Haberimizde Mümtehine Suresi okunuşu, Mümtehine Suresi Arapça Türkçe okunuşu, Mümtehine Suresi anlamı meali, Mümtehine Suresi tefsiri yer almaktadır.
Mümtehine Suresi Anlamı
Onuncu âyette, Hudeybiye antlaşmasından sonra müşrikler arasından çıkıp Medine’ye gelen ve müslüman olduklarını söyleyen kadınların imtihan edilmeleri emredildiği için sûreye mecazen,“imtihan eden” anlamında “mümtehine” denmiştir. Sûrede başlıca, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek ve müslümanlarla kâfirler arasındaki ilişkilere dair bazı uyarılar konu edilmektedir, 13 âyettir. Mushaftaki sıralamada altmışıncı, iniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisâ sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Allah’a ve müminlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bu tavırlarını eyleme dönüştürmüş olanlarla dostluk kurulamayacağı, aralarında bazı duygusal bağlar bulunsa bile müslümanların onlarla ilişkilerinde çok dikkatli olmaları gerektiği, ancak müslümanlara karşı fiilî bir husumet içinde olmayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmaya bir engel bulunmadığı bildirilmekte; tevhid mücadelesinde Hz. İbrâhim ve onun yolundan gidenlerin iyi bir örneklik teşkil ettiği hatırlatılmakta; Hudeybiye Barış Antlaşması sonrasında meydana gelen bazı gelişmeler ışığında inkârcı taraftan kaçıp gelen kadınların hukukunun korunmasıyla ilgili hükümlere, bu arada Kur’an nazarında kadının statüsüne ışık tutan bir biat uygulamasına yer verilmektedir.
Mümtehine Suresi Arapça Okunuşu
Mümtehine Suresi Türkçe Okunuşu
1.Ya eyyuhelleziyne amenu la tettehızu 'aduvviy ve 'aduvvekum evliyae tulkune ileyhim bilmeveddeti ve kad keferu bima caekum minelhakkı yuhricunerresule ve iyyakum en tu'minu billahi rabbikum in kuntum harectum cihaden fiy sebiyliy vebtiğae merdatiy tusirrune ileyhim bilmeveddeti ve ene a'lemu bima ahfeytum ve ma a'lentum ve men yef'alhu minkum fekad dalle sevaessebiyli.
2.İn yeskafukum yekunu lekum a'daen ve yebsutu ileykum eydiyehum ve elsinetehum bissui ve veddu lev tekfurune.
3.Len tenfe'akum erhamukum ve la evladukum yevmelkıyameti yefsılu beynekum vallahu bima ta'melune basıyrun.
4.Kad kanet lekum usvetun hasenetun fiy ibrahiyme velleziyne me'ahu iz kalu likavmihim inna bureau minkum ve mimma ta'budune min dunillahi keferna bikum ve beda beynena ve beynekumul'adavetu velbağdau illa kavle ibrahiyme liebiyhi leestağfirenne leke ve ma emliku leke minallahi min şey'in rabbena 'aleyke tevekkelna ve ileyke enebna ve ileykelmesıyru.
5.Rabbena la tec'alna fitneten lilleziyne keferu vağfir lena rabbena inneke entel'azizül hakim.
6.Lekad kane lekum fiyhim usvetun hasenetun limen kane yercullahe velyevmel'ahıre ve men yetevelle feinnallahe huvelğaniyyulhamiydu.
7.'Asallahu en yec'ale beynekum ve beynelleziyne 'adeytum minhum meveddeten vallahu kadiyrun vallahu ğafurun rahıymun.
8.La yenhakumullahu 'anilleziyne lem yukatilukum fiyddiyni ve lem yuhricukum min diyarikum en teberruhum ve tuksitu ileyhim innallahe yuhıbbulmuksitıyne.
9.İnnema yenhakumullahu 'anilleziyne katelukum fiydiyni ve ahrecukum min duyarikum ve zaheru 'ala ıhracikum en tevellevhum ve men yetevellehum feulaike humuzzalimune.
