Yâsîn Suresi, Yâsîn Suresi Arapça yazılışı, Yâsîn Suresi Türkçe okunuşu, Yâsîn Suresi Türkçe anlamı, Yâsîn Suresi tefsiri

Sûre, adını ilk âyeti oluşturan “Yâ-Sîn” harflerinden almıştır. Sûrede başlıca insanın ahlâkî sorumlulukları, vahiy, Hz. Peygamber’i yalanlayan Kureyş kabilesi, Antakya halkına gönderilen peygamberler, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza konu edilmektedir.

Ekleme: 06.05.2022 13:43:27 / Güncelleme: 06.05.2022 13:43:27 / İslam
Destek için 

Haberimizde Yâsîn Suresi, Yâsîn Suresi Arapça yazılışı, Yâsîn Suresi Türkçe okunuşu, Yâsîn Suresi Türkçe anlamı, Yâsîn Suresi tefsiri yer almaktadır.

 Sûre, adını ilk âyeti oluşturan “Yâ-Sîn” harflerinden almıştır. Sûrede başlıca insanın ahlâkî sorumlulukları, vahiy, Hz. Peygamber’i yalanlayan Kureyş kabilesi, Antakya halkına gönderilen peygamberler, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme,hesap ve ceza konu edilmektedir. Mushaftaki sıralamada otuz altıncı, iniş sırasına göre kırk birinci sûredir. Cin sûresinden sonra, Furkan sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Yerinde açıklanacak bir sebeple 12. âyetin Medine’de indiğini ileri sürenler de olmuştur.

Hz. Muhammed aleyhisselâmın hak peygamber olduğu ona indirilen Kur’an deliliyle desteklenerek açıklanır; başka peygamberlerin tevhid mücadelelerinden bir kesit verilerek bu uğurda büyük sıkıntılara katlanan Resûl-i Ekrem ve ona tâbi olanlar teselli edilir. Allah Teâlâ’nın birlik ve kudret delillerine ve evrendeki yaratılış sırlarına dikkat çekilerek öldükten sonra dirilme gerçeği ve bunun sonuçları üzerinde durulur. Râzî’nin belirttiği üzere bu sûrenin, İslâm inançlarının üç temel umdesinin (Allah’ın birliği, peygamberlik ve âhiret) en güçlü delillerle işlenmesine hasredildiği söylenebilir. Şöyle ki: 3. âyette –devamındaki delillerle teyit edilerek– peygamberlik müessesesi üzerinde durulmuş; müteakip âyetlerde Allah’ın birliği ve eşsiz gücü, öldükten sonra dirilmenin ve ilâhî huzurda yargılanmanın kaçınılmazlığı ortaya konmuş, son âyette de yine bu iki nokta (vahdâniyet ve haşir) özetlenmiştir. Kur’an’dan bu ölçüde de olsa nasibini alan kimse artık kalbinin payı olan imanı elde etmiş demektir ki bunun tezahürleri de diline ve davranışlarına yansıyacaktır.

Yâsîn Suresi Arapça Yazılışı ( Okunuşu)

 

Yasin Suresi Türkçe Okunuşu 

1.Yasın
2.Vel kur'anil hakiym
3.İnneke le minel murseliyn
4.Ala sıratım müstekıym
5.Tenziylel aziyzir rahıym
6.Li tünzira kavmem ma ünzira abaühüm fehüm ğafilun
7.Le kad hakkal kavlü ala ekserihim fehüm la yü'minun
8.İnna cealna fı a'nakıhim ağlalen fe hiye ilel ezkani fehüm mukmehun
9.Ve cealna mim beyni eydihim seddev ve min halfihim sedden fe ağşeynahüm fehüm la yübsırun
10.Ve sevaün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm la yü'minun
11.İnnema tünziru menittebeaz zikra ve haşiyer rahmane bil ğayb fe beşşirhü bi mağfirativ ve ecrin kerım
12.İnna nahnü nuhyil mevta ve nektübü ma kaddemu ve asarahüm ve külle şey'in ahsaynahü fı imamim mübiyn
13.Vadrib lehüm meselen ashabel karyeh iz caehel murselun
14.İz erselna ileyhimüsneyni fe kezzebuhüma fe azzezna bi salisin fe kalu inna ileyküm murselun
15.Kalu ma entüm illa beşerum mislüna ve ma enzeler rahmanü min şey'in in entüm illa tekzibun
16.Kalu rabbüna ya'lemü inna ileyküm le murselun
17.Ve ma aleyna illel belağul mübın
18.Kalu inna tetayyarna biküm leil lem tentehu le nercümenneküm ve le yemessenneküm minna azabün eliym
19.Kalu tairuküm meaküm ein zükkirtüm bel entüm kavmüm müsrifun
20.Ve cae min aksal medıneti racülüy yes'a kale ya kavmittebiul murseliyn
21.İttebiu mel la yes'elüküm ecrav vehüm mühtedun
22.Ve ma liye la a'büdüllezı fetaranı ve ileyhi türceun
23.E ettehızü min dunihı aliheten iy yüridnir rahmanü bi durril la tuğni annı şefaatühüm şey'ev ve la yünkızun
24.İnnı izel le fı dalalim mübın
25.İnnı amentü bi rabbiküm fesmeun
26.Kıyledhulil cenneh kale ya leyte kavmı ya'lemun
27.Bima ğafera lı rabbı ve cealenı minel mükramiyn
28.Ve ma enzelna ala kavmihı mim ba'dihı min cündim mines semai ve ma künna münziliyn
29.İn kanet illa sayhatev vahıdeten fe iza hüm hamidun
30.Ya hasraten alel ıbad ma yetiyhim mir rasulin illa kanu bihı yestehziun
31.Elem yerav kem ehlekna kablehüm minel kuruni ennehüm ileyhim la yarciun
32.Ve in küllül lemma cemiy'ul ledeyna muhdarun
33.Ve ayetül lehümül erdul meyteh ahyeynaha ve ahracna minha habben feminhü ye'külun
34.Ve cealna fiyha cennatim min nahıyliv ve a'nabiv ve feccerna fiyha minel uyun
35.Li ye'külu min semerihı ve ma amilethü eydiyhim efela yeşkürun
36.Sübhanellezı halekal ezvace külleha mimma tümbitül erdu ve min enfüsihim ve mimma la ya'lemun
37.Ve ayetül lehümül leyl neslehu minhün nehara fe iza hüm muslimun
38.Veş şemsü tecrı li müstekarril leha zalike takdiyrul aziyzil aliym
39.Vel kamera kaddernahü menazile hatta ade kel urcunil kadiym
40.Leşşemsü yembeğıy leha en tüdrikel kamera velel leylü sabikun nehar ve küllün fı felekiy yesbehun
41.Ve ayetül lehüm enna hamelna zürriyyetehüm fil fülkil meşhun
42.Ve halakna lehüm mim mislihı ma yarkebun
43.Ve in neşe' nuğrıkküm fela sariyha lehüm velahüm yünkazun
44.İlla rahmetem minna ve metaan ila hıyn
45.Ve iza kıyle lehümütteku ma beyne eydıküm ve ma halfeküm lealleküm türhamun
46.Ve ma te'tiyhim min ayetim min ayati rabbihim illa kanu anha mu'ridıyn
47.Ve iza kıyle lehüm enfiku mimma razekakümüllahü kalelleziyne keferu lilleziyne amenu e nut'ımü mel lev yeşaüllahü at'amehu in entüm illa fı dalalim mübın
48.Ve yekulune meta hazel va'dü in küntüm sadikıyn
49.Ma yenzurune illa sayhatev vahıdeten te'huzühüm vehüm yehıssımun
50.Fela yestetıy'une tevsıyetev ve la ila ehlihim yarciun
51.Ve nüfiha fis suri fe iza hüm minel ecdasi ila rabbihim yensilun
52.Kalu ya veylena mem beasena mim merkadina haza ma veader rahmanü ve sadekal murselun
53.İn kanet illa sayhatev vahıdeten feiza hüm cemiy'ul ledeyna muhdarun
54.Fel yevme la tuzlemü nefsün şey'ev vela tüczevne illa ma küntüm ta'melun
55.İnne ashabel cennetil yevme fı şüğulin fakihun
56.Hüm ve ezvacühüm fı zılalın alel eraiki müttekiun
57.Lehüm fiyha fakihetüv ve lehüm ma yeddeun
58.Selamün kavlem mir rabbir rahıym
59.Vemtazül yevme eyyühel mücrimun
60.Elem a'hed ileyküm ya benı ademe el la ta'büdüş şeytan innehu leküm adüvvüm mübiyn
61.Ve enı'büduni haza sıratum müstekıym
62.Ve lekad edalle minküm cibillen kesiyra efelem tekunu ta'kılun
63.Hazihı cehennemülletı küntüm tuadun
64.Islevhel yevme bima küntüm tekfürun
65.El yevme nahtimü ala efvahihim ve tükellimüna eydıhim ve teşhedü ercülühüm bima kanu yeksibun
66.Velev neşaü letamesna ala a'yünihim festebekus sırata fe enna yübsırun
67.Velev neşaü le mesahnahüm ala mekanetihim femestetau mudiyyev ve la yarciun
68.Ve men nüammirhü nünekkishü fil halk efela ya'kılun
69.Ve ma alemnahüş şı'ra ve ma yembeğıy leh in hüve illa zikruv ve kur'anüm mübiyn
70.Li yünzira men kane hayyave ve yehıkkal kavlü alel kafirın
71.E ve lem yerav enna halakna lehüm mimma amilet eydına en'amen fehüm leha malikun
72.Ve zellelnaha lehüm fe minha rakubühüm ve minha ye'külun
73.Ve lehüm fiyha menafiu ve meşarib efela yeşkürun
74.Vettehazu min dunillahi alihetel leallehüm yünsarun
75.La yestetıy'une nasrahüm vehüm lehüm cündüm muhdarun
76.Fela yahzünke kavlühüm inna na'lemü ma yüsirrune ve ma yu'linun
77.Evelem yeral insanü enna halaknahü min nutfetin fe iza hüve hasıymün mübın
78.Ve darabe lena meselev ve nesiye halkah kale mey yuhyil ızame ve hiye ramım
79.Kul yuhyıhellezı enşeeha evvele merrah ve hüve bi külli halkın alım
80.Ellezı ceale leküm mineş şeceril ahdari naran fe iza entüm minhü tukıdun
81.Eveleysellezı halekas semavati vel erda bi kadirin ala ey yahlüka mislehüm bela ve hüvel hallakul alım
82.İnnema emruhu iza erade şey'en ey yekule lehu kün fe yekun
83.Fe sübhanellezı bi yedihı melekutü külli şey'iv ve ileyhi türceun

