Müslümanca Duruşumuz

Hatırlayalım! Müslüman: “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah” demekle, Allah’ın bizzat sınırlarını belirlediği bir yaşam biçimini kabullenmiş olandır.

Ekleme: 28.05.2022 13:06:26 / Güncelleme: 28.05.2022 13:06:26 / İnzar Dergisi
Destek için 

İslam: Toplumdan kaçarak değil, toplumla iç içe iken nasıl davranmamız gerektiğini bizlere söyleyen bir yaşam pratiğidir.

Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), hakikat arayışını toplumdan ayrışarak mağarada yaptı. Hira’da vahyi alır almaz yaşadığı topluma geri dönüp mesajı onlara duyurmaya başladı. Davetini onlardan kaçmadan  ve onlara benzemeden yaptı. Bizler de hakikati kabullendikten sonra şartlar ne olursa olsun topluma sırt çevirmeden, bulunduğumuz yerde Müslümanca yaşamanın bir yolunu bularak var olmak zorundayız.

İman etmeliyiz ki; kendi içinde İslam’ı egemen kılamamış, kendi iç şartlarını gerçekleştirememiş birinin yaşadığı topluma ve zamana söyleyecek bir sözü yoktur. Söylese de bu sözün tesiri olmayacaktır.

Allah, toplumun vahye muhalif olarak ürettiği şeyleri reddederek toplumda var olmamızı istiyor. Ama yaşadığımız çağın şartlarının dışına çıkma iradesini ve cesaretini göstermedikçe de şartların mahkûmu olmaya devam ederiz.

Ne Yapmalı?

Yaşamımızın tamamında, Peygamberler tarihinden, Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) örnek yaşamından, Ashab-ı Kiramın uygulamalarından ve 1400 yıllık İslam geleneğinden kopmadan kendimize bir usul ve üslup seçmeliyiz.

Tarih boyunca peygamberlerin geneli toplumlarında teveccüh görmediler. Kimisi 950 yılda sadece 3-5 kişiyle yola devam etti. Kimisi hiç kimse olmadan yolculuğunu sürdürdü. Kimi dövüldü, kimi sürüldü. Ama kimse dönüp de “Benden bu kadar” deyip havlu atmadı. Toplumdan kaçmadılar ama topluma benzemediler de.

Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşamı bu konuda sayısız örneklerle doludur. Mekke’de iken bir avuç olsalar da kulluk bilinciyle ve İslami bir duruşla yola devam ettiler. Medine’de 10 yılda bütün toplum İslamlaştı. Ama bu Resulullah’ta (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabda bir gevşemeye yol açmadı. Her şeye rağmen İslam’ın onlardan talep ettiği hayat tarzını sürdürdüler. Çünkü mesele başarmak değildi. Mesele kulluk çizgisini her şart altında sürdürebilmekti. Şartlara değil Allah’a teslim olmuşlardı.

Hazzın ve tüketim kültürünün en büyük put olduğu, her şeyin metalaştığı, bireyselleşmenin çoğaldığı, daha çok biriktirme hırsının herkesi sardığı bir dünyadayız. Çepeçevre kuşatıldığımız bu zamanda, Müslüman olma iddiasındaki bizler, her şeye rağmen bunlara karşı Müslümanca bir duruş sergilemekle mükellefiz.

Kim ne derse desin ne yaparsa yapsın, nasıl yaşıyorsa yaşasın, neyin kulu olursa olsun. Biz hep Allah’ın kulu olmaya, onun bizim için seçtiği yaşam tarzını hayatımızda tatbik etmeye devam etmeliyiz.

Müslüman olmak: Hakikatin Temsilcisi iddiasına sahip olmak demektir. Yaşadığımız topluma hakikati ulaştırma gibi bir sorumluluğumuz olduğunu asla unutmamalıyız. Varlık gayemiz budur. Rabbimiz Ayet-i Kerimede bizlere görev alanımızı net bir şekilde çizmiştir. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân 110)

 

Nasıl Yapmalı?

La! diyoruz. Yaşadığımız toplumda vahye uymayan her şeyi reddediyoruz. Ama bu reddediş kuru ve alternatifsiz bir reddediş değildir. İslam toplumunun kuruluş sürecinde görüyoruz ki, Allah Teala ve Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ne zaman bir şeyi yasaklamışlarsa onun yerine mutlaka alternatifini koymuşlardır. Faizi reddetmiş yerine karz-ı haseni koymuş. Zinayı yasaklamış ama evliliği kolaylaştırmış. Haram bir şekilde eğlenmeyi yasaklamış ama mubah çizgiler içerisinde alternatiflerini koymuş.  İnsan fıtratı boşluğu kaldırmaz. Siz onu mubah olanla beslemedikçe o kendine haramlardan bir yol bulur.