10.Ya eyyuhelleziyne amenu iza caekumulmu'minatu muha ciratin femtehınuhunne allahu a'lemu biiymanihinne fein 'alimtumuhunne mu'minatin fela terci'uhunne ilelkuffari la hunne hıllun lehum ve la hum yehıllune lehunne ve atuhum ma enfeku ve la cunaha 'aleykum en tenkıhuhunne iza ateytumuhunne ucurehunne ve la tumsiku bi'ısamilkevafiri ves'elu ma enfaktum velyes&elu ma enfeku zalikum hukmullahi yahkumu beynekum vallahu 'aliymun hakuymun.
11.Ve in fatekum şey'un min ezvacikum ilelkuffari fe'akabtum featulleziyne zehebet ezvacuhum misle ma enfeku vettekullahelleziy entum bihi mu'minune.
12.Ya eyyuhennebiyyu iza caekelmu'minatu yubayı'neke ala en la yuşrikne billahi şey'en ve la yesrıkne ve la yezniyne ve la yaktulne evladehunne ve la yet'tiyne bibuhtanin yefteriynehu beyne eydiyhinne ve erculihinne ve la ya'sıyneke fiy ma'rufin febayı'hunne vestağfir lehunnallahe innallahe ğafurun rahıymun.
13.Ya eyyuhelleziyne amenu la tetevellev kavmen ğadıballahu 'aleyhim kad yesiu minel'ahıreti kema yeiselkuffaru min ashabilkuburi.
Mümtehine Suresi Türkçe Anlamı
1.Ey İman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar size gelen hakkı inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah'a inandınız diye Resûlü ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer rızamı kazanmak üzere benim yolumda cihad etmek için çıktıysanız (böyle yapmayın). Onlara gizlice sevgi besliyorsunuz. Oysa ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa mutlaka doğru yoldan sapmıştır.
2.Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman olurlar, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar ve inkar etmenizi arzu ederler
3.Yakınlarınız ve çocuklarınız size asla fayda vermeyecektir. Kıyamet günü Allah aranızı ayıracaktır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
4.İbrahim'de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir" demişlerdi. Yalnız İbrahim'in, babasına, "Senin için mutlaka bağışlama dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez" sözü başka. Onlar şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Ancak sana dayandık, içtenlikle yalnız sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır."
5."Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin zulmüne uğratma. Bizi bağışla. Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin."
6.Andolsun, onlarda (İbrahim ve beraberindekilerde) sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye layıktır.
7.Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve yakınlık) koyar. Allah hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
8.Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever.
9.Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
10.Ey iman edenler! Mü'min kadınlar muhacir olarak size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz onların inanmış kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kafirlere geri göndermeyin. Çünkü müslüman hanımlar kafirlere helal değillerdir. Kafirler de müslüman hanımlara helal olmazlar. Mehir olarak harcadıklarını onlara (kocalarına geri) verin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde, bu kadınlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Müşrik karılarınızın nikahlarına tutunmayın. (Zira bu nikahlar ortadan kalkmıştır.) Onlara harcadığınız mehri, (evlendikleri kafir kocalarından) isteyin. Kafirler de (İslâm'ı kabul eden ve sizinle evlenen eski hanımlarına) harcamış oldukları mehri (sizden) istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. O, aranızda hüküm veriyor. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
11.Eğer eşlerinizden biri kafirlere kaçar4 ve siz de onlarla çarpışıp ganimet alırsanız eşleri gidenlere sarfettikleri (mehir) kadarını verin ve inandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının.
12.Ey Peygamber! Mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek,5 hiçbir iyi işte sana karşı gelmemek konusunda sana biat etmek üzere geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
13.Ey iman edenler! Kendilerine Allah'ın gazap ettiği, kabirlerdeki kafirlerin ümit kestikleri gibi tamamen ahiretten ümitlerini kesmiş6 bir toplumu dost edinmeyin.