Yasin Suresi Türkçe Anlamı

1.Yâ Sîn.
2, 3, 4.(Ey Muhammed!) Hikmet dolu Kur'an'a andolsun ki sen elbette dosdoğru bir yol üzere (peygamber) gönderilenlerdensin.
5, 6.Kur'an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için mutlak güç sahibi, çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir.
7.Andolsun, onların çoğu üzerine o söz (azap) hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.
8.Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarıya kalkık durumdadır.
9.Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.
10.Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.
11.Sen ancak Zikr'e (Kur'an'a) uyanı ve görmediği halde Rahmân'dan korkan kimseyi uyarırsın. İşte onu bir bağışlanma ve güzel bir mükafatla müjdele.
12.Şüphesiz biz, ölüleri mutlaka diriltiriz. Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) bir bir kaydetmişizdir.
13.(Ey Muhammed!) Onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.
14.Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, "Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz" dediler.
15.Onlar şöyle dediler: "Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz."
16.(Elçiler ise) şöyle dediler: "Bizim gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor."
17."Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir."
18.Dediler ki: "Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur."
19.Elçiler de, "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz" dediler.
20.Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Bu elçilere uyun."
21."Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir."
22."Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca ona döndürüleceksiniz."
23."Onu bırakıp da başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar."
24."O taktirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum."
25."Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım. Gelin, beni dinleyin!"
26, 27.(Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): "Cennete gir!" denildi. O da, "Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" dedi.
28.Kendisinden sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecek de değildik.
29.Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler.
30.Yazık o kullara! Kendilerine bir peygamber gelmezdi ki, onunla alay ediyor olmasınlar.
31.Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi; onların artık kendilerine dönmeyeceklerini görmediler mi?
32.Onların hepsi de mutlaka toplanıp (hesap için) huzurumuza çıkarılacaklardır.
33.Ölü toprak onlar için bir delildir. Biz onu diriltir ve ondan taneler çıkarırız da onlardan yerler
34, 35.Meyvelerinden yesinler diye biz orada hurmalıklar, üzüm bağları var ettik ve içlerinde pınarlar fışkırttık. Bunları onların elleri yapmış değildir. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
36.Yerin bitirdiği şeylerden, insanların kendilerinden ve (daha) bilemedikleri (nice) şeylerden, bütün çiftleri yaratanın şanı yücedir.
37.Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan çıkarırız, bir de bakarsın karanlık içinde kalmışlardır.
38.Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah'ın takdiri(düzenlemesi)dir.
39.Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.
40.Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
41.Onların soylarını dolu gemide taşımamız da onlar için bir delildir.
42.Biz onlar için o gemi gibi binecekleri nice şeyler yarattık.
43.Biz istesek onları suda boğarız da kendileri için ne imdat çağrısı yapan olur, ne de kurtarılırlar.
44.Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar.
45.Onlara, "Önünüzde ve arkanızda olan şeylerden (dünya ve ahirette göreceğiniz azaplardan) sakının ki size merhamet edilsin" denildiğinde yüz çevirirler.
46.Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki ondan yüz çeviriyor olmasınlar.
47.Onlara, "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden Allah yolunda harcayın" denildiği zaman, inkar edenler iman edenlere, "Allah'ın, dilemiş olsa kendilerini doyurabileceği kimselere mi yedireceğiz? Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz" derler.
48."Eğer doğru söyleyenlerseniz bu tehdit ne zaman gelecek?" diyorlar.
49.Onlar ancak, çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak korkunç bir ses bekliyorlar.
50.Artık ne birbirlerine tavsiyede bulunabilirler ne de ailelerine dönebilirler.
51.Sûra üfürülür. Bir de bakarsın kabirlerden çıkmış Rablerine doğru akın akın gitmektedirler
52.Şöyle derler: "Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı? Bu, Rahman'ın vaad ettiği şeydir. Peygamberler doğru söylemişler."
53.Sadece korkunç bir ses olur. Bir de bakarsın hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır.
54.O gün kimseye, hiç mi hiç zulmedilmez. Size ancak işlemekte olduğunuz şeylerin karşılığı verilir.
55.Şüphesiz cennetlikler o gün nimetlerle meşguldürler, zevk sürerler.
56.Onlar ve eşleri gölgelerde koltuklara yaslanmaktadırlar.
57.Onlar için orada meyveler vardır. Onlar için diledikleri her şey vardır.
58.Çok merhametli olan Rab'den bir söz olarak (kendilerine) "Selam" (vardır).
59.(Allah şöyle der:) "Ey suçlular! Ayrılın bu gün!"
60, 61."Ey ademoğulları! Ben size, şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur, diye emretmedim mi?"
62."Andolsun, o sizden pek çok nesli saptırmıştı. Hiç düşünmüyor muydunuz?"
63."İşte bu, tehdit edildiğiniz cehennemdir."
64."İnkar ettiğinizden dolayı bugün girin oraya!"
65.O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şahitlik eder.
66.Eğer dileseydik onların gözlerini büsbütün kör ederdik de (bu halde) yola koyulmak için didişirlerdi. Fakat nasıl görecekler ki?!
67.Yine eğer dileseydik oldukları yerde başka yaratıklara dönüştürürdük de ne ileri gidebilirler, ne geri dönebilirlerdi.
68.Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz (gücünü azaltırız). Hâlâ düşünmeyecekler mi?
69.Biz o Peygamber'e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır.
70.(Aklen ve fikren) diri olanları uyarması ve kafirler hakkındaki o sözün (azabın) gerçekleşmesi için Kur'an'ı indirdik.
71.Görmediler mi ki biz onlar için, ellerimizin (kudretimizin) eseri olan hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanlara sahip oluyorlar.
72.Biz o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.
73.Onlar için bu hayvanlarda (daha pek çok) yararlar ve içecekler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
74.Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp da ilahlar edindiler.
75.Onlar ilahlar için (hizmete) hazır asker oldukları halde, ilahlar onlara yardım edemezler.
76.(Ey Muhammed!) Artık onların sözü seni üzmesin. Çünkü biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.
77.İnsan, bizim kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.
78.Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: "Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?"
79.De ki: "Onları ilk defa var eden diriltecektir. O her yaratılmışı hakkıyla bilendir."
80.O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz.
81.Gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.
82.Bir şeyi dilediği zaman onun emri o şeye ancak "Ol!" demektir. O da hemen oluverir.
83.Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah'ın şanı yücedir! Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.

Yâsîn Suresi Tefsiri

Tâhâ sûresinin ilk âyetinde olduğu gibi buradaki iki harfin mahiyeti ve anlamı hususunda da müfessirler arasında iki eğilim bulunmaktadır. Bir anlayışa göre bunlar, bazı sûrelerin başında yer alan ve ayrı ayrı okunduğu için “hurûf-ı mukattaa” diye adlandırılan harflerdendir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1). Diğer eğilime göre ise “yâsîn” ayrı iki harf değil, anlamı olan bir kelimedir. Bu eğilim içinde kuvvetli bulunan görüşe göre bu kelime Arapça’nın bazı lehçelerinde “ey kişi, ey insan!” anlamına gelmektedir; burada kendisine hitap edilen kişi ise Hz. Muhammed’dir. Hatta Saîd b. Cübeyr’den, bunun Resûlullah’ın isimlerinden biri olduğu da rivayet edilmiştir (İbn Atıyye, IV, 445). Bu kelimenin Allah’ın isimlerinden biri olup burada o isme yemin edildiği, söze başlama ifadesi ve Kur’an’ın isimlerinden olduğu görüşleri de vardır (Taberî, XXII, 148-149). 

Araplar’da yalan yere yemin etmenin dünyanın harabına yol aça­cak kadar ağır bir kötülük olduğuna inanılırdı. Resûl-i Ekrem de bir hadisinde bu anlayışı teyit etmiştir. İşte bu âyetlerde Hz. Muhammed’in gerçek bir peygamber olduğu bir yemine bağlı olarak ifade edilmektedir; üzerine yemin edilen ise muhataplarınca kendileri tarafından bir benzerinin ortaya konamayacağı anlaşılmış bulunan eşsiz mûcize Kur’an-ı Kerîm’dir (Râzî, XXVI, 41).

“Hikmet dolu” diye çevrilen 2. âyetteki hakîm kelimesi, “muhkem, sağlam; öğütleri, buyruk ve yasakları yerli yerince olan” şeklinde de anlaşılmıştır (İbn Atıyye, IV, 446). Genellikle müfessirler, “ataları uyarılmamış” ifadesiyle, Hz. Muham­med’in ilk muhatap kitlesi olan Kureyş ve çevresindekilere yakın zamanlarda bir peygamber gönderilmemiş olduğuna işaret edildiği kanaatindedirler (bu konuda ayrıca bk. Secde 32/3; Sebe’ 34/44; Fâtır 35/24). Meâlde esas alınan bu mâna burada geçen “mâ” kelimesinin olumsuzluk edatı sayılmasına göredir. Bu kelimenin mahiyeti ve cümledeki rolü konusundaki farklı kanaatlere göre âyetin aynı kısmına “ataları uyarılmış” veya “atalarının uyarıldığı şeyle” anlamı da verilebilir. Bu takdirde geçmiş devirlerdeki bütün insanlar kastedilmiş olur (Taberî, XXII, 150; İbn Atıyye, IV, 446). Yine bu yaklaşıma göre cümlenin devamı ile uyumu açısından meâlin “Ataları uyarılmış ama kendileri gaflet içinde bulunan bir toplumu uyarasın diye” şeklinde olması gerekir (Zemahşerî, III, 280). 

Tefsirlerde genellikle, gerçekleşeceği belirtilen “söz”den maksadın Hûd sûresinin 119. âyeti ile Secde sûresinin 13. âyetinde geçen Allah Teâlâ’nın “Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım!” şeklindeki yemin ifadesi olduğu belirtilir (meselâ Zemahşerî, III, 280; başka yorumlar için bk. Râzî, XXVI, 43-44).

İlk âyette inkârda direnenlerin durumuna ait temsilî bir anla­tıma yer verilmiştir. Bunun inkârcıların âhiretteki halleriyle ilgili bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat müteakip âyette gözlerine perde indirildiğinin ve artık görmediklerinin belirtilmesi bu yorumu zayıflatmaktadır, zira kıyamet günü inkârcılar kendi durumlarının ne kadar kötü olduğunu çok iyi göreceklerdir (İbn Atıyye, IV, 446-447; inkârcıların âhirette kör olmalarının ne anlama geldiği konusunda bk. İsrâ 17/72, 97; Tâhâ 20/124-125).

8 ve 9. âyetlerdeki tasvir için yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Pek çok açık kanıta rağmen inatla inkârcılıklarını sürdürenler öyle iç ve dış etkenler, öyle psikolojik ve sosyolojik şartlar ve alışkanlıklarla kuşatılmışlardır ki, boyunlarına çenelerine kadar dayanan boyunduruklar geçirilmiş gibidirler; kafaları yukarı kalkık, gözleri aşağıya kaymıştır; hangi yöne dönseler hidayet ışığına uzaktırlar; böbürlendikleri ve nefislerine tutsak oldukları için Fussılet sûresinin 53. âyetinde sözü edilen delilleri, gerek kendilerini çevreleyen dış âlemdeki gerekse ruhî ve biyolojik yapılarındaki kanıtları artık göremezler. Boyunlarına halkalar geçirildiğinin belirtilmesi, insanın fıtratına yerleştirilen cebrî bir durumdan değil, onların kendi işledikleri suçtan ötürü gördükleri bir karşılıktan söz edildiğini gösterir; zira bunlar birer cezalandırma aracıdır, ceza ise su­çun karşılığıdır (başka açıklamalarla birlikte bk. Râzî, XXVI, 44-46; Elmalılı, VI, 4010). Bazı müfessirlere göre 8. âyette, inkârcıların bu tutumlarının onları sahip oldukları imkânlardan başkalarını yararlandırmaktan ve Allah yolunda harcama yapmaktan da alıkoyduğuna işaret edilmektedir (Taberî, XXII, 151; Şevkânî, IV, 413).

Halkaların çenelere kadar dayandığı belirtilirken kullanılan “onlar” zamiri bazı müfessirlere göre daha sonra gelen “eller” anlamındaki kelimenin yerini tutmakta ve burada ellerin boyuna bağlanmış halinden söz edilmektedir (Taberî’nin farklı bir kıraatle desteklediği bu yorumun ayrıntısı için bk. XXII, 150-151; Zemahşerî’nin bu yoruma yönelttiği eleştiri için bk. III, 280-281). 

Buradaki “ancak” kaydı, belirtilenler dışındakilerin uyarı kapsa­mında olmadıkları anlamında değil, uyarının sadece onlara yarar sağlayacağını belirtmek içindir (İbn Atıyye, IV, 448). Müfessirler arasında, bu âyette geçen “zikir” kelimesiyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği kanaati hâkimdir. Bunu Kur’an’daki âyetler veya insanın fıtratını tamamlayan açık kanıtlar şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Râzî, XXVI, 47). 

Müşriklerin ağır baskıları altında büyük sıkıntılar çeken Hz. Peygamber ve müminler için teselli ve moral kaynağı özelliği taşıyan bu âyet kümesi, yüce Allah’ın eşsiz kudret ve ilmine, ölüleri diriltmeye kadir olanın da, herkesin yapıp ettiklerini bilenin de yalnız O olduğuna özel bir vurgu yapılarak bitirilmektedir. Bazı ilk dönem müfessirleri bu âyetteki “ölüleri diriltme” ifadesinden maksadın şirkten çıkarıp imana eriştirmek olduğunu belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 281).

Bir taraftan kişinin bütün yapıp ettiklerinin kayda geçirildiğinin, diğer taraftan da olup bitecek her şeyin zaten Allah Teâlâ’nın ezelî ilminde mâlûm olduğunun belirtilmesinden şöyle bir anlam çıkarılabilir: İnsanın bütün eylemlerinin kayda geçirilmesine yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur; bu, insanın bu bilgiyi her zaman göz önünde bulundurup dünya hayatındaki varlığını anlamlandırabilmesi ve her adımını varlık sebebine uygun bir bilinç içinde atması içindir. Bu sayede insan soyut bir ahlâkî görev telakkisiyle baş başa kalmamış olur; yaşanan hayat gibi canlı, her anını kuşatan ve her davranışına yön veren somut bir tasavvurdan güç alır. Yine bu inanç kişiye, insanın metafizik âlemle ilişkisinin sırf Tanrı’ya yalvarılan ve belirli dinî vecîbelerin ifa edildiği zaman dilimlerine hapsedilemeyeceği şuurunu kazandırır, fizik âlemde olup bitenlerle fizik ötesi gerçekler arasındaki sıkı bağı kavramasını kolaylaştırır.

Tefsirlerde âyetin “gelecek için yaptıkları her şey ve bıraktıkları her iz” şeklinde tercüme edilen kısmı açıklanırken, bir yandan iyi olsun kötü olsun insanların bütün işlediklerinin tesbit edildiği belirtilir; diğer yandan da kişinin öbür dünyada karşısına çıkacak amel defterinin ölümle kapanmadığı, yararlı bir bilgiyi öğretme veya kaleme alma, bir imkânını vakfedip kalıcı hayır yapma, insanların faydalanacakları hizmet binası, cami, misafirhane, köprü vb. iyi eserler bırakmanın yahut bazı zalim yöneticilerin yaptığı gibi insanların eziyet çekmesine, zarara girmesine veya Allah yolundan sapmasına sebep olacak usuller ihdas etmek suretiyle geride kötü izler bırakmanın –bu iz ve eserler varlığını koruduğu sürece– insanın sorumluluk hanesine olumlu veya olumsuz puanlar halinde kaydedildiği üzerinde durulur (Zemahşerî, III, 281; Şevkânî, IV, 414). Bu bakımdan âyeti “ölmeden yapıp tükettikleri, bitirdikleri ile izi ve eseri devam eden bütün işlerini (amellerini) ...” şeklinde çevirmek de mümkündür. Hz. Peygamber’in şu meâldeki hadisi insanların yararı devam ettiği sürece sevabı da yenilenen hayır faaliyetlerine yoğun biçimde yönelmelerinde ve özellikle vakıf kurumunun gelişmesinde çok etkili olmuştur: “İnsan öldükten sonra amel (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât” (Müslim, “Vasiyet”, 14; Tirmizî, “Ahkâm”, 36). Fakat bu hadiste amel defterinin kapanması sevapların yazılması açısındandır. Birçok müfessirin konumuz olan âyetin yorumu sırasında belirttiği üzere, başkalarının kötülük işlemesine sebebiyet verecek kötü bir yol açanlar da bu âyetin kapsamındadırlar ve etkileri öldükten sonra devam eden bu kötülüklerden ötürü veballeri de artmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz şu hadisinde başkalarını etkileyecek çığır açmanın iki şeklini de ayrı ayrı ifade etmiştir: “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir” (Müslim, “İlim”, 15, “Zekât”, 44, 69; Müsned, IV, 362).

