Tûr Suresi okunuşu, Tûr Suresi Arapça Türkçe okunuşu, Tûr Suresi anlamı meali, Tûr Suresi tefsiri

Sûre, adını birinci âyette geçen “etTûr” kelimesinden almıştır. Tûr, dağ demektir. Burada Hz. Mûsâ’ya ilk vahyin geldiği, Sina Yarımadası’nın güneyindeki Sina dağı kastedilmektedir. Sûrede başlıca, ahiret hâlleri, kâfirlerin karşılaşacakları ceza, mü’minlerin mükâfatları konu edilmekte ve müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki batıl iddiaları reddedilmektedir.

Ekleme: 31.03.2022 16:30:06 / Güncelleme: 31.03.2022 17:20:12 / İslam
Destek için 

Haberimizde, Tûr Suresi okunuşu, Tûr Suresi Arapça Türkçe okunuşu, Tûr Suresi anlamı meali, Tûr Suresi tefsiri yer almaktadır.

Tûr Suresi Anlamı

Sûre, adını birinci âyette geçen “etTûr” kelimesinden almıştır. Tûr, dağ demektir. Burada Hz. Mûsâ’ya ilk vahyin geldiği, Sina Yarımadası’nın güneyindeki Sina dağı kastedilmektedir. Sûrede başlıca, ahiret hâlleri, kâfirlerin karşılaşacakları ceza, mü’minlerin mükâfatları konu edilmekte ve müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki batıl iddiaları reddedilmektedir. 49 ayettir. Mushaftaki sıralamada elli ikinci, iniş sırasına göre yetmiş altıncı sûredir. Secde sûresinden sonra, Mülk sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Yemin ifadeleriyle hesap gününün kaçınılmaz bir gerçek olduğuna vurgu yapılarak başlayan sûrede, inkârcıların âhiret hayatıyla yüz yüze gelince karşılaşacakları durum, ardından cennete lâyık görülecek takvâ ehlinin mükâfatları tasvir edilmekte; Resûl-i Ekrem’in gerçek peygamber olduğunu kanıtlayan delillere yer verilerek (Kur’an’ın benzerini kendilerinin de ortaya koyabilecekleri iddiasında bulunanlara bu hususta meydan okunmak ve onlara çarpıcı sorular yöneltilmek suretiyle) Resûlullah’a karşı ileri sürülen asılsız iddialar çürütülmektedir.

Tûr Suresi Arapça Okunuşu

Tur Suresi Türkçe Okunuşu

1.Vet tur
2.Ve kitabim mestur
3.Fi rakkım menşur
4.Vel beytil ma'mur
5.Ves sakfil merfu'
6.Vel bahril mescur
7.İnne azabe rabbike le vakı'
8.Ma lehu min dafi'
9.Yevme temurus semau mevra
10.Ve tesirul cibalu seyra
11.Fe veyluy yevmeizil lil mukezzibin
12.Ellezine hum fi havdıy yel'abun
13.Yevme yude'une ila nari cehenneme de'a
14.Hazihin narulleti kuntum biha tukezzibun
15.E fe sıhrun haza em entum la tubsırun
16.Islavha fasbiru ev la tasbiru sevaun aleykum innema tüczevne ma kuntum ta'melun
17.İnnel muttekıyne fi cennativ ve neıym
18.Fakihine bima atahum rabbuhum ve vekahum rabbuhum azabel cehıym
19.Kulu veşrabu heniem bima kuntam ta'melun
20.Muttekiine ala sururim masfufeh ve zevvecnahum bi hurin ıyn
21.Vellezine amenu vettebeathum zurriyyetuhum bi imanim elhakna bihim zurriyyetehum ve ma eletnahum min amelihim min şey' kullumriim bima kesebe rahin
22.Ve emdednahum bi fakihetiv ve lahmim mimma yeştehun
23.Yetenazeune fiha ke'sel la lağvun fiha ve la te'sim
24.Ve yetufu aleyhim ğılmanil lehum keennehum lu'luum meknun
25.Ve akbele ba'duhum ala ba'dıy yetesaelun
26.Kalu inna kunna kablu fi ehlina muşkikıyn
27.Fe mennellahu aleyna ve vekana azabes semum
28.İnna kunna min kablu ned'uh innehu huvel berrur rahıym
29.Fe zekkir fema ente bi nı'meti rabbike bi kahiniv ve la mecnun
30.Em yekulune şaırun neterabbesu bihi raybel menun
31.Kul terabbesu fe inni meakum minel muterabbisıyn
32.Em te'muruhum ahlamuhum bihaza em hum kavmun tağun
33.Em yekulune tekavveleh bel la yu'minun
34.Felye'tu bi hadisim mislihi in kanu sadikıyn
35.Em huliku min ğayri şey'in em humul halikun
36.Em halekus semavati vel ard bel la yukınun
37.Em ındehum hazainu rabbike em humul musaytırun
38.Em lehum sullemuy yestemiune fih felyeti mustemiuhum bi sultanim mubin
39.Em lehul benatu ve lekumul benun
40.Em tes'eluhum ecran fe hum mim mağramim muskalun
41.Em ındehumul ğaybu fe hum yektubun
42.Em yuridune keyda fellezine keferu humul mekidun
43.Em lehum ilahun ğayrullah subhanellahi amma yuşrikun
44.Ve iy yerav kisfem mines semai sakıtay yekulu sehabum merkum
45.Fe zerhum hatta yulaku yevmehumullezi fihi yus'akun
46.Yevme la yuğni anhum keyduhum şey'ev ve la hum yunsarun
47.Ve inne fillezine zalemu azaben dune zalike ve lakinne ekserahum la ya'lemun
48.Vasbir li hukmi rabbike fe inneke bi a'yunina ve sebbıh bi hamdi rabbike hıyne tekum
49.Ve minel leyli fesebbıhhu ve idbaran nucum