Mümtehine Suresi Tefsiri
Bir sahâbînin, Mekke’deki yakınlarının güvenliklerini sağlamak amacıyla Hz. Peygamber’in verdiği gizli bir bilgiyi Mekke müşriklerine sızdırmaya teşebbüs etmesi olayı ışığında, müminler değerler sıralamasına riayet hususunda uyarılmakta, düşman tarafta kişinin en yakınları bulunsa bile onlarla, Allah’a ve resulüne iman ve bağlılık ilkesiyle bağdaşmayan, emanete hıyanet niteliği taşıyan ve müslümanların güvenliğini ihlâl eden ilişkiler kurulamayacağı bildirilmektedir.
İlk âyetin, sûrenin baş kısmının veya tamamının nüzûl sebebi olarak nakledilen olay özetle şöyledir: Hz. Peygamber Mekke’ye sefer için hazırlık yaparken hedefini gizli tutmuş, sadece sahâbeden belirli kişilere bir sır olarak bunu söylemişti. Konuya ilişkin rivayetler ışığında, bunun Hudeybiye Barış Antlaşması’yla sonuçlanan umre amaçlı sefer veya Mekke’nin fethi için yapılan sefer hazırlığı olduğu yönünde farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Dolayısıyla, birinci ihtimale göre olay hicrî 6., ikinci ihtimale göre 8. yılda meydana gelmiş olmalıdır. Bu hazırlık sürerken âzatlı bir câriye olan Sâre adlı bir kadın Mekke’den Medine’ye gelip maddî yardım için Resûlullah’a başvurdu. Hz. Peygamber ona müslüman olarak mı yoksa sadece göçmen olarak mı geldiğini sordu. O, böyle bir sebeple değil, azatlısı olduğu ailenin Medine’ye hicretinden sonra ihtiyaç içine düşmesinden dolayı geldiğini ve maddî yardıma muhtaç olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Resûlullah, onu âzat etmiş bulunan Abdülmuttaliboğulları’nı yardıma teşvik etti. Hz. Peygamber’in kendisine Mekke fethi hazırlığıyla ilgili bilgi verdiği sahâbîlerden Hâtıb b. Ebû Beltea da bu kadına para ve giyecek yardımı yaptı, bu arada onunla Mekkeliler’e hitaben gizli bir mektup gönderdi. Kadın yola çıktıktan sonra Cebrâil (a.s.) durumu Hz. Peygamber’e bildirdi. Resûlullah hemen –aralarında Hz. Ali’nin de bulunduğu– birkaç sahâbîyi görevlendirip ona yetişmelerini ve mektubu alıp getirmelerini emretti (rivayetlerde diğer sahâbîlerin isimleri konusunda farklılıklar bulunmaktadır). Hz. Peygamber kadını –Mekke istikametinde Medine’ye 12 mil mesafede bulunan– Ravzaihâh’a vardıklarında bir deve hevdeci içinde bulacaklarını bildirmişti. Atlarına binip süratle oraya ulaşan sahâbîler onu elleriyle koymuş gibi buldular. Kadın mektubu kolay bulunamayacak şekilde (bir rivayete göre saçının arasına) saklamıştı. Önce direnmek istedi, fakat başka çaresinin olmadığını anlayınca mektubu sakladığı yerden çıkarıp verdi. Kadının getirilmesi veya cezalandırılması tâlimatı bulunmadığı için serbest bırakıldı. Mektup kendisine ulaşınca Hz. Peygamber Hâtıb’ı sorguladı. O, bunun imanındaki bir zaafla ilgili olmadığını ısrarla belirtip gerekçesini şöyle açıkladı: Yanınızdaki muhâcirlerin Kureyşliler’le akrabalığı bulunduğu için Mekke’deki yakınları ve malları korunmaktadır. Ben ise aslen Kureyşli değilim; onun için ben de yakınlarımın himayesini sağlamak üzere onlara bir jest yapmak istedim. Resûlullah “İşin doğrusunu apaçık söyledi” buyurdu. Gerçekten Hâtıb’ın annesi, oğulları ve kardeşleri Mekke’de bulunuyorlardı ve mektubun içeriği de bir münafıklık unsuru taşımıyor, aksine Resûlullah’a olan güçlü inancını ifade ediyordu. Bir rivayete göre mektupta şöyle bir