi, Allah’tan başka hiçbir varlığa tanrılık sıfatı, işlevi ve kutsallığı yüklenemeyeceği, ibadet edilemeyeceği anlamını içermektedir. 26. âyetten sûrenin sonuna kadar devam eden kısım, neden bütün övgülerin Allah’a mahsus olduğu sorusunun âdeta cevabı mahiyetindedir. Zira 26. âyete göre müşriklerin taptıkları putlar da dahil olmak üzere evrendeki her şey Allah’a aittir, O’nun mülküdür; her şey O’na muhtaçtır ve O’nun hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, dolayısıyla yaratma ve yönetmesinde kayıtsız bir hürriyete sahiptir. 27. âyette Allah’ın bilgisinin zenginliği ve sınırsızlığı, 28-29. âyetlerde kudretinin mükemmelliği, kusursuz ve hikmetli yaratıcılığı özetlenmektedir. Kısaca 25. âyetteki “Bütün övgüler Allah’a mahsustur” hükmü, 27-29. âyetlerde şu üç öncüle dayandırılmıştır: a) Allah evrenin mutlak ve özgür yöneticisidir; b) O’nun, insan zihninin kuşatamayacağı derecede sınırsız ilmi vardır; c) Her şeyi kolaylıkla var eden, varlığını sürdüren veya varlığına son veren üstün kudretin sahibidir. 

Allah’ın irade, ilim ve kudreti hakkındaki bu kesin bilgilerden sonra 30. âyette artık reddedilmesi mümkün olmayan kesin hüküm ortaya konmaktadır: “Allah hakikatin kendisidir; O’nun dışında taptıkları şeyler ise asılsızdır ve Allah, yalnızca O, en yücedir, en büyüktür.”

Allah’ın insanlığa sayısız nimetlerinden biri daha hatırlatıldık­tan sonra 32. âyette insanların çaresiz kaldığı zamanlarla esenlik zamanlarındaki dinî tutumları arasında görülen tutarsızlığa dikkat çekilmekte; 33. âyette ise ön yargı, inat, taassup gibi olumsuz şartlanmalarla gönül ve zihin dünyası yoksullaşmamış her normal insan için kurtarıcı değer taşıyan uyarılar yer almaktadır.

... orta yolu tutar” diye çevirdiğimiz muktasıd kelimesi tefsirlerde farklı şekillerde açıklanmıştır. İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Râzî, Şevkânî gibi âlimler bu kelimeyi, “Tehlike sırasında ulaştığı samimi inancını kurtulunca da sürdürür” şeklinde olumlu bir tutum olarak açıklarken Mücâhid, Taberî gibi bazı müfessirler de “Sözüyle dengeli, ölçüye uygun yani doğru bir inancı ifade etmekle birlikte inkârını içinde saklar” şeklinde olumsuz bir anlamda yorumlamışlardır (bu yorumlar için bk. Taberî, XXI, 85; İbn Atıyye, IV, 355; İbn Kesîr, VI, 353-354; Râzî, XXV, 162; Şevkânî, IV, 281). Bize göre –Râgıb el-İsfahânî’nin el-Müfredât’ında, Fâtır sûresinin 32. âyetindeki aynı kelimeye getirdiği açıklama dikkate alındığında– âyetin bağlamına, “İnkâr etmekle inanmak arasında tereddüde düşer, ortada kalır” şeklindeki yorum daha uygun düşmektedir; meâlde de bu anlam tercih edilmiştir (muktasıd kelimesinin anlamı için ayrıca bk. Fâtır 35/32). 

Sûre, Allah’ın ilminin ve kudretinin kusursuzluğunu özetleyen ve ilâhî bilgi ile insan bilgisi arasındaki büyük farkı gösteren ifadelerle son bulmaktadır. Klasik tefsirlerde bu âyete dayanılarak, kıyametin ne zaman kopacağını, yağmurun ne zaman yağacağını, rahimlerdeki bebeğin cinsiyetinin ve ten renginin ne olduğunu, insanın ileride neler elde edeceğini, gelecekte ne gibi durumlarla karşılaşacağını ve ne zaman nerede öleceğini Allah’tan başkasının bilemeyeceği ileri sürülmüş, dolayısıyla bunlara “mugayyebât-ı hams” (beş bilinmeyen) denilmiştir (meselâ bk. Taberî, XXI, 88-89; İbn Atıyye, IV, 356). Halbuki âyette kıyametin ne zaman kopacağı bilgisinin sadece Allah’a ait olduğu, kezâ hiç kimsenin yarın ne elde edeceğini ve nerede öleceğini bilemeyeceği, dolayısıyla bu bilgilerin de sadece Allah’a ait olduğu belirtilmekte; fakat yağmurun yağma zamanı ve rahimdeki bebek hakkında “Bunları da yalnız Allah bilir” gibi bir sınırlama bulunmamakta; sadece yağmuru Allah’ın yağdırdığı, dolayısıyla zamanını da bildiği; kezâ O’nun rahimlerdekini de bildiği ifade edilmektedir. Bu ifadeden kesinlikle bu iki konuda Allah’tan başkasının önceden bilgi sahibi olamayacağı anlamı çıkmaz; diğer bir ifadeyle âyette diğer üç konudaki bilginin yalnız Allah’a mahsus olduğu açıkça belirtilirken yağmurun vakti ve henüz doğmamış olan bebeğin cinsiyeti ve özellikleri hakkında, böyle bir sınırlamaya yer verilmemiştir; bu da –eski tefsircilerin iddiasının aksine– belirtilen iki konuda insanların önceden bilgi sahibi olabileceklerini gösterir. Nitekim çağımızda bilim bu noktaya gelmiştir. Ancak, kuşku yok ki bu, insanın belirtilen konularda veya benzerlerinde önceden bildiklerinin mutlaka aynıyla gerçekleşeceği anlamına gelmez; zira olmuş ve olacak tabiat olaylarını bütün yönleriyle eksiksiz bilen yüce Allah, insanların bilgilerini ve tahminlerini alt üst eden yeni durumlar yaratabilir ve böylece insanların olmasını bekledikleri olaylar gerçekleşmeyebilir.

 

 

İlgili Haberler