“Ana kitap” diye çevrilen imâm kelimesi, “delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan kitap”, “levh-i mahfûz” ve “amel defterleri” gibi mânalarla açıklanmıştır (İbn Atıyye, IV, 448). Yüce Allah’ın kendi ilmini sözlükte “öncü, kendisine uyulan” anlamlarına gelen bu kelimeyle nitelemesi, rabbânî irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun biçimde cereyan ettiğini belirtmek içindir (İbn Âşûr, XXII, 357; bu hususun insanın mesuliyeti ile ilişkisi hakkında bk. Fâtır 35/11; irade ve kader konusunda bilgi için bk. Bakara 2/7; Enfâl 8/17-23).

Ensardan Selemeoğulları’nın yerlerini yurtlarını terkedip Mescid-i Nebevî çevresine yerleşmek istemeleri üzerine Resûlullah bunu uygun görmemiş ve onlara “Kendi bulunduğunuz yerde de yaptıklarınızın izleri kayda geçirilir” buyurmuştu. Bazıları bu olayı delil göstererek bu âyetin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki Hz. Peygamber’in bu âyetteki ifadeyi Medine’de geçen olayda kullanmış olması onun Medine’de indiğini göstermez (İbn Atıyye, IV, 445, 448).

Kendilerine üç peygamber birden gönderilmesine rağmen inkârcılıkta direnen, üstelik onlara iman eden kişiyi horlayan –hatta muhtemelen onu hunharca öldüren–, bu yüzden de feci bir ilâhî cezaya çarptırılan bir belde halkının durumu, Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmekte ısrar eden ve ona inananları ağır baskılara mâruz bırakan ve kendisini de öldürmeyi düşünen Mekke müşriklerinin gözleri önüne bir ibret levhası olarak konmaktadır. “Şehir halkı” şeklinde tercüme edilen ashâbü’l-karye tamlamasında nerenin kastedildiği kesin olarak bilinmediği için bu tamlama dinî eserlerde oranın ahalisini ifade eden bir terim haline gelmiştir. “İnsanların toplandığı yer” mânasına gelen karye kelimesi, daha çok köy ve kasaba gibi küçük yerleşim merkezleri için kullanılır; fakat Kur’an’da Mekke ve Kudüs gibi şehirler için de kullanılmaktadır. 20. âyetteki “şehrin öbür ucundan” ifadesi burada sözü edilen yerleşim yerinin de şehir büyüklüğünde olduğunu düşündür­mektedir.

Halkın iki elçiyi dinlememesi üzerine bir üçüncüsü gönderilmiş, 14-19. âyetlerde özetlenen diyalogdan anlaşıldığı üzere şehir halkı, hakaret ve tehditlerle dolu bir üslûp kullanarak inkârcılıkta direneceklerini açıkça ifade etmişlerdir. Bu tutumun elçilere karşı bir eyleme dönüşmesinden endişe ettiği anlaşılan ve onlara inanan bir müminin ikna edici sözlerle onları elçilere tâbi olmaya çağırması da fayda etmemiş, âyetin ifade akışından anlaşıldığına göre o da şehir halkınca öldürülmüştür.

Kur’an-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde burada sözü edilen şehrin neresi, ahalisinin ve gönderilen elçilerin kimler olduğuna dair bilgi bulunmamaktadır. Tefsirlerde söz konusu yerleşim merkezinin Antakya ve gönderilen elçilerin ise Hz. Îsâ’nın havârileri olduğu belirtilir; buna göre karye halkı da Romalılar olmaktadır. Fakat 14. âyette elçilerin Allah tarafından gönderildiği ifade edildiğine göre bunların Hz. Îsâ tarafından yollanan havâriler şeklinde anlaşılması isabetli olmaz. Kaldı ki Yeni Ahid’de Antakya’ya gittiği belirtilen Barnabas, Petrus ve Paul’ün oraya gidişleri Îsâ’nın semaya urûcundan sonra olmuştur yani bunlar onun tarafından da gönderilmiş değildirler. Öte yandan havâriler Antakya’da herhangi bir direnişle karşılaşmamış, bu yerin halkı Hz. Îsâ’ya inanmakta gecikmemiş ve şehir bir müddet sonra Hıristiyanlığın belli başlı merkezlerinden biri olmuştur (bk. Resullerin İşleri, 11/19-26, 14/8-28, 15/22, 35-36. Elçilerin isimleri, Allah tarafından mı Hz. Îsâ tarafından mı gönderildikleri ve karşılaştıkları muamele hususunda müfessirlerin verdikleri bilgiler birbirini tutmamaktadır, meselâ krş. Taberî, XXII, 156; Râzî, XXVI, 54; İbn Atıyye de zikredilen bu bilgiler sağlıklı olmadığı için kendisinin ihtisar yolunu tuttuğunu belirtir, IV, 450).

Müfessirlere göre elçilerin tebliğini kabul edip onlara uyulmasını tavsiye eden mümin kişinin adı Habîb b. Mûsâ, Habîb b. İsrâil veya Habîb b. Mer‘î’dir. Başka mesleklerden de söz edilmekle beraber daha çok marangoz (neccâr) olduğu belirtildiğinden bu kişi İslâmî kaynaklarda Habîb en-Neccâr diye anılır. Hatta İbn Âşûr 1078 yılında meşrık hattıyla istinsah edilmiş bir mushaf gördüğünü ve burada Yâsîn sûresine, “Habîb en-Neccâr sûresi” başlığının konmuş olduğunu yazmaktadır (XXII, 341). Bazı eserlerde Habîb’in günlük kazancının yarısını ailesine ayırıp diğer yarısını hayır yolunda harcadığı, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğu, sözde mâbudların ahşap heykellerini yapan bir dülger iken elçilerin mûcizelerini görünce hidayet bulduğu, halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak, linç edilerek veya hızarla kesilerek öldürüldüğü, bir keramet olarak kesilmiş başını eline alıp dolaştığı gibi rivayetler yer alır. Antakya yöresi halkı, çok ziyaret edilen ve ona ait olduğu sanılan bir kabrin bulunduğu Silpius dağına onun adını vermişlerdir. Yeni Ahid’de (bk. Resullerin İşleri, 11/28, 21/10) sözü edilen Agabus’un Habîb en-Neccâr olduğu ileri sürülmüşse de bunu ispat eden bir delil bulunmamaktadır.

Kıssanın amacı, ilâhî mesaja kulak tıkamakta ısrar eden ve Allah’ın elçilerine karşı bağnaz bir tutum sergileyenlerin âkıbetleri hakkında bir örnek vermek, bir taraftan Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr edenlere güçlü bir uyarı yaparken diğer yandan da ona tâbi olanların mâneviyatını yükseltmektir. (Bu konuda bilgi ve değişik yorumlar için bk. Taberî, XXII, 155-162, XXIII, 1-4; Abdullah Aydemir, “Ashâbü’l-Karye”, DİA, III, 468-469; Ömer Faruk Harman, “Ashâb-ı Karye”, İFAV Ans., I, 166-167; “Habîbünneccâr”, İA, V/1, 9-10; Süleyman Ateş, “Habîb en-Neccâr, DİA, XIV, 373-374; Elmalılı, VI, 4016; Esed, II, 898-899; elçiler ile şehir halkı arasında geçen diyalogda ve mümin kişinin çağrısında yer alan ifadelerin mâna incelikleri hakkında özellikle bk. Râzî, XXVI, 50-65).

19. âyette geçen ve lafzan “Kuşunuz sizinle beraberdir” demek olan cümle Arap dilinde meâlde olduğu gibi, “Uğursuzluğunuz kendinizdendir” şeklinde deyimsel bir anlam kazanmıştır (izahı için bk. A‘râf 7/131; İbn Atıyye, IV, 450). 20. âyetin “şehrin öbür ucundan bir adam” diye çevrilen kısmıyla, o memleketteki insanların ileri gelenlerinden biri mânası da kastedilmiş olabilir (Elmalılı, VI, 4017). 25. âyetteki hitabın peygamberlere yönelik olduğu kabul edilirse mâna şöyle olur: “Şimdi beni duyun da şahit olun, yarın âhirette O’nun huzurunda tanıklık edin.” Şayet kendi toplumuna hitap olarak düşünülürse, “Ey kavmim! Gelin beni dinleyin de o elçilere uyun” şeklinde anlaşılmalıdır. Bunu, gelecekteki insanlar da dahil olmak üzere duyma yeteneği olan herkese bu olaydan ibret alınması için yapılmış bir çağrı olarak da düşünmek mümkündür (Elmalılı, VI, 4019). 26. âyette yer alan “Cennete gir” anlamındaki cümle genellikle iman ettiğini açıklayan kişiye verilmiş ilâhî bir müjde olarak yorumlanmış, bunun hemen imanını açıklaması veya şehit edilmesi üzerine söylenmiş olabileceği üzerinde durulmuştur (bk. Zemahşerî, III, 284; Râzî, XXVI, 60). 29. âyetteki “dehşet verici ses” anlamına gelen sayha kelimesi “tek” anlamına gelen vâhide sıfatı ile nitelenmiştir. Buna göre âyetin ilk cümlesinin lafzî karşılığı “(Cezaları) tek bir korkunç sesten ibaretti” şeklinde olur. Fakat burada sesin sonuna kadar aynı şekilde devam etme özelliğine işaret bulunduğu için (İbn Âşûr, XXIII, 6), bu cümle “(Cezaları) korkunç bir sesten ibaretti” şeklinde tercüme edilmiştir. Korkunç sesin mahiyeti hakkında burada bir açıklama bulunmamakla beraber, Kur’an’ın haklarında aynı kelimeyi kullandığı kavimlerle ilgili başka ifadelerinden hareketle bu cezanın yıldırım çarpması ve deprem olabileceği açıklamaları yapılmıştır; bazı müfessirler ise bunu Cebrâil’in çıkardığı bir ses olarak yorumlamışlardır. 30. âyetin başındaki “Yazık o kullara!” şeklinde tercüme edilen ifadenin inkârcıların ilâhî azabı gördükten sonra üç peygamberi kastederek ve fırsatı kaçırdıklarını anlatmak üzere söyledikleri bir söz olduğu görüşü esas alınırsa (bk. İbn Atıyye, IV, 452) buna “Ah! O kullar nerede!” gibi bir anlam vermek gerekir. 

Yeryüzü sönmüş bir ateş halinde yani hayat ile tamamen zıt bir mahiyette iken ona can veren, bitkisel ve hayvansal organizmalarla onu diri kılan ve orayı yaşanır hale getirenin kim olduğunu düşünmek bile yüce Allah’ın varlığını, birliğini ve eşsiz kudretini kavramak için yetecek kanıtları gözlerimizin önüne serecektir (ayrıca bk. Hac 22/5). Peygamberlerin ve onların haklılığını savunan mümin kişinin yalnız Allah’a kulluk etme çağrısı üzerinde hiç düşünmeksizin bağnaz bir tutum sergileyen toplum örneğine değinildikten sonra bu ve müteakip âyetlerde, her dönemde benzerleri bulunabilen bu tür insanların gerçekleri görmeleri için evrende ve yakın çevrelerinde olup bitenlere ibret gözüyle bakmalarının yeterli olacağı mesajı verilmektedir.

“Taneler” şeklinde çevrilen 33. âyetteki hab kelimesi bir cins ismi olup miktar olarak azı da çoğu da kapsar; yaygın anlamı “tahıl türünden taneler” olmakla beraber, genel olarak bütün bitkilerin tohumlarını ifade etmek için de kullanılır. Bir yoruma göre burada hayatın ilk başlangıcına dikkat çekilmekte yani ölü arza bitkisel hayattan başlayan bir canlılık verilip ondan habbeler çıkarıldığı, böyle tek hücrecikten başlayan bu hayatın insan hayatına doğru terbiye ve tekemmül ettirildiği belirtilmektedir (bk. Elmalılı, VI, 4024-4025; ayrıca bk. En‘âm 6/95, 99). Yaratma ile ilgili başka bazı âyetler ışığında burada, tabiattaki sürekli yenilenmenin ve insanın temel gıdalarını oluşturan bitkisel ürünlerin meydana gelmesinin daima Allah Teâlâ’nın irade ve kudretine, O’nun koyduğu yasalara bağlı olduğunu hatırlatmanın amaçlandığı da söylenebilir. Müfessirler bu kelimeyi daha çok tahıl anlamıyla açıklamışlar ve hububatın insanın günlük yaşantısındaki önemine dikkat çekmişlerdir (meselâ Zemahşerî, III, 285-286; Râzî, XXVI, 66, 67).