ifade vardı: “Bilin ki Allah’ın peygamberi (s.a.) gece misali sel gibi akacak bir orduyla size doğru gelmeye hazırlanıyor. Allah’a yemin ederim ki o yalnız başına da gelecek olsa Allah onu size karşı muzaffer kılacaktır; çünkü Allah ona olan vaadini mutlaka yerine getirir.” Bununla birlikte önemli bir sırrın böyle bir yolla düşmana haber verilmesi müslümana yaraşmayan bir davranış, büyük bir suç ve günah idi. Nitekim Hâtıb’ın cevabı üzerine Hz. Ömer onun idamını teklif etti. Ama Hz. Peygamber onun Bedir Savaşı’na katılanlardan olduğunu ve Allah’ın onlarla ilgili müjdelerini hatırlatıp buna müsaade etmedi. Ardından bu âyet veya âyetler nâzil oldu. Bu olay üzerine inen kısmın nereye kadar olduğu hususunda farklı rivayetler vardır (bk. Buhârî, “Megāzî”, 9, “Tefsîr”, 60/1; Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 161; Müsned, I, 80; Taberî, XXVIII, 58-61; İbn Âşûr, XXVIII, 130-131, 132-133; Elmalılı, VII, 4890-4894).
Resûl-i Ekrem’in o günkü şartlarda, anılan kadına müslüman olarak mı yoksa göçmen olarak mı geldiğini sorması, onun da her iki şıkka “hayır” cevabını verip sadece ihtiyaç sebebiyle geldiğini belirtmesi üzerine hiçbir tepki göstermemesi ve tam aksine kadına yardım edilmesini teşvik etmesi onun rahmet peygamberi olduğunu ve insanî erdemler konusundaki üstünlüğünü gösterdiği gibi, inanç özgürlüğüyle ilgili tavrını ortaya koyması açısından da önemlidir. Gördüğü bu insanî muameleye hıyanetle karşılık verip müslümanlar aleyhine casusluk yapan bu kadının yakalanıp getirilmesini istememesi ve onu cezalandırma yönüne gitmemesi ise, Mekke müşrikleriyle ilişkilerde hassas bir dönemden geçiliyor olmasına, böyle haklı bir cezalandırmanın bile kötüye kullanılabileceği ihtimalini dikkate almış bulunmasına bağlanabilir.
1. âyetin “Eğer benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak üzere yola çıkmışsanız” diye tercüme edilen kısmı metinde, “sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar” cümlesinden sonra yer almakla beraber anlam itibariyle baş tarafla ilgili olduğu için (Taberî, XXVIII, 58) meâlde de öne alınmıştır. Çıkarma eyleminin şimdiki zaman kullanılarak anılması, bazı müfessirlerce, ne büyük bir kötülük yaptıklarını gözler önüne getirme, canlı bir tasvir yapma amacıyla izah edilmiştir. Burada “benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseler” ifadesi kullanılarak, müslümanların husumet düşüncesini ve davranışını yönlendiren âmilin kişisel kin ve garez duygularının olmaması gerektiği, ancak Allah için, kamunun yararı bulunması durumunda düşmanlık edilebileceği yönünde bir uyarı yapılmıştır. Böylece gerek sevgi gerekse nefret konusunda temel kriter “hak” kavramı olmaktadır (Elmalılı, VII, 4895). Nitekim âyetin devamında burada söz konusu edilen kimselerin düşman olarak nitelenme gerekçesi, Hz. Peygamber’i ve Allah’a inanmaları sebebiyle müminleri yurtlarından çıkmaya mecbur etmeleri şeklinde açıklanmış; 8-9. âyetlerde de müslümanlara savaş açıp onlara haksız baskılar uygulamayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmanın ve hakkaniyete göre hareket etmenin yasaklanmadığı belirtilerek, Kur’an’ın müslüman olmayanları mutlak düşman ilân etme ve onlarla iyi ilişkiler kurmaktan sakındırma gibi bir amacının bulunmadığına açıklık getirilmiştir.