Tur Suresi Türkçe Anlamı

1, 2, 3, 4, 5, 6, 7.Tûr'a, yayılmış ince deri sayfalara düzenle yazılmış kitaba, "Beyt-i Ma'mur"a1, yükseltilmiş tavana (göğe), kabaran denize andolsun ki, şüphesiz Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir.
8.Onu geri çevirecek hiçbir şey yoktur.
9.O gün gök şiddetle sallanıp çalkalanır.
10.Dağlar yürüdükçe yürür.
11, 12.İşte o gün, içine daldıkları dünya zevki içinde eğlenip oyalanan yalanlayıcıların vay haline!
13, 14.Cehennem ateşine itilip atılacakları gün onlara, "İşte bu yalanlamakta olduğunuz ateştir" denilir.
15."Bu Kur'an mı bir büyü imiş, yoksa siz mi (gerçeği) göremiyormuşsunuz?"
16."Girin oraya. İster dayanın, ister dayanmayın, sizin için birdir. Size ancak yapmakta olduğunuzun karşılığı veriliyor."
17, 18.Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlar Rablerinin, kendilerine verdiği şeylerle zevk ve mutluluk duyarak cennetlerde ve nimetler içinde bulunurlar. Rableri onları cehennem azabından korumuştur.
19, 20.Onlara, "Dünya'da yapmakta olduklarınızın karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için" denir. Biz, onlara, iri gözlü güzel hurileri eş olarak vermişizdir.
21.İman eden ve nesilleri de iman konusunda kendilerinin yoluna uyanlar var ya, biz onların nesillerini kendilerine kattık. Bununla beraber onların amellerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazandığı karşılığında rehindir.
22.Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik.
23.Orada, (içilince) boş söz söyletmeyen, günah işletmeyen dolu bir kadehi elden ele dolaştırırlar.
24.Hizmetlerine verilmiş, kabuğunda saklı inci gibi gençler etraflarında dönüp dolaşırlar.
25.Birbirlerine dönüp ("Ne iyilik yaptınız da bu nimetlere ulaştınız?" diye) sorarlar.
26.Derler ki: "Şüphesiz daha önce biz, ailemiz içinde yaşarken (Allah'a isyandan) korkardık."
27."Allah da bize lütfetti ve bizi iliklere işleyen cehennem azabından korudu."
28."Gerçekten biz bundan önce ona yalvarıyorduk. Şüphesiz O iyilik edendir, çok merhametlidir."
29.(Ey Muhammed!) O halde, sen öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde, sen ne bir kâhinsin, ne de bir deli.
30.Yoksa onlar, "O bir şairdir; onun, zamanın felaketlerine uğramasını bekliyoruz" mu diyorlar?
31.Onlara de ki, "Bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
32.Bunu kendilerine akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?
33.Yoksa, "O Kur'an'ı kendisi uydurup söyledi" mi diyorlar? Hayır, (sırf inatlarından dolayı) iman etmiyorlar.
34.Eğer doğru söyleyenler iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!
35.Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?
36.Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar.
37.Yoksa, Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hakim olan kendileri midir?
38.Yoksa onların, kendisi vasıtasıyla (ilahi vahyi) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? (Eğer varsa) dinleyenleri, açık bir delil getirsin!
39.Yoksa, kızlar O'na (Allah'a) da oğullar size mi?
40.Yoksa sen onlardan (tebliğ görevine karşılık) bir ücret istiyorsun da onlar, borçtan ağır bir yük altında mı kalmışlardır?
41.Yoksa, gayb ilmi onların yanında da ondan mı yazıyorlar?
42.Yoksa, bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl, inkar edenler tuzağa düşecek olanlardır.2
43.Yoksa onların Allah'tan başka bir ilahı mı var? Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.
44.Gökten düşmekte olan parçalar görseler, "Bunlar, üst üste yığılmış bulutlardır" derler.
45.Artık sen çarpılacakları günlerine kadar onları kendi hallerine bırak.3
46.O gün tuzakları kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir ve kendilerine yardım da edilmeyecektir.
47.Şüphesiz zulmedenlere bundan başka bir azap daha var.4 Fakat onların çoğu bilmezler.
48.Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin, kalktığında Rabbini hamd ile tespih et.
49.Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışı sırasında O'nu tespih et.

Tur Suresi Tefsiri

Yüce Allah altı şey üzerine kasem (yemin) ederek peygamberleri vasıtasıyla haber verdiği azabın mutlaka geleceğini ve onu engelleyebilecek hiçbir gücün bulunmadığını bildirmektedir. Üzerine yemin edilenlerle nelerin kastedildiği ve bunların yemin konusu ile bağlantısı hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır (Allah’ın yemin etmesi ve Kur’an’da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâriyât 51/1-6).