35. âyette “onun ürünlerinden” denirken “o” anlamındaki zamirin daha önce anılan nimetlerin, fışkırtıldığı belirtilen suyun veya bahçelerin yerini tuttuğu düşünülebilir. Bazı müfessirlere göre bu zamirle Allah Teâlâ kastedilmiş olup burada “Allah’ın yarattığı ürünlerden” mânası vardır. Râzî ise bu tamlamaya “kaynaklardan su akıtmanın yararların­dan” mânasının da verilebileceği kanaatindedir (Zemahşerî, III, 286; İbn Atıyye, IV, 453; Râzî, XXVI, 67-68; Şevkânî, IV, 422). Yine aynı âyetin “... onun ürünlerinden ve kendi elleriyle ürettiklerinden yesinler” diye çevrilen kısmında geçen “mâ” kelimesi meâlde ilgi zamiri olarak değerlendirilmiştir. Buna göre ziraat, ticaret gibi yollarla elde edilen ürünler, ziraî mahsullerin el emeği ile üretilenleri, yenmesi için pişirme, değişik işlemlerden geçirme gibi emek isteyenleri kastedilmiş olur (Râzî, XXVI, 68). “Mâ” ilgi zamiri değil olumsuzluk edatı kabul edildiği takdirde bu kısmın meâli “–meydana getiren kendileri olmadığı halde– onun ürünlerinden yesinler” şeklinde olur. Bu mânayı esas alan müfessirler bu ifadeyi şöyle açıklamışlardır: Üretmek için çaba sarfedip katkı sağlamış olsalar bile bu ürünler onlar tarafından yaratılmış değildir, Allah’ın bir ihsanıdır, buna rağmen hâlâ şükretmezler mi? (Şevkânî, IV, 422; şükür hakkında bk. İbrâhim 14/7).

36. âyette, kâinatta insanın bildiği ve bilmediği bütün çiftleri yüce Allah’ın yarattığı belirtilerek her birinin paydaşı, eşi, benzeri, karşıtı olan bu çiftlerin hepsinin yaratılmışlık özelliğine, dolayısıyla bunları yaratanın tek olduğuna dikkat çekilmektedir. İnsanların Kur’an’ın indiği sırada bilmediği birçok şeyde de çift yaratılma özelliğinin bulunduğu modern araştırmalar tarafından ortaya çıkarılmış olup bu, ileride daha nice varlık, olay ve kavram çiftlerinin keşfedilebileceğinin işaretidir. Paul Dirac adlı bilim adamının atom parçacıklarının da çift yaratıldığını yani elektron karşısında pozitronun bulunduğunu tesbit edip, “parite kanunu”nu keşfetmesi ve bu sayede Nobel ödülü kazanması, bu âyetteki anlam derinliğine ışık tutucu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

Bu âyetin “sübhân” yani Allah’ı yüceltme ve O’nun her türlü eksiklikten uzak olduğunu belirten hayranlık ifadesiyle başlamasından hareketle, burada zikredilen nimetin öncekilerden de mühim olduğu, dolayısıyla insan hayatında izdivacın önemi ve değeri hakkında bir mâna inceliği taşıdığı yorumu da yapılmıştır (Elmalılı, VI, 4028). Burada toprağın bitirdiklerine özel yer verilmesi, bunların gerek insanlar gerekse yine insanın besin kaynaklarından olan hayvanlar için hayatî bir önem taşıması ile izah edilebilir (İbn Âşûr, XXIII, 17). 

Gündüzün geceden çekilip alınması ile ilgili olarak âyette kullanılan fiil hem “deriyi yüzmek” veya “kabuğu soymak” hem de “çıkarmak” anlamlarına gelmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu âyetin devamında “Karanlık içinde kalıverirler” cümlesinin yer aldığını göz önüne alarak bu olayın ürkütücü ve mahrumiyette bırakma etkisine dikkat çekildiği yorumunu yapmışlar; bazıları ise bu ifadeyle insanlara sağlanan aydınlık nimetine ve daha geniş bir bakışla yüce Allah’ın ölülere hayat verme kudretine işaret edildiğini belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 286; Elmalılı, VI, 4028-4029). Taberî bu ifadenin gecenin gündüze ve gündüzün geceye katılması hakkındaki âyete (bk. Âl-i İmrân 3/27) göre yorumlanmasını uygun bulmaz (XXIII, 5, 36). Âyetin bu kısmı için şöyle bir açıklama uygun olabilir: Gezegenimizde asıl olan karanlık olup dönme sebebiyle dünyanın güneşe bakan yüzü o konumunu değiştirince gündüz çekilip alınmış olmakta, asıl olan karanlık devam etmektedir (36. âyette makro planda mekân deliliyle, burada da makro planda zaman deliliyle istidlâl edildiğine dair felsefî ve kelâmî bazı izahlar için bk. Râzî, XXVI, 69-70). 

Güneş, yer kürenin ve güneş sisteminin diğer üyelerinin çevresinde dolandıkları yıldızın adıdır ve güneş sistemi Samanyolu galaksisi içinde yer alan yıldız sistemlerinden biridir. Samanyolu da, sayısı milyarlarla ifade edilen galaksilerden (gökada) sadece birisidir. Astronomi alanındaki incelemeler güneşin hem parlaklık hem büyüklük açısından vasat, sıradan bir yıldız olduğunu, fakat yere en yakın yıldız olması sebebiyle diğer yıldızlardan daha büyük ve parlak göründüğünü ortaya koymuştur.

Güneşin önemi dünyamızın, etrafında dolandığı bir gezegen olma­sından ve yeryüzündeki hayatın sürdürülmesi için gerekli ısı ve ışığın kaynağını teşkil etmesinden ileri gelir. İnsanların ihtiyaç duyduğu besinler güneş enerjisi sayesinde oluştuğu gibi doğal gaz, petrol, kömür gibi yakıtların kaynağı da güneş enerjisidir. Atmosferdeki iklim olayları, rüzgâr ve yağışlar güneş enerjisiyle oluşur; yerdeki suyun dolanımı güneş enerjisiyle gerçekleşir; yeşil bitkiler güneş enerjisiyle fotosentez yapar. Ay da dünyamızın yegâne tabii uydusu olup güneşten aldığı ışığın çok az bir kısmını dünyaya göndermekte, böylece –evrelerine göre farklılık taşımakla beraber– geceleri açık havada yeryüzünü aydınlatmaktadır. Yine güneş ve ay, vakitlerin hesaplanması ve takvim yapılması konularında özel bir yere sahiptir (bu konuda bilgi için bk. Muammer Dizer, “Ay”, DİA, IV, 185-186). Özet olarak her ikisinin önemi dünya, dolayısıyla insan ile ilgilerinden kaynaklanmaktadır.

Bâriz biçimde göze hitap etmeleri ve insan hayatındaki önemlerinin bilinmesi sebebiyle güneş ve ay öteden beri insanların ilgisini celbetmiş, hatta –tanrılaştırma düzeyine varacak kadar– dinî inançları etkilemiştir (insanlık tarihinde güneş kültü ve değişik dinî ve kültürel çevrelerin kozmogonilerinde güneşin ve ayın yeri hakkında bilgi için bk. Ahmet Güç, “Güneş”, DİA, XIV, 288-291; Mahmut Kaya, “Ay”, DİA, IV, 183; Hz. İbrâhim’in dahi evrenin yaratıcısını araştırırken ayın ve güneşin doğuşundan etkilenme tecrübesi yaşadığına dair Kur’an’daki anlatım için bk. En‘âm 6/75-78).

Yahudi geleneğine göre güneş, mevsimlerin düzenlenmesi ve günün aydınlatılması için Allah tarafından yaratılışın dördüncü gününde meydana getirilmiştir (Tekvin, 1/14-19). Eski Ahid’deki ifadelerden erken yahudi düşüncesinde güneşin sadece bir gök cismi olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Öte yandan Eski Ahid’de Filistin’deki güneş kültleri hakkında bilgi verilirken güneşe temas edilmekte ve yahudilere bu kült kesin olarak yasaklanmaktadır; ancak, bu konuda bazı kralların değişik tavırları ile karşılaşılmakta, Hezekiel’in günlerinde (m.ö. VI. yüzyıl başlarında) dahi bu kültün yahudiler arasında sürdüğü görülmektedir.

Yeni Ahid’de güneşle ilgili inançlar geleneksel yahudi görüşü doğrul­tusundadır. Güneş yalnızca bir gök cismidir ve kutsallığı söz konusu değildir; bazan ölümü sembolize etmek için kullanılmıştır. Fakat Ortaçağ ikonografisinde güneşin, Hz. Îsâ’nın sembolü olarak kullanıldığı görülür. Romanesk sanatta zamana hâkim olan Hz. Îsâ, zamanı belirleyen güneşle özdeş tutulmuş ve bir güneş diski halinde tasvir edilmiştir (Ahmet Güç, “Güneş”, DİA, XIV, 290).

İslâm öncesi Arap tarihiyle ilgili araştırmalar, Araplar’ın –Arap Yarımadasının muhtelif yerlerinde olmak üzere– güneşe tapmış olduklarını ve bu durumun milât öncesine uzandığını göstermektedir. Yine bu araştırmalar Câhiliye dönemi dininin yıldızlara tapma temeline dayalı olduğunu, bütün tanrı isimlerinin özde Ay (baba), Güneş (anne) ve bunların kızları Zühre’den (Venüs) meydana gelen semavî üçlüye bağlı bulunduğunu ve Câhiliye Arapları arasında güneş kültünün var olduğunu ortaya koymaktadır (bk. Cevâd Ali, el-Mufassal fî târîhi’l-Arab kable’l-İslâm, VI, 50-57). Dolayısıyla, bu tesbit ile şu anlamdaki âyetin örtüştüğü söylenebilir: “Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun işaretlerindendir. Eğer gerçekten Allah’a tapıyorsanız güneşe de aya da secde etmeyin, onları yaratan Allah’a secde edin” (Fussılet 41/37; Sebe halkının güneşe secde ettikleri hakkında bk. Neml 27/24).

Kur’an güneş ve aya temas ederken, Allah’ın ilminin kuşatıcılığına, bunların O’nun kudretinin eseri olduğuna ve yüce yaratıcının insanlara lutfettiği nimet ve imkânlara dikkat çekmeyi hedeflemiştir. Nitekim 38. âyetin son cümlesinde de bu yönde bir vurgu yer almıştır. Güneş ve ayın evrendeki yeri, önemi ve hareketlerinden söz eden âyetlerin hepsinin –ağırlıklı görüşe göre– Mekkî oluşu da bu konuya değinilmesindeki asıl amacın yanlış inançların tashihi ve Allah Teâlâ’ya kullukta mutlak teslimiyetin telkini olduğunu göstermektedir (Kur’an’da ve hadislerde güneş ve ay hakkında yer alan açıklamalara genel bir bakış için bk. Celal Yeniçeri, “Güneş”, DİA, XIV, 291-292; Mahmut Kaya, “Ay”, DİA, IV, 182-183).

Kur’an’ın Allah kelâmı olduğuna ve evrendeki bütün varlıkların O’nun tarafından yaratıldığına inanan mümin, diğer konularda olduğu gibi Kur’an’ın güneş, ay vb. konulardaki açıklamalarını da üzerinde düşünülüp sonuçlar çıkarılacak hareket noktaları olarak görür. Bu anlayış birbirini besleyen iki yönlü bir gelişmeyi beraberinde getirir: Bir yandan insanların düşünce ufukları genişler, bu konular üzerinde yoğunlaşmayı özendiren bir ortam oluşur; diğer yandan da bu yönelişin harekete geçirdiği gözlem, deney ve araştırmalar ışığında hem bunların yaratılmasındaki hikmetler hem âyetlerde bulunan onlara ilişkin açıklamalardaki derin mânalar kavranmaya çalışılır. Nitekim pozitif bilimlerle meşgul olan müslüman bilginler erken dönemlerden itibaren astronomi alanında –kendilerinden önceki bilgi birikiminden de yararlanarak– ilimler tarihi içinde seçkin bir yere sahip önemli çalışmalar gerçekleştirmişlerdir (güneşle ilgili bazı örnekler için bk. Yavuz Unat, “Güneş”, DİA, XIV, 293; ayla ilgili bazı örnekler için bk. Muammer Dizer, “Ay”, DİA, IV, 183, 184, 185, 186). Din âlimleri de bu tesbit ve teorilerden yararlanarak güneş ve ay ile ilgili âyetler hakkında değişik yorumlar yapmaya başlamışlardır. Ancak bu yorumların o dönemlerin imkân ve şartları içinde ulaşılan bilgi birikimine göre değerlendirilmesi gerektiği, onları günümüz şartları ve imkânları içinde ulaşılan sonuçlarla kıyaslamanın doğru olmayacağı açıktır. İslâm dünyasının fikir ve ilim hayatında ilk zamanlardakine göre önemli bir irtifa kaybına uğraması kuşkusuz bu iki yönlü gelişmeyi de oldukça zayıflatmıştır. Fakat günümüzde çok ileri bir düzeye gelmiş olan astronomi, astrofizik ve güneş fiziği gibi bilim dallarının verileri, yakın zamanlarda yeni bir ivme kazanmış olan Kur’an araştırmaları açısından da ayrı bir önem taşımakta ve işaret edilen iki yönlü gelişmenin yeniden canlanması ihtimalini güçlendirmektedir. Özellikle bu alanda çalışan araştırmacıların kâinat kitabının ihtişamı karşısındaki hayranlıklarını gizlemeyip onun arkasındaki kudrete dikkat çekmeleri, bunun da fikir ve ilim çevrelerini, dinî telakkilerin, otantikliğinde kuşku bulunmayan kutsal bir metinle temellendirilmesi arayışına yönlendirmesi bu gelişmelerin önemli işaretlerindendir.