Gramer açısından değişik ihtimaller bulunduğundan, âyetin “kendilerine sevgi göstererek” diye çevrilen kısmı için farklı tercümeler vermek mümkündür. Meselâ meâlde olduğu üzere veya “sevgi sebebiyle kendilerine haber uçurarak” şeklinde ana cümleye bağlanabileceği gibi, ara cümle olarak düşünüp “ki onlara sevgi gösteriyorsunuz” ya da yeni bir cümle kabul edip, “Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz” yahut “Sevginizden ötürü onlara haber uçuruyorsunuz” gibi mânalar verilebilir (Şevkânî, V, 242-243; Elmalılı, VII, 4895-4896). Yine “Onlar size gelen gerçeği inkâr etmektedirler” anlamındaki cümlenin öncesine ve sonrasına bağlanması değişik şekillerde olabilmektedir. Âyetin devamında dostluk (yahut özel sevgi bağları) sebebiyle düşmanlara sır veren müslümanlar eleştirilirken “sır” kökünden gelen bir fiil kullanıldığı halde Allah’ın gizlenenleri de bildiği belirtilirken “hafî” kökünden türetilmiş bir fiil kullanılması şöyle bir anlam inceliği taşımaktadır: Sır, herkese açılmayan gizlilikleri ifade eder, hafî ise gönülde gizleneni de kapsar; Allah Teâlâ yalnız belli kimselerle paylaşılan sırları değil, gönüllerde saklananları da bilmektedir (ayrıca bk. Tâhâ 20/7).
2. âyette, bir yandan bağnaz münkirlerin sadece güç ve maddî üstünlüğü esas alan, hak ve ahlâkî değer tanımaz tavırları eleştirilirken bir yandan da müslümanlara düşmana karşı bir üstünlük elde ettiklerinde nasıl davranmaları gerektiği hususunda dolaylı olarak bir uyarı yapılmaktadır. Gerçekten insanlık tarihi, özellikle inanç motifinin ağır bastığı savaşlarda galibiyet elde eden tarafın hasım tarafa vahşet olarak nitelenebilecek muameleler yapmasının örnekleriyle doludur. Buna karşılık müslümanların benzeri konumda oldukları zaman esirlere işkence, küfür, hakaret, tâciz ve tecavüz gibi tavır ve eylemlerden uzak durmaya özen gösterme alışkanlığı kazanmış olmalarıyla, bu ve benzeri âyetler ile Hz. Peygamber’in örnek uygulamaları ışığında oluşan İslâmî öğretiler arasında sıkı bir ilişki vardır. İslâm muhitinde erken dönemlerde, savaş hukukunun insanî esaslarının belirlenmesi esprisine ağırlık veren “siyer” isimli bir ilmî disiplinin ve bu çerçevede geniş bir literatürün ortaya çıkması da bu zihniyet ve tatbikatın teoriye yansıyan belgeleri olarak düşünülebilir. Malazgirt zaferini takiben Alparslan’ın esir düşen Bizans İmparatoru Romen Diyojen’e yaptığı insanî muamele bu konuda meşhur bir örnek olduğu gibi, yine Alparslan’ın esir statüsünde bir komutanı olan Yusuf Hârizmî’yi huzuruna kabul edip onunla tartışırken yaralanması sonucu hayatını kaybetmiş olması da bu açıdan oldukça ilginçtir. Öte yandan âyette, gücü elinde bulunduran tarafın diğer tarafa inanç konusunda baskı yapma arzu ve eğiliminin kınanmış olması da bu konuda önemli bir mesaj içermektedir (ayrıca bk. Tevbe 9/5). Lafzan “Onlar sizi bir yakalasalar” anlamına gelen ifade bu bağlamda “size karşı bir zafer kazansalar, sizi ele geçirseler” mânasındadır (Zemahşerî, IV, 86).