Müfessirlerin büyük çoğunluğu, 1. âyette geçen tûr kelimesini –Kur’an’daki kullanımlarını dikkate alarak– Hz. Mûsâ’ya peygamberlik görevinin tebliğ edildiği kutlu dağ (Sînâ dağı) anlamıyla açıklamışlardır. Bununla genel olarak dağların kastedildiği kanaatini taşıyanlar da vardır (İbn Atıyye, V, 185). Bazı müfessirler ise bu kelimenin kök anlamlarından olan “uçma” mânasıyla bağ kurarak “gayb âleminden duyular âlemine uçup gelenler (ilhamlar, bilgiler, melekler)” yorumunu yapmışlardır (Beyzâvî, VI, 88).

2 ve 3. âyetlerde söz konusu edilen “kitap”la ilgili olarak yapılan belli başlı yorumlar şunlardır: a) Hz. Mûsâ’ya verilen kitap, b) Kur’an-ı Kerîm, c) Hz. Muhammed’den önce indirilmiş ilâhî kitaplar, d) Yaratıl­mışlarla ilgili bütün bilgilerin kayıtlı bulunduğu levh-i mahfûz, e) Meleklerin göreviyle ilgili olarak levh-i mahfûzdan istinsah edilmiş kısımlar,

f) Haşir günü insanların dünyada yapıp ettiklerini ayrıntılı olarak görecekleri amel defterleri (Zemahşerî, IV, 33; İbn Atıyye, V, 185; Râzî, XXVIII, 239). 3. âyette geçen rakk kelimesi “sahîfe, varak” mânasına gelir; daha çok hayvan (özellikle ceylan) derisinden yapılmış ince deri için kullanılır. Burada “kitap” kelimesiyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği yorumunu yapanlar, sûrenin indiği sıralarda Kur’an’ın bu şekilde yazılmaya başlandığı veya –tamamı açısından– ileride yazılacağına işaret bulunduğu yorumunu yaparlar. “Açık ve yayılmış” anlamına gelen menşûr kelimesiyle ilgili olarak Râzî şu ilginç yorumu yapar: Burada kitabın açıklık özelliğine işaret vardır; zira dürülü, kapalı kitapta ne bulunduğunu kimse bilemez; şu halde burada söz konusu olan kitap dürülü yazılardan yani levh-i mahfûzdan farklıdır; bunun anlamı “O size açıktır, onu inceleyip üzerinde düşünmenize kimse engel olamaz” demektir (XXVIII, 240).

4. âyetteki “el-beyt’ül-ma‘mûr” tamlaması hakkında başlıca üç yorum vardır: a) Semada bulunan bir evin, bir mescidin adıdır; ilgili rivayetlerde bunun yedinci semâda, Kâbe’nin izdüşümüne denk gelen bir yerde, arşın hizasında bulunduğu, durâh diye de anıldığı, meleklerin ziyaretiyle şenlendiği belirtilir. Dördüncü ve altıncı semada veya semanın ve yerin her bir katında bir beytülma‘mûr bulunduğu yönünde de nakiller vardır. Yine rivayetlerde yer alan bilgilere göre her gün oraya çok sayıda melek girer, Allah’ı takdis ve tesbih ederler; çıkanlar artık asla (kıyamete kadar) oraya dönmezler (bk. Taberî, XXVII, 16-18; Zemahşerî, IV, 33; İbn Atıyye, V, 186). Şu var ki bu rivayetlerin âyetteki tamlamayı izah amacı taşıdığı açık değildir (İbn Âşûr, XXVII, 39). b) Kâbe’nin adıdır. Bu yorumda mâmur kelimesinin, “gelen gideni çok olan, ziyaretçileriyle şenlenen ve bakımlı olan yer” mânaları esas alınmıştır (Zemahşerî, IV, 33). Bu yorumu destekleyen bir rivayete göre Allah Teâlâ onu her yıl belirli sayıda ziyaretçi ile mâmur kılar, insanların sayısı bundan eksikse meleklerle tamamlar. c) Müminin kalbi kastedilmiştir. Kalp, kişinin Allah’ı tanıması ve O’na tam bir teslimiyet göstermesiyle mâmur olur (Beyzâvî, VI, 89; ayrıca bk. Abdurrahman Küçük, “Beytülma‘mûr”, DİA, VI, 94-95).

Hemen bütün müfessirler, 5. âyette geçen ve “yüksek, yükseltilmiş tavan” anlamına gelen es-sakf el-merfû‘ tamlamasıyla semânın kastedildiğini belirtirler; Enbiyâ sûresinin 32. âyeti de bu mânayı destekler niteliktedir. Bu konudaki bir rivayete dayanarak bazı müfessirler, bununla (cennetin tavanı olan) arşın kastedildiği yorumunu yapmışlardır (Şevkânî, V, 110; Elmalılı, VII, 4551-4552).