38. âyetin ilk cümlesinde geçen “müstakar” kelimesi mimli masdar, ism-i zaman veya ism-i mekân olabilir; başındaki “lâm” harfi de birkaç mânada kullanılabilmektedir. Bu sebeple âyetin bu kısmı için değişik yorumlar yapılabilir. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: Güneş, a) Kendisi için belirlenmiş bir zamana (bu âlemdeki mevcut düzenin bozulmasına yani duracağı ana, kıyamet gününe) kadar, b) Kendine özgü istikrar mahallinde yani sabit eksen (kendi ekseni) etrafında,

c) Kendisinin karargâhı olan âlemin yararına, d) Kendisi için belirlenmiş yere doğru (ki bu da, başlangıç noktasına, varabileceği en yüksek noktaya ve inebileceği en düşük noktaya, doğunun ve batının en uç noktalarına doğru vb. şekillerde açıklanmıştır), e) Kendisi için takdir edilmiş düzen sebebiyle; yani hesapsız, kör bir tesadüf ile değil düzenli bir kanuna göre, f) Kendi âleminde bir istikrar ve denge meydana getirmek amacıyla, g) Sonunda sükûna erip durması için, h) Yıllık veya günlük hareketini tamamlamak üzere hareket eder (Râzî, XXVI, 71; Elmalılı, VI, 4030; Celal Yeniçeri “Güneş”, DİA, XIV, 292). Kur’an ve hadislerdeki kıyamet tasvirlerinde güneşin mevcut düzeninin bozulmasından hatta dürülüp tortop edilmesinden söz edildiği gibi, her yıldızın sınırlı bir yaşa sahip olduğu da bilimsel araştırmalarca ortaya konmuş bir gerçektir. Bu sebeple 38. âyet için bu sonucu ön plana çıkaran bir yorum yapılması mümkündür ve bu mânayı tercih edenler olmuştur. Kıyamet vaktine hasretmeyenlerce de, bu âyete genellikle zaman veya mekân unsurlarına göre, “kendisi için belirlenmiş zamana kadar; yerde veya yere doğru” tarzında anlamlar verilmiştir. Elmalılı bu konuda şu hususa dikkat çeker: Bu cereyanı güneşin yalnız mekânda hareketi diye anlamamalı, mekânla ve zamanla ilgili bütün etki, sonuç ve durumlarıyla varlığını sürdürmesi mânasında anlamalıdır. Meselâ ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanıdır (VI, 4029-4030). Kanaatimizce bu âyete Elmalılı’nın bu yaklaşımına göre ve günümüz güneş astronomisi araştırmalarında yapılan tesbitler de göz önüne alınarak mâna verilmesi uygun olur. Zira bu yaklaşım güneşin dönme hareketinin yanı sıra, çekirdeğinde enerji üretmesini, “spikül” (iğnecik) adı verilen fışkırtıların yükselmesini, fışkırmalar (güneş yüzeyinde şerit biçimli gaz akımları), püskürmeler (genellikle renkküre beneklerinde zaman zaman ortaya çıkan âni parlamalar) vb. güneş olaylarını da kapsamına alır. Bu sebeple meâlde güneşin fonksiyonları ve var oluş hikmeti dikkate alınarak ilk cümle, “Güneş kendisine ait yerleşik bir düzene göre hareket eder” şeklinde tercüme edilmiştir. Bu yorum Rahmân sûresinin 5. âyetindeki ifadeyle uyumludur. Güneşin ömrünü tamamlaması ve bununla ortaya çıkacak sonuçlar da esasen bu düzenin ve ince hesabın bir parçasıdır.

Öte yandan, 38. âyette geçen tecrî fiilinin “döner” şeklinde anlaşılması, bu kelimenin sözlük anlamına uygun olduğu gibi güneşle ilgili bilimsel tesbitlere de aykırı değildir. Zira güneş magnetik alanı olan ve kendi çevresinde dönen bir gök cismidir. Şu var ki yavaş dönen bir gök cismi olduğu için –çok hızlı dönen ve bu sebeple son derece basık küremsi (sferoit) bir şekil alan bazı yıldızların aksine– güneşin basıklığı önemsenmeyecek kadar küçüktür ve düzgün küresel bir yapıya sahiptir. Dönme periyodu, ekvator bölgesinde 25 gün, kutup bölgesinde 35 gün olarak hesaplanmıştır (Patrick Martinez, I, 9; William J. Kaufmann III – Neil F. Comins, s. 206, 212). Belirtilen fiilin “dönme” anlamı, güneş sisteminin içinde yer aldığı Samanyolu galaksisinin kendi merkezi etrafında dönmesini de hatıra getirmekle beraber bu, uzak ihtimale dayalı bir yorum olur. Bu fiilin sözlük anlamları dikkate alınarak “akıp gider” şeklinde anlaşılması da mümkündür. Bu mânayı esas alan bazı yazarlar 38. âyetin yorumu çerçevesinde şöyle bir görüşe yer verirler: “Herhalde güneşin bu tayin edilmiş akıp gitme hareketiyle Herkül takım yıldızına doğru gidişi, yani Samanyolu içerisindeki saatte 72.000 km. hızla 250 milyon yılda tamamladığı hesaplanan bir dönüşü kastedilmiştir” (Celal Yeniçeri, “Güneş”, DİA, XIV, 292). Kanaatimize göre bu âyette geçen tecrî fiiline “akıp gider” anlamı verilip bu hareket Herkül takım yıldızına doğru gidiş şeklinde yorumlandığı takdirde, bu bağlamda şems kelimesini de “güneş sistemi” şeklinde anlamak uygun olur. Zira yaklaşık dairesel bir yörüngede ve 250 milyon yılda tamamlandığı belirlenen bu hareket doğrudan güneşe değil güneş sistemine aittir ve dünyamız da bu hareketin içindedir; güneş sisteminin yerin oluşumundan beri bu şekilde on dokuz dönüş yaptığı hesaplanmıştır.

38. âyetin son cümlesinde, üzerinde düşünmemiz istenen konunun ana teması veciz bir biçimde ifade edilmekte, akıllara durgunluk veren bu mükemmel işleyişin ve ince hesapların, çok güçlü ve her şeyi bütün ayrıntılarıyla bilen yüce Allah tarafından belirlendiği, ölçülerini O’nun koyduğu belirtilmektedir (Zemahşerî, III, 286).

39. âyetteki menâzilin tekili olan menzil kelimesinin sözlük anlamı “inilecek yer, durak”tır. Dünya etrafında hareket ederken ayın ışık alan yüzünün dünyadan görünüşü bir günden diğerine gözle farkedilecek şekilde değişir. Ayın gökyüzündeki hareketi için, her biri bir günlük yola karşılık gelmek üzere 13’er derecelik yaylardan oluşan 28 menzil tesbit edilmiş olup Araplar bu menzillere ayrı ayrı isimler vermişlerdir. Ay, yirmi dokuz gün olduğunda bir, otuz gün olduğunda iki gece görünmez. Buna göre adı belirlenen menzillerin sayısı 28’dir (bk. Zemahşerî, III, 286-287; Muammer Dizer, “Ay”, DİA, IV, 183). Ayın yer ve güneşe oranla konumundan ileri gelen bu periyodik olayın yaklaşık birer haftalık sürelere göre incelenmesi neticesinde ayın dünyadan değişik görünümlerine ayın safhaları (evreleri) denmiştir. Bu evreler yeni ay, ilk dördün, dolunay ve son dördün diye anılır. Âyette bu evrelerin kastedildiği de düşünülebilir. Yine bu âyetteki “Sonunda hurma salkımının (ağaçta kalan) yıllanmış sapı gibi olur” benzetmesi tefsirlerde genellikle şöyle açıklanmıştır: “Urcûn” kelimesi hurma salkımı kesildikten sonra bu salkımın ağaçta kalan sapını ifade eder (İbn Âşûr, XXIII, 22); bu odunumsu sap yıllandığında incelir, eğrilir ve sararır. Âyette ayın durumu bu üç açıdan ona benzetilmiştir. “Eski” anlamına gelen kadîm sıfatı bu tür nesneler için üzerinden en az bir yıl geçme durumlarında kullanıldığı için (Zemahşerî, III, 286-287) meâlde “yıllanmış” şeklinde tercüme edilmiştir (bu sıfatın her şey hakkında üzerinden bir yıl geçme ölçütüne bağlanamayacağı yönündeki bir açıklama için bk. Râzî, XXVI, 72-73; bunu “kuru” şeklinde ifade etmek de mümkündür, Taberî, XXIII, 6-7).

40. âyetin “Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur” anlamındaki cümlesiyle, güneşin ve ayın dünya ve insanlar için büyük önemi ve güçlü etkileri bulunmakla beraber, bunların kendileri için belirlenen düzenin dışına çıkamayacakları, hepsinin Allah Teâlâ’nın iradesine ve belirlediği yasalara tâbi oldukları vurgulanmaktadır. Bu cümle için “Birinin ışığı diğerininkine benzemez”, “Biri doğduğunda diğerinin ışığı kalmaz” gibi yorumlar da yapılmıştır (bk. Taberî, XXIII, 7-8; Şevkânî, IV, 424). “Yetişme” anlamına gelen fiilin güneş hakkında kullanılmasının sebebi, ayın yörüngesini bir ayda katetmesi, dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü ise bir yılda tamamlaması olabilir (Zemahşerî, bu karşılaştırmayı o günün bilgilerine göre “güneşin kendi yörüngesini bir yılda katetmesi” şeklinde verir; III, 287). Bu âyetin “ne de gece gündüzü geçebilir” anlamına gelen kısmı için Râzî’nin tercih ettiği yorum burada gecenin ayı, gündüzün de güneşi temsil etmesi esasına dayalıdır; buna göre kastedilen anlam şudur: Ayın gücü ve etkisi güneşin gücüne ve etkisine baskın gelemez (iki cümlenin yapısı ve içeriğiyle ilgili izahlarla birlikte bk. XXVI, 73).

Bu âyetin “Her biri bir yörüngede yüzüp gider” diye tercüme edilen son cümlesinde geçen felek kelimesi bir astronomi terimi olarak “yıldızların döndüğü yer” anlamına gelir. Bu âyette ve Enbiyâ sûresinin 33. âyetinde geçen felek kelimesiyle gök cisimlerinin üzerinde döndüğü yer veya yörüngelerinin kastedildiği yorumları yapılmıştır. Bu cümleye “Hepsi, bir felek içinde yüzüp gider” şeklinde mâna verildiği takdirde felek kelimesi, galaksi (gökada) şeklinde yorumlanabilir (bu kelimenin etimolojisi ve müslüman filozofların ve astronomlarının bu konudaki düşünceleri hakkında bilgi için bk. İlhan Kutluer, “Felek”, DİA, XII, 303-306; ünlü müfessir Râzî’nin, bu konudaki tasavvurları ve –kendi dönemindeki– astronomi bilginlerinin bazı görüşlerine yönelttiği eleştiriler için bk. XXVI, 75-77; ay ve güneş hakkında bilgi için bk. Stanley P. Wyatt, Principles of Astronomy, s. 115-144, 269-298; Patrick Martinez, a.g.e., I, 1-49, 107-186; William J. Kaufmann III – Neil F. Comins, a.g.e., s. 99-222; Stuart Atkinson, Astronomi, s. 4-7, 12-13). 

İnkârcılıkta direnenlere yüce Allah’ın kendileri üzerindeki nimetleri düşünüp ibret almaları için yakın çevrelerinden bir delil gösterilmekte, taşımacılığı kolaylaştıran ulaşım araçlarının da O’nun insanlara sağladığı bir imkân ve bir lutuf olduğu hatırlatılmaktadır. Dolu dolu gemilerin batmadan suların üzerinde seyredebilmesi ve insan neslinin bu gemilerde taşınabilmesi Allah Teâlâ’nın koyduğu yasalar sayesinde gerçekleşmektedir. İnsanların üzerlerinde egemenlik kurup binek olarak kullandıkları hayvanlar da Allah tarafından yaratılmıştır. 42. âyetle, o gün bilinen ve bilinmeyen diğer deniz araçlarına işaret edilmiş olması ihtimali lafız ve bağlam açısından daha güçlü görünmektedir. Böylece 41 ve 42. âyetlerde iki tür nimete dikkat çekilmiş olmaktadır: İnsanın hayatını kolaylaştıracak doğa yasaları ve bunlardan yararlanmayı mümkün kılacak akıl nimeti Allah’ın bir lutfudur; bu dolaylı nimetlerin yanı sıra yine hayatı kolaylaştırmada yararlandığımız birçok imkân doğrudan O’nun tarafından yaratılmıştır.

41. âyetteki zürriyet kelimesinin “gelecek nesiller” anlamını esas alan müfessirler bu âyetteki ifadeyi mecaz (istiâre) olarak düşünmüşler, “yüklü gemi” mânasına gelen el-fülkü’l-meşhûn tamlamasıyla annelerin rahimlerinin, zürriyet kelimesiyle de bu rahimlerdeki ceninlerin kastedildiği yorumunu yapmışlardır. Bu kelimeyi “geçmiş nesiller” mânasına alanlar yüklü gemiden maksadın Hz. Nûh’un gemisi olduğu kanaatindedirler. Bu yorumla bağlantılı olarak birçok müfessir 42. âyette genel olarak gemilerin veya küçük gemilerin kastedildiğini düşünür (bk. Taberî, XXIII, 9; İbn Atıyye, Hz. Nûh’la beraber olanlar yorumunu yapmak için zürriyet kelimesine “atalar” anlamının verilmesini –bu kelimenin dilde böyle bir anlamı bulunmadığı gerekçesiyle– eleştirir; IV, 455). Şevkânî, ana rahmi benzetmesine dayalı yorumu oldukça tuhaf, Nûh’un gemisi yorumunu da zayıf bulur (IV, 425-426).