İlk âyette yer alan buyruğun gönüllerde yer tutmasını sağlamak üzere, 3. âyette bu dünyadaki yakınlığın davranışlarımızı yönlendirecek yegâne ölçü olamayacağına ve kıyamet günü herkesin kendi davranışlarıyla baş başa kalması sahnesinin daima göz önünde bulundurulması gereğine dikkat çekilmektedir.
“Güzel bir örneklik” diye tercüme ettiğimiz üsve hasene tamlaması, günümüz davranış bilimleri incelemelerinde, özellikle liderde bulunması gereken nitelikler konusunda önemli bir yere sahip olan “davranış modeli” veya “numune, örnek kişilik” kavramını çağrıştırmaktadır. Bu tamlama Ahzâb sûresinin 21. âyetinde Hz. Peygamber hakkında kullanılmış ve müminlerin onu örnek almaları istenmişti. Burada 4. ve 6. âyetlerde aynı kavram, insanlık tarihinde tevhid mücadelesinin öncü isimlerinden olan Hz. İbrâhim ve ona uyanlar hakkında kullanılarak, şirk ve inkâr batağına saplanıp kalma olgusunun yeni olmadığına dikkat çekilmekte ve bu gibi kimselerle ilişkiler konusunda yararlanılacak önemli bir tecrübeye gönderme yapılmaktadır (Hz. İbrâhim’in, babasının bağışlanması için dua etmesi hakkında bk. Tevbe 9/114; Meryem 19/47).
4. âyetin “ona uyanlar” diye tercüme edilen kısmı için “Hz. İbrâhim’e iman edip ona uyan müminler” ve “Hz. İbrâhim’in döneminde ve ona yakın zamanda yaşayıp ona tâbi olan peygamberler” şeklinde yorumlar yapılmıştır. İbn Atıyye Hz. İbrâhim’le birlikte Nemrud’a karşı mücadele veren bir grubun varlığının bilinmediği gerekçesiyle ikinci yorumu daha kuvvetli bulur (V, 295).
Hz. İbrâhim ve ona uyanların davranışı örnek gösterildiğine göre aynı âyette geçen, “Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır” anlamındaki sert ifadeyi –başka âyetler, özellikle bu sûrenin 7-9. âyetleri ve Resûlullah’ın tatbikatı ışığında– düşmanlık ilân etme, bunu alevlendirme ve nefreti kalıcı kılma amacıyla izah etmek mümkün değildir. Hz. İbrâhim ve tâbileri, inkârcılara onların yolundan uzak olduklarını ve bu tavrın sorumluluğunu paylaşmayacaklarını bildirirken kullandıkları bu ifadeyle, gerçeği açık yüreklilikle ve bütün çıplaklığıyla ortaya koymayı, bu konuda ödün vermeyeceklerini vurgulamayı, özellikle yeni iman etmiş olup bazı tereddütler yaşayanların mâneviyatını yükseltmeyi amaçlamış olabilirler.
5. âyetteki “Bizi, inkâr edenler için bir sınama konusu yapma” şeklinde çevrilen cümle daha çok şöyle açıklanmıştır: “Onları bize galip getirme” veya “Bizi doğrudan yahut onlar vasıtasıyla cezaya çarptırma ki ‘Bunların iddiası doğru olsaydı, güvendikleri Allah onları desteksiz bırakmazdı yahut bu muameleye mâruz kalmazlardı’ şeklinde düşünmesinler ve bu yüzden kendilerinin hakikat üzere olduklarını sanmasınlar. Bizi böyle bir sınamaya, bir imtihana vesile kılma” (Taberî, XXVIII, 64; Şevkânî, V, 245). Bir yoruma göre burada Allah Teâlâ’dan, müminlere karşı inkârcıların imkânlarını genişletmemesi istenmektedir. Çünkü inkârcıların müminlerden daha fazla imkânlara sahip olmaları da müminler için sıkıntı, dolayısıyla bir imtihan sebebi olacaktır (Râzî, XXIX, 302).