Asıl ve asil sorumluluklarımızdan biri de; reddettiğimiz ‘değerlerin’ karşısına alternatiflerini koymak ve bu alternatiflerin samimi birer yaşayanları olmaktır. “Hayır” demek yetmez, “Evet” dediklerimizin yaşayan canlı örnekleri olmalıyız. İslam’ı gönüllerimizde ve zihinlerimizde iyice sağlamlaştırıp, tutarlı ve samimi bir şekilde yaşayacağız. Söylemlerimizi tutarlı amellerimiz ile destekleyeceğiz. Gündelik siyasi olayların etkisinde kalmadan, sığlığa prim vermeden, günübirlik tavırlara bürünmeden, kısa vadeli hesapların insanı olmadan yürüyüşümüzü tamamlama gayretinde olacağız.

Bizleri çepeçevre kuşatmış olan internet, konfor, haz ve tüketim kültürünü her anlamda hayatımızdan tamamen çıkarmamız elbette mümkün değildir. Ama bu teslim olacağız anlamına da gelmemelidir. Müslüman için aslolan bir şeyin serbest olması ya da hukuki olarak hak etmiş olması değildir.  Önemli olan ahlâki olup olmamasıdır. Her şeyin bir ahlakı olduğu gibi modern dünyanın sunduğu “imkanları” yaşamanın da bir ahlakı olduğunu unutmayacağız. Bileceğiz ki; “her hak helal değildir.” Zamanı ve enerjimizi israf etmeden, Allah’ın her an gözettiği bilincini elden bırakmadan, kimliğimizin çizdiği sınırlara riayet ederek, haramın her yerde haram olduğunun idrakinde olarak bu imkanlardan asgari düzeyde faydalanmalıyız.

Rabbimiz Bakara Suresi 246. ile 251. ayetleri arasında Tâlut ve Câlut kıssasından bahseder. Özetle; Câlut denen zalime karşı Allah yolunda savaşmak isteyen bir toplum, peygamberlerinden kendilerine bir komutan göndermelerini ister. Allah, onlara Talut’u gönderir. Tâlut ordusuyla hareket etmeye başlayınca şöyle söyler: “Allah sizi bir ırmakla/nehirle imtihan edecektir. Kim nehirden bir avuçtan fazla içerse benden değildir. Bir avuç ya da daha az içenler bendendir!” Fakat çok azı müstesna hepsi nehri görünce kana kana içtiler. Kana kana içenler düşmanlarını görünce “Bizim savaşacak gücümüz kalmadı” diyerek savaş meydanına çıkmadılar. İrade gösterip ırmaktan içmeyenler veya bir avuç içenler ise düşman karşısında çok çok az olmalarına rağmen Allah’ın yardımıyla galip geldiler.

Bütün zamanlara seslenen bu kıssa bizlere şunu hatırlatıyor: Hayatımızda hep ırmaklarla sınanacağız. Kana kana içmezsek susuzluğumuz gitmeyecek gibi gelen ırmaklar. Oysa içmek zorunda olmadığımız ya da bir avucun bizlere yeterli geleceği ırmaklar bunlar. Mal ırmağı, makam ırmağı, geçim ırmağı, sosyal medya ırmağı, tüketim ırmağı, moda ırmağı gibi birçok ırmakla sınanıyoruz/sınanacağız. Kana kana içmeyenlerimiz imtihanlarla karşılaştığında kolaylıkla geçecektir. Ama önümüze çıkan her nehirden karnımız patlayana dek içmeye devam ettikçe maalesef imtihanlarda artarda yenilgiler almaya devam edeceğiz.

Evet! Hayat zor, şartlar ağır, imtihanlar peş peşe geliyor. Şeytan Allah’a söz verdiği gibi, insanları saptırmak adına sağdan, soldan, önden ve arkadan sürekli ve sistematik saldırılarını sürdürüyor. Günahlar sıradanlaştırılıyor. Herkes nehirlerden kana kana içiyor ve bunu zaruret görüyor. Biz kulluğun güzelliklerini yaşamaya devam edeceğiz. Asla benzemeyeceğiz. İnançlarımızdan, ideallerimizden, kutsallarımızdan vazgeçmeyeceğiz. Ayağımız takıldığında, nehirlerden çokça içmek istediğimizde hemen ölümü hatırlayacağız. “Madem bir defa geldik bu dünyaya ve ölüm her an gelebilir, o halde gördüğümüz her ırmaktan doya doya içelim” diyenler gibi olmayacağız. “Madem dünyaya bir defa geldik ve ölüm her an gelebilir, o halde sabredeceğiz. Gerekmedikçe nehirlerden uzak duracağız. Bir avuçtan fazlasını ağzıma sürmeyeceğim” diyenlerden olacağız.

Kendimizi canlı tutmanın yollarını arayacağız. Camiler, sohbet halkaları, ev ziyaretleriyle, ısrarlı okumalarımız ile azmimizi bileyeceğiz. Her şeye rağmen bize eşlik edecek kimseyi bulamazsak peki? O zaman bile Hz. Nuh (a.s) gibi etrafımızda deniz olmasa da karada gemimizi yapmaktan geri durmayacağız.

İnzar Dergisi