6. âyetteki el-bahru’l-mescûr tamlamasında geçen bahr kelimesi “deniz” anlamına gelir; bunun sıfatı olarak zikredilen mescûr kelimesi ise farklı mânalara gelmektedir. Bu mânalardan hareketle söz konusu tamlama için yapılan belli başlı yorumlar şunlardır: a) Kızdırılmış, alevlenmiş: Kelimenin Tekvîr sûresinin 6. âyetindeki kullanımı ışığında, kıyametin kopması sırasında –muhtemelen jeolojik bir patlamayla– denizlerin aşırı ısınması kastedilmiş olabilir (Gafir 40/72’de de fiil –edilgen haliyle– “yakılma” mânasına kullanılmıştır). b) Dolgun, taşkın: Denizlerin sularla dolu olması veya okyanuslar kastedilmiş olabilir. c) Boş: Kıyamet sırasında denizlerin boşalması kastedilmiş olabilir. d) Tutulmuş, hapsedilmiş: Denizlerin, dünyanın düzenini altüst edecek taşmalar yapmasının engellenmesine işaret olabilir (Taberî, XXVII, 18-19; İbn Atıyye, V, 186). e) Karışık, karışkan: Suyu birbirine veya tatlısı acısına karışan denizler mânası kastedilmiş olabilir (Şevkânî, V, 110). f) Tûr’dan söz edilmesi dikkate alınarak, Firavun’un boğulduğu denizin kastedildiği de düşünülebilir (İbn Âşûr, XXVII, 39-40; Elmalılı, VII, 4552). Ayrıca burada, semâda arşın altında bulunan bir denize (Taberî, XXVII, 20) veya cehenneme (İbn Atıyye, V, 187) yemin edildiği yönünde rivayetler de bulunmaktadır. Taberî kelimenin “yakma” ve “dolma” şeklinde iki temel mânası bulunduğunu, bunlardan ilkinin dünya hayatındaki denizlere uymadığını, dolayısıyla “dolu deniz” mânası verilmesinin isabetli olacağını belirtir (XXVII, 19-20). Ancak buradaki denizin “kıyamet koparken ısınan ve kaynayan deniz” olarak anlaşılmasına da bir engel bulunmadığından meâlde “kaynayan deniz” anlamı tercih edilmiştir.

İbn Âşûr burada üzerine yemin edilenlerle yeminin amacı arasındaki bağı özetle şöyle açıklar: İlk altı âyette üzerine yemin edilenler Hz. Mûsâ’nın Firavun’a gönderilmesiyle ilgili hususlardır. Yeminin konusu ise peygamberlerin uyarılarının esasını oluşturan ilâhî azabın mutlaka geleceği gerçeğidir. Firavun ve adamlarının helâki de bu gerçeği inkâr edip Mûsâ’yı yalancılıkla itham etmeleri sebebiyle olmuştur (XXVII, 36; Râzî’nin burada zikredilen üç mekân [Tûr dağı, deniz ve Kâbe] ile üç peygamber [Hz. Mûsâ, Hz. Yûnus ve Hz. Muhammed] arasında bağ kuran tevili için bk. XXVIII, 239-240). 

İlk iki âyette kıyamet sahneleriyle ilgili kısa ve sarsıcı bir tasviri takiben 12. âyette inkârcıların o günü hiç akıllarına getirmeden sürdürdükleri dünya hayatının, kalıcı değeri olmayan, boş ve anlamsız bir uğraş ve oyalanmadan ibaret olduğu belirtilmekte; 13-16. âyetlerde de karşılaşacakları ağır cezanın soyut bir tasavvur olarak kalmaması için, karşılaşacakları muamele hakkında canlı bir anlatım üslûbu kullanılmakta ve bunun üzerinde dikkatle düşünülmesi istenmektedir.

15. âyette, peygamberlerin bildirdiği gerçekler üzerinde düşünmek ve kabul etmek yerine bunları birer yalan, gösterdikleri mûcizeleri de sihir olarak niteleme yolunu seçenler acı hakikatle yüzyüze geldiklerinde kendilerine “Bu da mı sihir? Dünyada hakikatlere karşı kör davrandığınız gibi burada da gözünüz görmüyor mu yoksa?” şeklinde aşağılayıcı bir hitapta bulunulacağı haber verilmektedir (Zemahşerî, IV, 34). Râzî buna yakın bir yoruma yer vermekle beraber şu hususu da ekler: Kişi bir şeyi gerçeği hilâfına görüyorsa ya görülende yahut görende bir kusur söz konusudur; inançsızlarca inkâr edilenlerin şaşmaz bir gerçek olduğu o gün ortaya çıkacağına göre bu kusurun görenlerde bulunduğu anlaşılmış olacaktır; âyet bu durumu teyit amacı taşır (XXVIII, 247).

16. âyetle ilgili başka izahlar da yapılmış olmakla beraber meâl Zemahşerî’nin şu yorumu esas alınarak verilmiştir: İnkârcılara sabredip etmemelerinin kendileri açısından bir farkının olmayacağı bildirildikten sonra, “Çünkü sadece yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz” şeklinde bir gerekçe gösterilmiştir; bu gerekçenin amacı ise, artık yargılamanın sona erdiğini ve dünyada yapılanların karşılığını görmekte olduklarını, dolayısıyla orada cezayı hafifletici bir çaba içinde olmalarının yarar sağlamayacağını, sabır erdeminin ancak imtihan ortamı olan dünya hayatında değer taşıdığını hatırlatmaktır (IV, 34). 