Sûrenin başında Allah’a ve O’na inananlara düşmanlık edenlerle dostluk kurmanın yasaklanmasındaki amaca ve bu hükmün kapsamına açıklık getirilmektedir. 7. âyette açıkça ifade edildiği üzere bu yasağın asıl maksadı, aydınlanmanın ve her türlü hayırlı girişimin önünü kesen kör taassup ortamının, inanç ve fikirlerin delilleri üzerinde hür biçimde düşünmeye imkân verecek bir ortama dönüştürülmesi, böylece 1. âyette işaret edildiği şekilde mânevî baskı sebebiyle veya çıkar sağlama düşüncesiyle sergilenen sevgi gösterilerine ihtiyaç kalmaması, gerçek ve riyasız sevgiye erişilebilmesidir. 8 ve 9. âyetlerde bu yasağın yani 1. âyetteki anlamıyla “düşman” kavramının kapsamı belirlenirken de, İslâmiyet’i kabul etmeme değil, din konusunda müslümanlarla savaşma, onları yurtlarından çıkarma veya çıkarılmalarına yardımcı olma kriterleri esas alınmıştır. 7. âyetin başında yer alan “umulur ki, belki de” gibi mânalara gelen “asâ” yardımcı fiilini Cenâb-ı Allah kendisi hakkında kullandığında O’nun tarafından yapılmış bir vaadi ifade eder (Zemahşerî, IV, 88). Nitekim Mekke’nin fethiyle birlikte putperestlerin baskıları sona ermiş, barış ortamının tesisiyle birlikte insanlar akın akın Allah’ın dinine yönelmişler ve rahmet peygamberinin engin sevgi ve hoşgörüsünü yakından tanıma fırsatı elde etmişlerdir (Nasr 110/1-2). Bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylar dolayısıyla bazı daraltıcı yorumlar yapılmış olmakla beraber, –8. âyetin tefsiri sırasında Taberî’nin belirttiği üzere– burada verilmek istenen mesaj belirli olaylarla sınırlı değildir, âyette yer alan olumsuz nitelikler kapsamına girmedikçe hangi dine mensup ve hangi etnik kökenden olursa olsun uluslararası toplumun bütün üyeleriyle iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurulabilir, bu hükümle ilgili nesih iddialarının da dayanağı yoktur (XXVIII, 65-66).
Bu âyetlerde Kur’an’ın, uluslararası ilişkilerde hemen herkesin mâkul ve ikna edici bulacağı bir temel düstur getirdiği görülmektedir. Şöyle ki, aslolan barış halidir ve dostane ilişkilerin sağlıklı yürüyebilmesi için şu iki şarta titizlikle uyulması gerekir: a) İyi niyetli olma ve bunun ilişkilere yansıtılması, b) Bu alanda yapılacak düzenleme ve uygulamalarda, aynı şekilde herhangi bir ihtilâf çıkması durumunda adalet ve hakkaniyetin esas alınması. İstisnaî olan hasmane ilişkiler içine girmenin gerekçesi ise karşı tarafın din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik savaş ilân etmesi ve ülke güvenliğini tehdit eden fiilî davranış ortaya koyması şeklinde özetlenmiştir. Dikkat edilirse Kur’an’ın bu konuda ortaya koyduğu esaslar müslümanlara imtiyaz tanıyan veya sübjektif değerlere bağlı ilke ve kurallar olmayıp objektif niteliktedir.