Bize göre yukarıdan beri Allah “Onlar için bir kanıt da…” cümlesini tekrar ederek “onlar”dan, kulluk için yaratılan insanları kastetmiş ve onlara çeşitli kanıtlar göstermişti. Burada da “nesillerini” diyerek nesiller boyu insanları murat etmiş, deniz, kara ve diğer yollardan onlara taşınma, seyahat imkânı vermiş olmasını bir başka kanıt olarak zikretmiştir.

“Fülk” kelimesi gerek tekil gerekse çoğul anlamına göre kullanıla­bildiğinden meâlin “... yüklü gemilerde...” şeklinde verilmesi mümkündür. 43. âyetin “kimse onların yardımına koşamaz” anlamı verilen kısmı “Onlar için feryat eden bulunmaz” şeklinde de tercüme edilebilir (İbn Âşûr, XXIII, 29). 

Evrende olup bitenlerden ve insanların yakın çevrelerindeki gerçeklerden örnekler göstererek muhatapları Allah’ın birliği ve kudreti üzerinde düşünmeye çağıran âyetlerden sonra bu ve müteakip âyetlerde imanın gerekleri ve ahlâkî ödevlerle ilgili bazı uyarılara yer verilmektedir. “Önünüzdekinden ve arkanızdakinden sakının” diye tercüme edilen cümlenin iki türlü felâket ve cezaya karşı bir uyarı anlamı taşıdığı açıktır. Bu ikili ayırımla ne kastedildiği hususunda yapılan yorumları ise şöyle özetlemek mümkündür: a) Sizden önceki toplumların başına gelenlerin benzerinin sizin de başınıza gelmesinden ve âhiret azabından,

b) Geçmişteki günahlarınızın ve gelecekte işleyeceklerinizin cezasından, c) Dünyadaki ve âhiretteki cezalardan, d) Görebildiğiniz ve göremediğiniz felâketlerden sakının (Taberî, XXIII, 11-12; Şevkânî, IV, 426-427).

Bize göre “sakının” emri ancak sakınılarak kurtulmak mümkün olan tehlikeler karşısında anlamlı olur. Bu nedenle âyeti “Görüp bildiğiniz günahlardan da, açık olmasa bile günaha götürmesi muhtemel davranışlardan da sakının.” şeklinde yorumlamak daha uygundur.

İnkârcılara bu uyarı yapıldığında nasıl bir tepki verdikleri onların daha genel bir tavrına değinilen 46. âyetin sonunda “yüz çevirirler” şeklinde açıklanmıştır. 

Aklını ve gönlünü iman çağrısına kapatmakta direnenlerin kendilerine hangi türden âyet gelirse gelsin, ön yargılı davranıp yüz çevirdikleri belirtilmektedir. Önceki açıklamalar dikkate alındığında, buradaki âyet kelimesini, Allah’ın birlik ve yüceliğini açıkça ortaya koyan her türlü delil yani peygamber, vahiy (ilâhî bildirim) ve mûcizeler, evrende, insanın öz benliğinde ve yakın çevresinde kolayca gözlemlenebilen kanıtlar şeklinde anlamak uygun olur. 

Mekke döneminde inen âyetlerde ağırlıklı olarak biri iman, diğeri ahlâkla ilgili iki büyük yanlışlığın düzeltilmesine önem verildiği görülür. Bu iki yanlışlığı, “Allah’a kullukla yetinmeyip O’na eş-ortak aramak ve sahip olduğu imkânları başkalarıyla paylaşmaktan kaçınmak” şeklinde özetlemek mümkündür. Esasen insanın kâinattaki her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ın mülkünü, yaratıp yönetmesini başka ortaklar arasında pay etmeye kalkışırken zâhiren kendisinin gibi görünen imkânlardan başkalarını yararlandırmak hususunda hasis ve cimri davranması büyük bir çelişki taşımaktadır. Kur’an, ilk muhataplarını oluşturan Mekke toplumunda olduğu gibi tarih boyunca hemen bütün toplumlarda görülen bu tutarsızlık üzerinde ısrarla durmuş, bir yandan tevhid inancını pekiştirerek insanı Allah’tan başka gerçek mâlik bulunmadığını kavramaya, diğer yandan da onu kendinden bir şeyler vermeye alıştırarak iman ve ahlâkındaki yanlışlardan arınmaya yöneltmiştir.

Âyetteki anlatım daha çok şöyle yorumlanmıştır: İnkârcılar kendilerine verilen rızıktan başkaları için de harcamaya davet edildiğinde müminleri kendi argümanlarıyla bağlamaya çalışıyor, “Siz, ‘Rızkı veren Allah’tır; dilediğine bol verir, dilediğine kısar’ diyordunuz ya! O halde Allah’ın rızık vermek istemediklerini biz niye besleyelim ki?” tarzında demagoji yapıyorlar, onları alaya alıyorlardı. Oysa rızık verme Allah’ın kendi yarattıkları üzerindeki bir tasarrufu olup yine kendi irade ve kudretine bağlıdır, O’nu kimse sorgulayamaz. İnfak (başkaları için, Allah yolunda harcama) ise insana yüklenmiş ahlâkî bir ödev ve kendisine sağlanmış bir altın fırsattır. Ayrıca Allah’ın doyurması, rızıklandırması doğrudan olduğu gibi dolaylı da olabilir; dilediğinde yoksul ve yoksunların ihtiyaçlarını, bol rızık verdiği kulları aracılığıyla da karşılar. Bu âyetin Mekke müşriklerinin müslüman olan kölelerine ve yoksul yakınlarına yardımı kesmeleri veya müslüman olsun olmasın bütün yoksullara yardım ve ilgiyi kesme kararı almaları karşısında Hz. Peygamber tarafından yoksullara yardım etme ve ilgi gösterme çağrısı yapılması üzerine indiği yönünde rivayetler bulunmaktadır (İbn Atıyye, IV, 456). Meâlde “Doğrusu siz açık bir yanılgı içindesiniz” anlamındaki cümle inkârcıların sözünün devamı olarak verilmiştir. Bunu, Allah Teâlâ’nın onların mantığını red anlamındaki sözü olarak düşünmek de mümkündür (İbn Atıyye, IV, 456). Bazı âlimler İbn Abbas’tan gelen bir rivayete dayanarak bu âyetin Allah’ın varlığını temelden inkâr eden ve müslümanları alaya alan bir grup (zındıklar) hakkında indiğini belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 288). Peygamberlerin uyarılarını hafife alıp “Sözünü ettiğiniz o gün gelecekse gelsin artık!” kabilinden sözler söyleyen inatçı münkirleri hizaya getirecek tek şey, kendilerine iyi ve kötüyü özgürce seçme imkânının verildiği sınav ortamının kapanmasından sonra ilâhî bildirimlerdeki gerçeklerle yüzleşmeleri olacaktır. 49. âyette “korkunç bir ses” diye çevrilen sayha kelimesinin bu bağlamdaki anlamı, dünyanın sonu geldiğinde büyük meleklerden İsrâfil’e verilen görev gereği onun sûru ilk üflemesi sonucunda çıkacak dehşet verici sestir (Taberî, XXIII, 13-14; ayrıca bk. 29. âyetin tefsiri; sûr hakkında bk. En‘âm 6/73). Âyetin “birbirleriyle uğraşırken” anlamındaki kısmı, “dünya işlerine dalmışlarken, kendi aralarında çekişmekte iken, öldükten sonra dirilme konusunu tartışıp dururlarken, hak ehline karşı mücadele vermeye çalışırlarken” tarzında yorumlanmıştır (İbn Atıyye, IV, 456; Râzî, XXVI, 87; Şevkânî, IV, 427). Tefsirlerde genellikle, 50. âyetin “o anda onlar ne bir vasiyette bulunabilecekler...” mânasına gelen kısmıyla, geride bıraktıklarına ilişkin bir vasiyet yapma veya birbirlerine tövbe edip günahlardan kaçınma tavsiyesinde bulunma fırsatı dahi bulamayacaklarının kastedildiği belirtilir. Bu âyetin “... ne de ailelerine dönebilecekler” diye tercüme edilen kısmı için de şu yorumlar yapılmıştır: Ölüm anında ailesini yanında görmek isterler ama evlerine dönme imkânı bile verilmez; ailelerine bir mesaj iletme fırsatı dahi tanınmaz; aileleriyle ilişkileri tamamen kesilmiştir (İbn Atıyye, IV, 456-457; Şevkânî, IV, 427-428). Muhammed Esed bu cümleyi “ne de yakınlarına sığınabilecekler” şeklinde çevirmiştir (II, 902). Ölüm her bir fert açısından kıyametin kopması demek olduğundan, buradaki tasvirlerin ve karşılaşılacak durumların sırf dünyanın sonu geldiğinde mevcut bulunacak nesille ilgili olmayıp bütün insanları kapsadığı açıktır; bu tasvirler arasından sadece sûrun üflenmesiyle ilgili olanı kıyametin kopuşuna ilişkin bir anlatımdır. 

Sûra üflenip insanlar yeniden canlandığında ve hızla mahşer yerine doğru giderlerken dünyada bu gerçeği inkâr edenlerin önce neye uğradıklarını bilemez bir halde birbirlerine olup biten hakkında soru sormaya çalışacakları, hemen ardından da durumu anlayıp derin bir pişmanlık içinde Allah’ın vaadinin ve peygamberlerin bildirdiklerinin doğru çıktığını itiraf edecekleri canlı bir anlatımla tasvir edilmekte; böylece öldükten sonra dirilmeye inanma çağrısı soyut bir iman esası düzeyinde bırakılmayıp aklı eren herkesin durum muhasebesi yapmasına ve konu üzerinde daha bir ilgiyle düşünmesine imkân verilmektedir. Ayrıca, öldükten sonra dirilmenin sırf geleceğe dönük bir korku motifi olarak algılanmaması için insanın fıtratındaki adalet duygusuna hitap edilmekte, haşir gününün temel özelliği olarak herkesin yüce Allah’ın şaşmaz adaletinin güvencesi altında bulunduğu, hiç kimsenin en küçük bir haksızlığa uğratılmadan sadece yaptıklarının karşılığını göreceği belirtilmekte, dolayısıyla muhataplar dünya hayatından sonra böyle bir hesaba çekilmenin zaten gerekli ve hayata anlam kazandırıcı bir safha olacağını düşünmeye yönlendirilmektedir.

52. âyette geçen inkârcılara ait sözün –buradaki bir gramer özelliği dolayısıyla– “Vay başımıza gelenlere! Bizi yattığımız bu yerden kim diriltip kaldırdı? Rahmânın vaad ettiği (hakikatmiş), peygamberler de gerçekten doğru söylemişler” şeklinde anlaşılması da mümkündür (Râzî, XXVI, 89-90). Öte yandan, sadece soru kısmının inkârcılara ait, rahmânın vaadinin bu olduğuna ve peygamberlerin sözlerinin doğru çıktığına dair ifadenin ise melekler veya müminler tarafından onlara verilmiş cevap olması da muhtemeldir; Taberî, müminlerin sözü olması ihtimalini daha kuvvetli bulur (Taberî, XXIII,16-17; Şevkânî, IV, 428-429). “Yattığımız yer” mânasına gelen tamlamadan hareketle bazı müfessirler herkesin kendi öldüğü yerden, kabrinden kaldırılacağı yorumunu yapmışlarsa da, İbn Atıyye burada bir edebî sanat (istiâre ve teşbih) bulunduğunu, yoksa gerçek anlamıyla kabirlerin kastedilmediğini belirtir (IV, 458). 53. âyette “olup biten yalnızca bir ses” diye çevrilen cümledeki sayha, bu bağlamda kıyametin kopup hayatın sona ermesinden bir süre sonra, –yeniden dirilmeyi sağlayacak biçimde– sûrun ikinci defa üflenmesini ifade etmektedir (Râzî, XXVI, 88; ayrıca bk. 49. âyetin tefsiri). 