Kur’an’ın genel yöntem ve üslûbu doğrultusunda, inkârcılara yapılan uyarı ve ceza bildirimini takiben müminlere de müjdeler verilmekte ve âhirette kendileri için hazırlanmış bulunan nimetler tasvir edilmektedir (cennet ve nimetleri hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Bakara 2/25; Zuhruf 43/68-73; Nebe‘ 78/31-36; Mutaffifîn 83/22-28; Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376-386).

21. âyette, müminlerin âhirette yakınlarıyla beraber olup olamayacakları konusuna değinilerek cennet hayatının güzelliklerini düşünenlerin hatırından geçebilecek önemli bir soruya cevap verilmiş olmaktadır. Bu âyetten ve başka birçok delilden anlaşıldığına göre cennete girmenin ön şartı iman sahibi olmaktır. Burada ayrıca, yüce Allah’ın müminlere, âhiret mutluluğunu, iman konusunda aynı yolu izleyen nesilleriyle birlikte yaşama imkânı lutfedeceği, bunun için onların iyi amellerinden bir eksiltmeye de ihtiyaç olmayacağı bildirilmektedir. İman konusunda sonraki nesillerin öncekilere uymasını, “Allah’a yürekten inanıp bu inancın gereklerini yerine getirmek yani O’na samimi kul olmak ve erdemli davranışlarda bulunmak hususunda geçmişlerini izlemek” şeklinde anlamak uygun olur. Âyette, cennette bir araya getirilecek yakınların mümin olma özelliğinde birleştikleri açıkça belirtildiği dikkate alınarak burada, böyle bir ortak noktada birleşmiş olanlar arasında dünyadaki sevgi, ilgi ve yakınlıkların cennette de devam edeceğine, bu noktada birbirinden ayrılmış olanların ise –muhtemelen oraya özgü algılama biçimine göre– zaten aynı sevgi hisleriyle dolu olamayacaklarına, dolayısıyla bu ayrılığın bir ıstırap sebebi oluşturmayacağına işaret edildiği söylenebilir. Nitekim birçok âyet ve hadise göre cennet hayatında her türlü tasa ve üzüntü son bulacaktır.

Âyetin son cümlesiyle âdeta, bu konuda verilen müjdenin yanlış anlaşılmaması ve istismar edilmemesi için bir uyarıda bulunulmaktadır: “Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir.” Şu halde hiç kimse, iman ettikten sonra, iyi amelleri çok az ve günahları çok fazla olsa bile, dindar ve iyilik sever yakınları sayesinde cennete gireceğini zannetmemelidir. Bu âyetin “... yanlarına bu zürriyetlerini katacağız” diye çevrilen kısmı “zürriyetlerini de onların derecesine çıkaracağız” şeklinde de anlaşılmıştır. Ancak, Taberî ve İbn Atıyye’nin tercih ettiği bu yorumda da yukarıda belirtilen ana fikir değişmemekte, imanda atalarını izleyen nesillerin –amel açısından kusurlu olsalar bile– atalarına ilâhî bir ikram ve onurlandırma olmak üzere onların derecesine yükseltilecekleri anlamı öne çıkarılmaktadır (Taberî, XXVII, 24-26; İbn Atıyye, V, 189). Âyetin “Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabı karşılığında bir rehindir” şeklinde çevrilen son cümlesinde kişinin sorumluluğu, borç ilişkilerinde önemli bir yeri olan rehin kavramıyla açıklanmıştır. Bir borca karşılık teminat olmak üzere nasıl ki borçlu alacaklıya rehin verirse, kul da Allah’ın huzurunda vereceği hesap karşılığında kendisini rehin vermiş gibidir; hesabını verebilenler kurtulur, vermeyenler cezalarını çeker (Allah’ın kullarından aldığı söz hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/172). Şayet borcunu ödemeye çalışmış ve bu yüce Allah tarafından yeterli görülmüşse rehin kalmaktan kurtulacak, âhiret saadetine erişecektir (yakın bir izah için bk. Zemahşerî, IV, 35). Bu cümle için, herkesin yaptığı iyi kötü her şeyin kayıt altında olduğu, kimsenin başkasının günahından sorumlu olmayacağı ve sadece kendi yaptıklarının karşılığını göreceği yorumu da yapılmıştır (Taberî, XXVII, 28). Bu itibarla, cümleye “Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabını verecektir” veya “Herkesin durumu kendi kazancına bağlıdır” gibi mânalar da verilebilir. Bazı müfessirler Müddessir sûresinin 38-39. âyetlerini dikkate alarak müminlerin, bu âyetteki rehin nitelemesine dahil olmadığını, burada sadece inkârcıların kastedildiğini söylemişlerse de söz konusu cümlenin herkesi kapsadığı yorumu daha isabetli görünmektedir (Râzî, XXVIII, 252-253).

25-28. âyetlerde, kabirlerinden kaldırılanlardan söz edildiği kanaatini taşıyan müfessirler bulunmakla beraber bunların cennete girme mutluluğuna erişmiş kimseler olduğu genellikle kabul edilir; sözün akışı da bu görüşü desteklemektedir (Taberî, XXVII, 30; Şevkânî, V, 114). 21. âyetle bağ kurularak, 26-28. âyetlerdeki sözleri cennette çoluk çocuğuyla buluşturulmuş olanların birbirlerine söyleyecekleri de düşünülebilir. Buna göre bu ifadeleri şöyle izah etmek mümkündür: Doğrusu biz dünyadayken “Acaba burada sizden ayrı düşer miyiz?” diye kaygı duymaktaydık. Çok şükür ki yüce rabbimiz bizleri azabından korudu ve cennetinde buluşturdu. Dünya hayatında, Allah’ın burada bizi bir araya getirmesi için dua ediyorduk, dualarımızı kabul etti, çünkü O’nun ihsanı boldur, merhameti geniştir (İbn Âşûr, XXVII, 56-58). Müfessirlerin çoğu bu sözleri, cennet ehlinin, o sıradaki durumları ile dünyada çektikleri sıkıntıları karşılaştırma mahiyetinde aralarında yaptıkları konuşmalar veya kendilerinin bu mertebeye nasıl eriştiklerini soranlara verdikleri bir cevap olarak düşünüp şöyle açıklamışlardır: Dünyadayken Allah’a karşı gelmekten veya burada karşılaşacağımız azaptan için için korkardık; Cenâb-ı Allah bize lutfuyla muamele edip bağışladı veya bizi O’nun rızasına uygun ameller işlemeye muvaffak kıldı. Tabii ki dünya hayatında iken yalnız O’na kulluk ve dua ediyorduk, şimdi de tek sığınağımız O’dur; O vaadinde durur ve engin merhamet sahibidir (Şevkânî, V, 114-115; Hâzin, VI, 93-94).

28. âyette berr kelimesi, Allah’ın ismi olarak kullanılmış olup, esmâ-i hüsnâ şârihleri bunun anlamını genellikle şöyle açıklamışlardır: Yüce Allah’ın bütün mahlûkatına rahmetiyle muamele etmesi, takvâ sahibi kullarına kat kat sevap vermesi, niyetlendiği güzel işleri yapamayanları ve niyetlendiği kötü işlerden vazgeçenleri bile ödüllendirmesi, âsileri ise sadece işledikleri günahlar kadar cezalandırması. Bu isim, söz ve haberlerinde mutlak sâdık anlamıyla da açıklanmıştır (Metin Yurdagür, s. 219-220 

Yakın çevresinden haksız ve ağır ithamlara mâruz kalan Resûl-i Ekrem’e, inkârda direnenlerin düşündükleri ve düşünebilecekleri, söyledikleri ve söyleyebilecekleri, yaptıkları ve yapabilecekleri ile ilgili hemen bütün ihtimaller hatırlatılıp bunların hiçbirinin sonuç vermeyeceği, kendisine düşenin azim ve sebatla doğruyu anlatmak olduğu, bu olumsuzlukların Allah’a olan bağlılığını asla etkilememesi gerektiği, yeterli bildirim ve öğüt yapıldığı halde akıl ve iz‘anlarını harekete geçirmemekte ısrar edenleri ise kendilerini bekleyen ceza ile baş başa bırakmaktan başka bir yol bulunmadığı bildirilmektedir.

Araplar’da kâhinler ve mecnunların cinlerle insanlar arasında irtibat sağladığına inanılırdı. Bu sebeple putperestler Resûlullah’a 29 ve 30. âyetlerde belirtilen türden isnat ve iftiralarda bulunuyorlardı. 29. âyette Hz. Peygamber’le ilgili bu iddiaların asılsızlığı ortaya konmaktadır (İbn Atıyye, V, 191). Bu ve benzeri yerlerde mecnun kelimesini –yaygın anlamıyla– “akıl hastası, deli” şeklinde açıklamak mümkün olduğu gibi, o günkü inanışlar ışığında “cinlenmiş, cinin hâkimiyetine girmiş” şeklinde yorumlamak da mümkündür. “Kâhin” kelimesinde ise bu mâna daha belirgindir (bk. Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, s. 158-165; A. Fischer, “Kâhin”, İA, VI, 71-73; ayrıca bk. A‘râf 7/184, Hicr 15/6).

30. âyette geçen reybe’l-menûn tamlaması “zamanın getireceği musibetler”i veya “ölüm”ü ifade etmek üzere kullanılır. Hz. Peygamber’i görevini yapmaktan alıkoyamayan Kureyşliler onu bertaraf edebilmek için değişik komplolar üzerinde fikir yürütüyorlardı. Bazıları zamanın yani ölümün nice meşhur şairleri alıp götürdüğünü hatırlatıp bu işi de zamana bırakmanın uygun olacağını söylüyordu. Bu tavrın o sıralarda “şair” olarak tanınan insanlara ilişmenin pek hayırlı sonuç getirmeyeceği telakkisiyle de bağlantılı olduğu düşünülebilir. Bazı rivayetlerde böyle bir müzakere sırasında söylenen, “Onu bağlayıp hapsedin, öylece ölüp gitmesini bekleyin” gibi sözler bu âyetin iniş sebebi olarak gösterilmiştir (Taberî, XXVII, 31; Zemahşerî, IV, 35). Sûrenin bir bütün olarak indiği dikkate alındığında bu rivayetlerdeki bilgileri âyetin özel bir sebep üzerine bütününden ayrı olarak indiği şeklinde değil, burada söz konusu olaya ve benzerlerine bir gönderme yapılmış olduğu tarzında anlamak uygun olur (Ateş, IX, 84-85).