Cennet ehlinin durumuna ilişkin genel bir tasvir içeren 55. âyetteki şuğul kelimesi sözlükte “meşguliyet, eğlenme, oyalanma” anlamına gelmekle beraber burada kastedilen mâna ile ilgili olarak değişik açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Taberî, XXIII, 17-18; Râzî, XXVI, 91-92). Bu açıklamaların ortak noktası, cennetle ödüllendirilenlerin cehennemdekilerin karşılaştığı durumlardan uzak, asla sıkıcı olmayan ve eşsiz haz veren tatlı bir meşguliyet ve nimetler içinde olacakları şeklinde özetlenebilir; bu sebeple belirtilen kelimeyi içeren 55. âyet, “O gün cennetlikler safa sürmekle meşguldürler” diye çevrilmiştir. 57. âyetin ilk cümlesi lafzan “Orada onlar için meyve vardır” anlamına gelmektedir. Fakat ifadenin akışı ve bağlamı dikkate alındığında, “Orada onlar için her tür meyveden, yenecek içecek, haz verecek her nimetten bol miktarda vardır” mânasının kastedildiği anlaşılmaktadır (Şevkânî, IV, 431). 58. âyetle ilgili değişik izahlar bulunmakla beraber, burada önemli olan husus, cennet nimetleri hakkında yapılan tasvirlerden sonra, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış olma müjdesinin, belirtilen maddî nimetlerin hepsinden daha değerli olduğuna vurgu yapılmış olmasıdır. Meâlde esas alınan mânaya göre yapılan yorumlarda yüce Allah’ın selâm sözünün melekler vasıtasıyla veya vasıtasız olarak cennet ehline ulaştırılacağı belirtilir (Zemahşerî, III, 290). Farklı bir gramer tahliliyle buradaki selâm kelimesi 57. âyete de bağlanabilmekte ve bu kelimenin başka sözlük anlamlarına göre “istedikleri her şey saftır, şâibesizdir”, “istedikleri her şey verilecektir, teminat altındadır” veya “onlar için esenlik vardır” gibi mânalar verilebilmektedir (Râzî, XXVI, 94-95; Şevkânî, IV, 431; Cenâb-ı Allah’ın cennet ehlini selâmlaması, onlara ne istediklerini sorması ve onların da kendisinin hoşnutluğunu dilediklerini belirtmeleriyle ilgili bazı rivayetler için bk. Taberî, XXIII, 21-22; Elmalılı, VI, 4036-4037; cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73). 

Bu sözle ilgili belli başlı yorumlar şöyledir: İyi kişilerden ayrılın; tek başınıza durun; müminlerin arasına karışmayın; her türlü güzellikten mahrum kalın; her bir inkârcı grup ayrı ayrı dursun (Şevkânî, IV, 431-432). Müminlere söylenen güzel ve iltifatkâr söze mukabil günahkârlara da bu şekilde hitap edileceği, böylece 54. âyette belirtildiği üzere herkesin dünyada yaptıklarına göre muamele göreceği anlaşılmaktadır. 

Şeytana kulluktan maksat, onun kışkırtmalarına kapılmak ve telkinlerine uymak, Allah’a isyan teşkil eden buyruklarını yerine getirmektir (Taberî, XXIII, 23; İbn Atıyye, IV, 459). Başta şirk ve inkârcılık olmak üzere günahları bağışlanmayanların işitecekleri azara değinilen bu âyetlerde, kendilerine verilen cezanın yadırganacak bir şey olmadığı, şeytana kulluk edilmeyip yalnız Allah’a kulluk edilmesi gerektiği konusunda vakti zamanında gerekli uyarıların yapılmış olduğu belirtil­mektedir.

İnsanlar arası ilişkilerde sorguya çekmenin normal yolu sorgulanan kişiye sorular yöneltilmesi ve onun bunlara cevap vermesidir. Bazan sorgulanan kişi muhatabını yanıltabilir veya –ağır baskı ve işkence altında dahi– doğruyu söylememekte direnebilir. Hele yalancı şahit bulabildiğinde gerçekleri saptırması daha da kolaylaşır. 65. âyette, hesap gününün bu dünyadaki tasavvurlarımıza göre düşünülmemesi ve o gün bütün hakikatlerin ayan beyan ortaya çıkacağının iyice kavranması için, mûtat konuşma organının bağlanacağı (ağızların mühürleneceği), başka bazı organların (ellerin) dile geleceği ve yalan söylemesi asla muhtemel olmayan tanıkların bulunacağı (ayakların şahitlik edeceği) belirtilmektedir (Nûr sûresinin 24. âyetinde “diller”in sahipleri aleyhine tanıklık edeceğinin belirtilmesinin bu âyetle çelişmediği, çünkü orada münafıkların durumundan söz edildiği hakkında bk. İbn Âşûr, XXIII, 50).

Genellikle 66 ve 67. âyetlerin de âhiret hayatına ilişkin bir anlatım olduğu düşünülmüştür. Fakat bu ifadeleri, inkârcılardan söz eden 45-48. âyetlere ve özellikle, “Dileseydi Allah’ın doyuracağı kimseleri biz mi besleyeceğiz?” diye nankörlük edenleri eleştiren 47. âyete bağlamak ve şöyle açıklamak mümkündür: Evet âhirette bütün gerçekler açığa çıkacak; fakat biz dileseydik şimdi de onların gözlerini büsbütün siler, kör ediverirdik de yolu bulmak için koşuşurlardı. Bu ise imana zorlamak olurdu. O kadar açık kanıtları göremeyen veya görmemekte direnen o basiretsizler bunu böyle yapabileceğimizi nasıl idrak edecekler ki? Aynı şekilde, dileseydik onları (varlık türü olarak) değiştiriverirdik de oldukları yerde donup kalırlar, artık böyle münkirlik edemezlerdi. Bu yapılmıyorsa yapılamayacağından değil cezalarının âhirette verilmesinin irade buyrulmasından dolayıdır (Elmalılı, VI, 4037-4038). 66. âyet bütün insanları kapsayacak tarzda, “Dileseydik gözlerinin önüne inkâr perdesi çeker, basiretlerini bağlardık da artık hiç kimse doğru yolu bulamazdı. Bir düşün, o zaman yolu nasıl arar dururlardı; ama bu durumda nasıl göreceklerdi ki?” şeklinde de açıklanmıştır (İbn Atıyye, IV, 461). Burada asıl amacın müminlerin dikkatini şu noktaya çekmek olduğu söylenebilir: İman ve inkâr konusunda sağlanan seçim imkânı bir hikmete dayalıdır. Dünya hayatı iyiyi kötüden ayırmayı sağlayacak sınav alanı olarak düzenlenmiştir; şu halde imanlı insanlar birçok eziyetle karşılaşsalar da Allah’ın yardımından ümit kesmeden azimle tevhit mücadelesine devam etmelidirler (İbn Âşûr, XXIII, 51). 

Cenâb-ı Allah dilediği insanların daha gençlik çağındayken hayatını sona erdirmekte, dilediklerine de uzun ömür vermektedir. Fakat uzun ömür vermesi insanın asla ölmeyeceği anlamına gelmemekte, aksine yaşlanan kimse gün be gün ölüme yaklaştığının alâmetlerini daha iyi görebilmektedir. Önceki iki âyetle bağ kurularak yorum yapılacak olursa bu hatırlatmadan başlıca iki sonuç çıkarılabilir: a) Dilediği kişilerin –gençlik hatta çocukluk çağında– hayatını sona erdiren yüce Allah elbette 66 ve 67. âyetlerde belirtildiği üzere inkârcıların gözlerini kör edip imana gelmelerini sağlayabilir veya daha dünyadayken cezalarını verebilirdi. Ama O, insanları böyle bir zorunluluk altında bırakmamış, onları doğru-yanlış, iyi-kötü ayırımı yapacak kabiliyetlerle donatmıştır. b) İnsana uzun ömür verilmesi kendisi için ileriye dönük bir teminat olmayıp aksine hayatın sonlu olduğunu daha açık biçimde görme imkânı sağlamaktadır. Şu halde inkârcıların dünyada kendilerine tanınan fırsatı ve süreyi bitmez tükenmez bir sermaye olarak görmeleri büyük bir yanılgıdır. Âyette onların akıllarını kullanmamaları ve bu gerçekler üzerinde düşünmemeleri kınanmaktadır (Zemahşerî de bu âyetle ilgili olarak, yaşlılıkta insanın özelliklerini ve yeteneklerini tersine çevirip bildiğini bilmez hale getiren Allah Teâlâ’nın 66 ve 67. âyetlerde belirtilenlere de elbette kadir olduğu açıklamasını yapar, III, 292).

Daha genel bir yorum yapılarak bu âyette, inkârcılıkta ısrar edenlere, “Yüce Allah’ın insanı halden hale soktuğu açıkça ortadayken, bu realite üzerinde düşünüp O’nun öldükten sonra diriltmeye de kadir olduğunu anlamazlar mı?” tarzında bir eleştiri yöneltildiği de düşünülebilir (Şevkânî, IV, 434). İbn Âşûr ise burada şöyle bir mânanın bulunduğu kanaatindedir: Onlardan uzun ömür verdiklerimize 66 ve 67. âyetlerde belirtilenleri yapmıyorsak bu, sırf mühlet vermemize rağmen hâlâ inkâr ve kötülükte direnmeleri yüzünden zelil ve yenik düşmelerini sağlamak içindir (XXIII, 53-54; Kur’an’ın insanın organik ve zihinsel yeteneklerinin gitgide zayıflamasına değinen ve ileri yaşlılık çağını “ömrün en düşkün dönemi” olarak niteleyen ifadeleri için bk. Nahl 16/70 ve Hac 22/5). 