32. âyette müşriklerin çelişkili söz ve tutumlarına dikkat çekilmektedir. Zira Resûlullah’ı bir taraftan mecnun ilân ederlerken diğer taraftan da onu özel yetenek ve ince zekâ gerektiren şairlik ve kâhinlikle nitelemeleri akıl ve mantığa sığacak iş değildi (Zemahşerî, IV, 35-36). Râzî burada aklın söz ve davranışlardaki önemine işaret bulunduğunu belirtir ve aklın hisleri kontrol etme işlevi üzerinde durur (bk. XXVIII, 257).

Bu kısa âyette putperestlerin peygamber ve vahiy karşısındaki küstahça tutumları eleştirilirken, hilim ve tuğyan kavramları çerçevesinde dolaylı olarak iki büyük zihniyet farkına da dikkat çekilmektedir. Müfessirler, buradaki ahlâmın tekili olan hilim kelimesini genellikle “akıl”, âyette bunun karşıtı bir konumda kullanılan tâgînin türetildiği tuğyânı da, “isyanda sınır tanımama, konuşurken hezeyanlar savurma” şeklinde açıklamışlardır (meselâ bk. Râzî, XXVIII, 257-258; Şevkânî, V, 115). Ancak, özellikle hilimle ilgili bu açıklama iki yönden eksik görünmektedir: a) Öncelikle hilim, salt zihinsel yetenek olan aklı değil, aynı zamanda basiretli, soğuk kanlı, sabırlı, ölçülü, kısaca erdemli ve hakka uygun davranmayı da kapsayan bir kavramdır. Tuğyan ise inançta, sözde ve eylemde doğruluk ve adalet sınırını aşmayı, cahilce ve ahmakça hareket etmeyi ifade eder ve bu anlamıyla tuğyan, kaynaklarda Câhiliye Arapları’nın cehl, asabiyet, hamiyet gibi terimlerle ifade edilen barbarlık zihniyetinin bir tezahürü olarak görülür. b) Câhiliye döneminde de akla değer verenler vardı; buna rağmen bu yetenek bireyin ve toplumun ruhî ve maddî hayatını kurtaracak, onlara gerçek anlamda yararlı olacak inanç ve eylemlere götürme imkânından yoksundu; bu sebeple o döneme “Câhiliye” denilmiştir. İslâm ise ilâhî irşadla aklın yolunu aydınlattı; önüne inanç ve amelle ilgili ölçüler koydu; böylece insana zihnî, duygusal ve bedenî yeteneklerini doğru olarak kullanma fırsatını verdi; aklın salt bir zekice düşünme yeteneği değil, belirtilen vahiy kaynaklı ölçüler çerçevesinde en doğru, en âdil, dolayısıyla da nihaî anlamda en yararlı olanı kavrama, bilme yeteneği halini almasına imkân sağladı. Esasen birçok âyette Kur’an-ı Kerîm’in, hidayet, şifa, nur (ışık) gibi sıfatlarla anılmasının anlamı da budur. Sonuç olarak müminler bu kaynaktan aydınlandıkları için belirtilen anlamda akıllarıyla hareket ederler ve doğru olana inanır, doğru olanı yaparlar; inkârcılar ise kendilerini belirtilen kaynaktan nasipsiz bıraktıkları için inanç ve davranışlarda mâkul ve tutarlı olamaz, doğruluk ve adalet sınırını aşarlar. Hz. Peygamber’i “kâhin, mecnun, şair” gibi gerçek dışı ve çelişkili iddialarla suçlarken de aynı tutumu sergilemişlerdir.

33. âyetin son cümlesi genellikle “Onlar iman etmezler; ne kadar delil getirilse koyu taassupları içinde inkârcılıklarını sürdürürler” şeklinde anlaşılmıştır. Fakat bu bağlamda cümleye “(dediklerine) kendileri de inanmıyorlar” tarzında da mâna verilebilir (Elmalılı, VII, 4560; Kur’an’ın muhataplarına onun bir benzerini ortaya koymaları için çağrı yapması ve meydan okuması konusunda bk. Bakara 2/23; Enfâl 8/31).

35. âyette muhataplar her şeyden önce kendi yaratılışları üzerin­de düşünmeye ve muhâkeme zincirini buna göre oluşturmaya çağı­rılmaktadır. Âyetin “Acaba onlar bir şey bulunmadan mı yaratıldılar?” diye çevrilen kısmı, daha çok “Acaba onlar yaratıcısız mı yaratıldılar?” mânasıyla açıklanmıştır (âyetin varlık felsefesi açısından yapılmış bir yorumu için bk. Elmalılı, VII, 4561-4562). Bu kısma “Acaba onlar sebepsiz mi yaratıldılar?” şeklinde mâna vermek de mümkündür; bu takdirde, onlara gayesiz, boş yere mi yaratıldıkları sorulmuş olmaktadır. Bir yoruma göre ise bu cümlede “Kendilerini cansız, akıl nimetinden mahrum, gösterilen kanıtları anlayamaz varlıklar gibi mi görüyorlar?” mânası bulunmaktadır (Taberî, XXVII, 33; İbn Atıyye, V, 192). Buhârî, bu ve müteakip iki âyetin, Bedir Savaşı’nı takiben esir düşen müşriklerle ilgili görüşme yapmak üzere Medine’ye gelen Cübeyr b. Mut‘im’in gönlünde iman ateşini yakan bir etki oluşturduğuna dair bir rivayet aktarmıştır. Bu rivayette Cübeyr’in şöyle dediği belirtilir: “Hz. Peygamber akşam namazında Tûr sûresini okumuş, ben de dinlemiştim; ‘em hulikû (...) em hümü’l-müsaytırûn’ âyetlerine (35-37. âyetlere) gelince kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu” (Buhârî, “Tefsîr”, 52).