Resûlullah’a şiir öğretilmediği ve zaten ona yaraşmayacağı ifadesi ilk bakışta şiiri kötüleme izlenimi vermektedir. Halbuki o dönemde şair kelimesi sadece şiir sanatında becerisi olanlar için değil, aynı zamanda görünmeyen âlemle irtibatları bulunan kişiler hakkında da kullanılıyordu. Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul etmek istemeyen ve hakkında türlü sıfatlar uyduran müşriklerin onu şair olarak nitelemeleri de bu sebebe dayanıyordu. Zaten Kur’an’ın şiir olmadığı açıkça görüldüğü için, Hz. Peygamber hakkında bugün bilinen anlamıyla şair demeleri, ileri sürdükleri iddiaya güç katamaz ve böyle bir gerekçeyle kamuoyunu etkileyemezlerdi. Nitekim müşriklerin Resûlullah hakkında ithamlar içeren ifadelerinde Kur’an için “şiir” nitelemesi yer almamakta, sadece Hz. Peygamber şair olarak nitelenmekteydi (bk. Enbiyâ 21/5; Sâffât 37/36; Tûr 52/30; Hâkka 69/41. Kur’an’da şiir kelimesi sadece konumuz olan bu âyette geçmektedir; şairler hakkında değerlendirme için bk. Şuarâ 26/224-227). Bilinen anlamıyla şair de kendisine doğan ilhamdan güç alır; fakat İslâm öncesi Araplar’da şair, tabiat üstü bir varlık tarafından sahip olunmuş (kuşatılmış, onun hükmü altına girmiş) kişi demekti. Onlara göre bu varlık (bir cin) vecd halindeki bir kişiye (şair) geçici olarak sahip olur, onun ağzından çoğunlukla beyitler şeklinde, normal haldeki insanın söyleyemeyeceği heyecan veren kelimeler söylerdi. Cinin insana sahip olması (tecnîn) olayı, yalnız Araplar’a veya Sâmîler’e özgü olmayıp eskiden beri bilinen ve modern zamanlarda Şamanizm olarak adlandırılan yaygın bir inanç ve anlayıştır. Şu hususa da dikkat edilmelidir ki, bize kadar gelen İslâm öncesi şiirlerin çoğunluğu, son Câhiliye devrine yani Arap şiirinin ilkel Şamanizm devrinden çok sonraya aittir; İslâm zuhur ettiği zaman şiir düzeyi çok yükselmiş, hemen hemen bugünkü mânada bir sanat dalı haline gelmişti. Dolayısıyla Kur’an’ın geldiği sıralarda şairlerin hep bir cin tarafından sahip olunmuş kişiler olarak telakki edildikleri de ileri sürülemez; fakat hâkim kültürün etkisiyle şair kelimesinin ilk çağrıştırdığı mânanın bu olması önemlidir. Yine İslâm’dan hemen önceki son Câhiliye döneminde şairin sosyal mevkiinin Arabistan’ın eski devirlerindeki gibi yüksek olmadığı da göz ardı edilmemelidir (bu konuda bk. Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 158-162. Müfessirler ve i‘câzü’l-Kur’ân gibi Kur’an ilimleriyle meşgul olanlar genellikle, burada Kur’an için, bilinen anlamıyla şiir nitelemesi yapıldığı düşüncesinden hareketle bu iddiayı çürütecek açıklamalar üzerinde dururlar, bk. İbn Âşûr, XXIII, 56-65; Râzî, müşriklerin Hz. Peygamber’i sihirbaz ve kâhin olarak da itham etmelerine rağmen Kur’an’da ona sihir ve kehanetin öğretilmediğine dair bir ifade kullanılmayıp sadece şair ithamına bu şekilde cevap verilmesini, Resûlullah’ın da sadece Kur’an’ın benzerini getiremeyecekleri konusunda meydan okumuş olmasına bağlar, XXVI, 104). Bu açıklamalar ışığında âyetin hedefi daha iyi anlaşılmaktadır ki, bu da sûrenin başında kendisi üzerine yemin edilen Kur’an’ın ve hak peygamber olduğu vurgulanan Hz. Muhammed’e verilen görevin mahiyetini aydınlığa kavuşturmaktır. Buna göre muhataplar Resûlullah’ın özelliklerine dikkat ettiklerinde onun şiir öğretilmiş bir kişi olmadığını, zaten bunun ona yaraşmayacağını ve ilâhî mesajı getiren gerçek bir peygamber olduğunu anlayacaklardır. Yine açıktır ki, onun getirdiği vahiy sırf bir öğüt niteliğindedir yani kendisi için bir menfaat sağlama aracı olmayıp sadece insanlığın hayrına ve kurtuluşuna vesile olacak açıklamalar içermektedir. O, insanların beyinlerini uyuşturacak esrarengiz bilgiler ve bilmece gibi ifadeler taşıyan bir kelâm değildir; aksine muhteva ve üslubuyla insanı düşünmeye sevkeden apaçık bir Kur’an’dır. Yine o, bazı ibadetlerde okunan ve okunup gereğince amel edilmesi karşılığında ecir alınan ilâhî bir kitaptır (Zemahşerî, III, 292).  Kur’an’ın indiriliş amacının kısa ve öz bir ifadeyle ortaya konduğu bu âyette, iki temel sonuca değinilmektedir. Akıl nimetini gereğince değerlendirebilen ve iman ışığının gönlüne girmesini önlemek için özel bir çaba harcamayan yani basireti açık, ruhuyla, aklıyla, yüreğiyle diri olanlar bu mesajdan gerekli uyarıları alabilecekler; bağnaz biçimde inkârcılığa sarılanlar ise, –artık mazeretleri kalmayacağından– cezaya müstahak olacaklar, böylece şuurlu varlıkları yaratırken yüce Allah’ın belirlediği hüküm (cehennemi şeytana uyanlarla dolduracağına dair sözü) yerine gelmiş olacaktır (Taberî, XXIII, 27-28; İbn Atıyye, IV, 462; bu söz hakkında bk. 6. âyetin tefsiri). İlk cümlenin öznesi genellikle Kur’an olarak düşünülmüştür; özne açık isim olmadığı için bunu “Peygamber uyarsın diye” şeklinde anlamak da mümkündür. Ayrıca “uyarasın diye” anlamına gelen bir kıraat de vardır. Fakat her iki duruma göre ifadenin özünde bir değişiklik olmamaktadır (Zemahşerî, III, 292; Şevkânî, IV, 435).  İlk âyette geçen en‘âm kelimesini (tekili neam) belirli tür hayvanlarla sınırlandırarak tercüme etmek de mümkün olmakla beraber (bilgi için bk. Mâide 5/1), kelime bu bağlamda insanların binmek, etlerinden, sütlerinden vb. ürünlerinden yararlanmak üzere kendi hâkimiyetleri altına alabildikleri hayvanlar için kullanılmıştır. Âyetin devamından ve müteakip iki âyetten bu mâna zaten anlaşıldığı için meâlde “hayvanlar” şeklinde mutlak bir karşılık verilmiştir. 71. âyetin “kendi kudretimizin eserlerinden” şeklinde çevrilen kısmı lafzan “kendi ellerimizle yaptıklarımızdan” mânasına gelmektedir. Burada insanlara lutfedilmiş bir nimet olarak zikredilen hayvanların meselâ tarımsal veya endüstriyel ürünlerde olduğu gibi insanın da katkılarıyla oluşan ürünlerden farklı ve doğrudan doğruya ilâhî kudretin eserleri olduğunu belirtmek üzere böyle bir üslûp kullanıldığı düşünülebilir. Ayrıca bu hayvanların doğasına güdülme, üzerinde hâkimiyet kurulabilme özelliğini yerleştirenin de Cenâb-ı Allah olduğu bu âyetlerde açıkça ifade edilmiştir. Âyetlerin asıl amacının da Allah Teâlâ’nın insanlara lutfettiği nimetlerin kadrini bilmediklerini, gereğince şükretmediklerini, üstelik kendilerine hiçbir yararı dokunmayan varlıkları tanrı edindiklerini hatırlattıktan sonra Resûlullah’a teselli vermek ve onların sözlerinden ötürü üzülmesine gerek olmadığını bildirmek olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 77 ve 78. âyetlerde müşriklerin küstahlık derecesine varan had bilmez tavırları için canlı bir örnek üzerinde durulacaktır. Burada verilmek istenen mesajın da şu olduğu söylenebilir: Bunca nimetine karşılık Allah’a şükretmek şöyle dursun bir de O’na ortak koşarak nankörlüğün en büyüğünü yapan bu insanların Hz. Peygamber hakkında ağır hakaretlerde bulunmaları ve haksız sözlerle onu incitmeleri yadırganacak bir şey değildir. Şu halde Resûlullah ve onun yolunu izleyen müminler bu durumdan müteessir olmamalı, haklı mücadelelerini azimle sürdürmelidir. 74. âyette müşriklerin düzmece tanrılardan yardım göreceklerini umdukları belirtilirken, putların –dünya işleriyle ilgili olarak– Allah katında kendileri için şefaatçilik yapacağı yönündeki inançlarına işaret edilmektedir (İbn Âşûr, XXIII, 71). 75. âyetin ikinci cümlesindeki zamirlerden ilkinin müşriklerin, ikincisinin ise sahte tanrıların (putların) yerini tuttuğu görüşü esas alındığında âyetin meâli değişir ve açıklaması şöyle olur: Halbuki o putlar âhirette müşriklerin çarptırıldığı azabı seyretmek üzere toplanmıştır ve sayıları da çok olduğu halde onlara yardım edemezler (İbn Atıyye, IV, 463; İbn Âşûr, XXIII, 71).  İnsanın kendi yaratılışı üzerinde düşünmeyi bir kenara bırakıp, küstahça bir tavırla yüce yaratıcının ve peygamberinin bildirdiklerini yalnızca aklıyla yargılamaya kalkışmasının ne kadar çelişkili olduğu bir örnek ışığında ortaya konmaktadır. Bu örnekte iki nesne (nutfe ve çürümüş kemik) kıyaslanmaktadır. Bunlardan nutfe, Kur’an’daki kullanımlarına göre erkeğin menisi veya döllenmiş hücre (zigot) mânasına gelmektedir. Böylesine önemsiz görünen bir cismin belirli süreçlerden geçtikten sonra yetişkin bir insan haline gelebilmesini sağlayan bir irade ve kudretin yani yaratıcının bulunduğunu kabul eden kişinin –ki başka âyetlerde belirtildiği üzere müşrik Araplar evrenin ve evrendeki varlıkların yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ediyorlardı–, işte bu gücün çürümüş kemiğe de can verebileceğini yadırgamaması gerekir. Ne var ki Resûlullah’ın peygamberliğini ve onun bildirdiklerini, dolayısıyla öldükten sonra dirilme gerçeğini kabul etmemek, sonuç olarak da Allah’ın yanı sıra başka mâbudlara tapma esasına dayalı kurulu düzenlerini sürdürmek için kırk dereden su getiren Mekke müşrikleri, akıllarınca bu tür örneklerden de yararlanarak alaycı ifadelerle çevrelerindekileri etkilemeye çalışıyorlardı. Tefsirlerde bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak şöyle bir olaya yer verilir: Müşriklerin önde gelenlerinden biri Hz. Peygamber’e elinde çürümüş bir kemik parçasıyla gelir ve onu ufalayıp, “Böyle un ufak olduktan sonra Allah bunu diriltecek öyle mi?” der. Resûl-i Ekrem de “Evet. Nitekim O seni de öldürecek, sonra diriltip cehenneme atacak!” cevabını verir. Rivayetlerde Resûlullah’la konuşan kişi ile ilgili olarak Übey b. Halef, Âsî b. Vâil, Ebû Cehil ve Velîd b. Mug^re isimlerinin geçmesi, olayın benzerlerinin birkaç defa meydana gelmiş olması ihtimalini düşündürmektedir (İbn Âşûr, XXIII, 73; rivayetler için ayrıca bk. Taberî, XXIII, 30-31; İbn Atıyye, Abdullah b. Übeyy’in adının zikredilmesini haklı olarak eleştirir; IV, 463-464). Fakat en çok adı geçen Übey b. Halef’in, isimleri belirtilen diğer kişilerin bulunduğu bir toplulukta, “Muhammed Allah’ın ölüleri dirilteceğini söylüyor, bunu onunla tartışacağım!” dedikten sonra çürümüş bir kemik alıp Resûlullah’a gittiği rivayeti daha mâkul görünmektedir (Zemahşerî, III, 293). Râzî’nin belirttiği üzere önemli olan, özel sebep ne olursa olsun sözün genelinden çıkan mânadır, ki bu da Allah’ın kudretini ve haşri inkâr eden zihniyetin mahkûm edilmesidir (XXVI, 107-108). 79. âyetin son cümlesinde geçen halk kelimesi hem “yaratma” hem “yaratılanlar” (mahlûkat) anlamına geldiği için, bu cümle genellikle bu iki mânayı da yansıtmak üzere şu şekilde açıklanmıştır: Allah Teâlâ, yaratılanların hepsini bütün ayrıntılarıyla, her birini toplanan ve dağılan parçalarıyla, usulü ve fürûu, içinde bulunduğu durumları, nitelik ve nicelikleri, her türlü özellikleriyle bilir; yaratmanın da her türlüsünü, maddeli-maddesiz, aletli-aletsiz, örnekli-örneksiz, ilkin ve sonra her çeşidini bilir (Elmalılı, VI, 4041). Ölüden dirinin çıkarılması ile ilgili tereddüt ve itirazlara karşı verilen bu örnekte yine birbirine tamamen zıt görünen iki özellikten ve birincinin diğerine dönüşmesinden söz edilmektedir: Islaklık ve ateş. Âyette ağaç için yeşil sıfatının kullanılması renk belirtmek için değil, bu durumdaki ağacın temel özelliği olan ıslaklığa dikkat çekmek içindir (İbn Âşûr, XXIII, 76-77). Yemyeşil ağaçtan ateş çıkarma, genellikle, bedevî Araplar’ca iyi bilinen merh ve afar adlı ağaçların –ikisi de yemyeşil ve üzerlerinden su damlarken– birbirine sürtülmesiyle ateş çıkması olayı olarak açıklanmıştır. Bunların biri dişi diğeri erkek olarak düşünülmüştür. Bazı müfessirler, “Her ağaçta ateş vardır; ama merh ve afarda bolca bulunur” anlamındaki meşhur sözü de dikkate alarak burada maksadın ağaç cinsi olduğunu ve bu iki türün örneklendirme amacıyla zikredildiğini belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 294).  Göklerin ve yerin ihtişamına ve bunların yaratılışındaki sırlara işaret eden âyetlerden sonra, aklını kullananlara, Allah Teâlâ’nın insanları diriltip huzuruna getirmeye kadir olup olmadığı hususunda bir soru yöneltilmekte ve hemen ardından O’nun ilminin ve yaratma gücünün sonsuzluğunu belirten sıfatlarına vurgu yapılarak hiçbir tereddüt bırakmayacak biçimde soru cevaplanmaktadır: Elbette kadir. “Onların benzerini yaratmaya kadir değil mi?” diye tercüme edilen soruda, “onların benzeri” anlamına gelen mislehüm tamlamasının geçmesi İslâm âlimlerini, öldükten sonra diriltilmenin nasıl gerçekleşeceği problemi üzerinde durmaya yöneltmiştir. Bu ifadenin başka âyet ve hadislerle birlikte değerlendirilmesi neticesinde âlimler, öldükten sonra diriltilmenin sadece ruhanî değil aynı zamanda bedenle de (cismanî) olacağı kanaatine ulaşmışlardır (bu konuda bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Acbü’z-Zeneb”, DİA, I, 319-320; a.mlf., “Ba‘s”, DİA, V, 98-100; Süleyman Toprak, “Haşir”, DİA, XVI, 416-417). Fakat âhiret hayatıyla ilgili olduğu dikkate alındığında, bu olay için dünyadaki tasavvurlarımıza göre bir keyfiyet biçmemizin doğru olmayacağı, bedenle haşrin de âhirete mahsus bir şekilde gerçekleşeceği söylenebilir. Bu ve benzeri âyetlerdeki asıl amacın, diriltmenin mahiyetine ilişkin ayrıntı vermek değil, mahlûkatı ilkten yaratmaya muktedir olan Allah Teâlâ’nın tekrar yaratma gücünden kuşku duyulmasının tutarsızlığını ortaya koymak olduğu anlaşılmaktadır. Zemahşerî, buradaki ifadenin Allah Teâlâ’nın evrendeki egemenliğinin mutlak olduğunu, irade buyurduğu bir şeyi gerçekleştirmek için vasıtaya ihtiyacının bulunmadığını ve O’nun hakkında zorluk, yorgunluk gibi yaratılmışlara ait kusurların düşünülemeyeceğini vurgulayan mecazi bir anlatım olduğu kanaatindedir (III, 294). Katâde, bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak Arap dilinde “kün” (ol) demekten daha kolay bir ifade bulunmadığını belirtir (Taberî, XXIII, 32). Esasen “kün” kelimesinin basit yapısı da konuyu bizim zihnimize yaklaştırma amacı taşır (ayrıca bk. Bakara 2/117). 

Sûre, yüce Allah’ın mutlak ilâh ve rab olduğunun en veciz ifadesi olan bir âyetle son bulmaktadır. “Egemenlik” diye çevirdiğimiz melekût kelimesi mülkiyette mübalağayı ifade eder; bununla, Allah Teâlâ’nın her şeyin sahibi ve mâliki olduğu, onlar üzerinde dilediği gibi ve hikmetine uygun olarak tasarruf gücünün bulunduğu anlatılmaktadır (Zemahşerî, III, 294).

Sonunda herkesin Allah’a döndürülmesi, genellikle, mahşer günü verilecek hesap için bütün insanların O’nun huzuruna çıkarılması şeklinde açıklanır. Bazı müfessirler bu dönüşün izahı sadedinde, iman sahiplerinin 20. âyette zikri geçen mümin kişi gibi koşarak ve kendi istekleriyle Allah’a yöneleceklerini, ilâhî bağış ve ikrama erişmek istemeyen münkirlerin ise zorla O’nun huzuruna sevkedileceklerini belirtirler.