36-43. âyetlerde inkârcıların Hz. Muhammed’i peygamberlik görevine lâyık görmeme ve Allah hakkında sapkın iddialar ileri sürme tarzındaki küstahça tavırları eleştirilmekte, bilgisizlik ve âcizliklerine rağmen böyle bir değerlendirme hakkını nasıl kendilerinde bulabildikleri onları hafife alan bir üslûpla sorulmakta, üstelik Resûlullah’ın onlara herhangi bir maddî yük de getirmediğine dikkat çekilmektedir.

Bir yoruma göre 42. âyetin ilk cümlesinde, Mekkeliler’in Resûl-i Ekrem’i öldürmek için suikast hazırlığı içinde oldukları, son cümlesinde de planlarının boşa çıkacağı ve asıl kendilerinin perişan olacakları haber verilmektedir. Nitekim Medine’ye hicretten kısa bir süre önce müşrikler Dârünnedve’de toplanıp bu konuyu enine boyuna tartışmış, müşterek bir suikast planı hazırlamışlar (bk. Müsned, I, 348), fakat bu plan boşa çıktığı gibi Resûlullah’ı öldürmeyi planlayan suikastçıların kendileri de kısa bir süre sonra Bedir Savaşı’nda öldürülmüşlerdi (Zemahşerî, IV, 36).

Söz konusu inkârcıların apaçık kanıtlar karşısında bile inatlarını sürdürdüklerini anlatmak üzere 44. âyette somut bir örnek verilmekte, –İsrâ sûresinin 90-92. âyetlerinde belirtildiği üzere– istedikleri gibi gökten bir kütle düşürülse ve bunu gözleriyle görseler dahi gelip kafalarına çarpmadıkça onun varlığını kabullenmek istemeyecekleri, “bulut yığınlarıdır” gibi sözlerle geçiştirmeye çalışacakları belirtilmektedir (Taberî, XXVII, 36). 45. âyette de böylesine bağnaz bir tutum içinde olanları, kendilerini bekleyen dehşetli günle baş başa bırakma dışında bir yol olmadığı ifade edilmiştir. Bu âyette sözü edilen gün hemen bütün müfessirlere göre kıyamet günüdür. 47. âyette bundan başka bir azap ile daha karşılaşacakları belirtilmiş, fakat azabın mahiyeti açıklanmamıştır. Bazı müfessirlere göre bundan maksat kabir azabı, bazılarına göre ise açlık, yakınlarını ve servetini kaybetme ya da Bedir Savaşı vb. hezimetlere uğrama gibi dünyevî belâlardır (İbn Atıyye, V, 194). Taberî, bu konuda bir sınırlandırmaya gitmeksizin inkârcıların –kabir azabı dahil– kıyamet gününden önce karşılaşacakları her türlü musibeti bu kapsamda düşünmenin uygun olacağını belirtir (XXVII, 36-37).

48 ve 49. âyetlerde Resûlullah’ın ilâhî gözetim ve koruma altında bulunduğu bildirilerek ondan görevini azim ve sebatla sürdürmesi istenmekte, mâneviyatını yükseltecek en büyük gıdanın her zaman Allah’ı yüceltmek, O’na olan inanç ve güvencini zinde tutmak olduğu hatırlatılmaktadır. İbn Abbas, 49. âyetin sonunda geçen (yıldızlar çekildiğinde yapılması istenen) tesbihten maksadın sabah namazından önce kılınan iki rek‘at nâfile (sünnet) namaz olduğunu söylemiştir. Resûlullah’ın sabah namazının sünnetine çok ayrı bir önem verdiğine dair hadisler bulunmaktadır (bk. Buhârî, “Teheccüd”, 27; Müslim, “Müsâfirîn”, 94, 96). Bu âyetlerde geçen tesbih ile genel olarak, “Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederek anma” mânasının veya farz yahut nâfile namazların kastedildiği yorumları yapılmıştır. Ayrıca burada belirtilen vakitlerle ilgili olarak değişik görüşler ortaya konmuş, “her kalktığında” diye çevirdiğimiz ifade için “oturduğun bir mecliste ayağa kalktığında, namaza kalktığında, yatağından kalktığında” gibi açıklamalar yapılmıştır (bk. Taberî, XXVII, 38-40; İbn Atıyye, V, 194).

Sûre, –mushaf tertibine göre– “yıldız” anlamına gelen Necm sûresine geçileceğini haber verircesine yıldızlardan söz eden bir cümle ile sona ermektedir.

İlgili Haberler