Elmalılı’ya göre, 9. âyette yer alan “çıkarılmanıza yardım etmiş” kaydı 8. âyette bulunmamakla beraber, delâlet yoluyla bu nitelikte olanların da 8. âyet kapsamında düşünülmesi gerekir; 8. âyette bu kaydın açık bir şekilde yer almaması, düşmana müzâhir (yardımcı) olanlarla ilişkiyi kesmekte acele etmemek, önce onları bu tutumdan vazgeçirmeyi sağlayacak siyasî girişimlere imkân bırakmak gerektiği yönünde bir anlam inceliği taşır (VII, 4904, 4906). Elmalılı’nın ikinci yorumu dikkate değer olmakla birlikte, kanaatimizce 8. âyet dostane ilişkileri sürdürebilmeyle ilgili genel bir hüküm içermekte, 9. âyet ise dostluk ve dayanışma (ittifak) ilişkisi kurulması konusunda sınırlama getirmekte, kendileriyle ittifak yapılacak olanların düşmana destekçi olmamasının da şart olduğu belirtilmektedir (bu konuda ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/28; Tevbe 9/23-24; Mücâdele 58/22).
Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber ile Kureyşliler (Mekke müşrikleri) arasında yapılan Hudeybiye Antlaşması’nın 5. maddesinde şu hüküm yer alıyordu: “Velisinin izni olmadan Kureyş’ten Muhammed’e geleni o kendilerine iade edecek, Muhammed’in beraberindekilerden Kureyş’e geleni ise onlar kendisine iade etmeyecektir” (bk. Muhammed Hamîdullah, Mecmû‘atü’l-vesâiki’s-siyâsiyye li’l-‘ahdi’n-Nebevî ve’l-Hılâfeti’r-Râşide, s.77; İslâm tarihinin dönüm noktalarından biri olan Hudeybiye barışı ve sonuçları hakkında bk. Bakara 2/194, Fetih 48/1-7).
Müslümanlara oldukça ağır gelen bu şarta Hz. Peygamber titizlikle riayet ediyordu. Fakat iki kadının Mekke’den kaçıp Resûlullah’a sığınması, yeni bir problem ortaya çıkarmıştı. Zira antlaşmada sadece erkek göçmenler konuşulup hükme bağlanmıştı. Bu âyetler kadın göçmenlerin –belli bir sınamadan sonra– kabul edilmesi ve inkârcı tarafa iade edilmemesi hükmünü getirdi. Hz. Peygamber kadınların antlaşma kapsamında olmadıklarını hatırlatarak bu hükmü uygulayınca Kureyşliler bir itirazda bulunmadılar (Muhammed Hamîdullah, “Hudeybiye Antlaşması”, DİA, XVIII, 299). Bu durum da antlaşmaya aykırılık bulunmadığını gösteriyordu. Kaldı ki Resûlullah’ın aşağıda açıklanacak tatbikatı göz önüne alındığında, getirilen bu düzenlemeyle, müslümanların güvenliğini sağlamak kadar ahde vefa prensibine tam olarak uyulduğunun açık biçimde hissettirilmesinin de amaçlandığı anlaşılmaktadır. Zira bu, inançları dolayısıyla karşı karşıya gelmiş iki topluluğun on seneliğine barış ilân etmesi temeline dayalı bir antlaşmaydı; kadınları kapsamıyor gerekçesine dayanılarak hangi sâikle gelmiş olurlarsa olsunlar bütün göçmen kadınların kabul edilmesi ve iade edilmemesi antlaşmanın ruhuna aykırılık iddialarını harekete geçirebilirdi.
Göçmen olarak gelen kadınların karşı tarafça istense dahi iade edilmemesi uygulamasının haklılık taşıması ve antlaşmaya gölge düşürmemesi için kendilerinden açık bir beyan alınması ve bu kararlarının inançla ilgili bir tercihe dayandığından emin olunması gerekirdi. Öte yandan bir inceleme yapmadan mutlak bir göçmen kabul uygulaması müslümanlar açısından önemli sakıncaları beraberinde getirebilirdi. Casusluk yapmak, müminler arasına nifak sokmak, bu toplumda gayri ahlâkî davranışları yaymak gibi yıkıcı amaçlarla gelmeleri ihtimal dışı değildi ve bunun doğuracağı tehlike açıktı. Hatta, iman sâikiyle değil de sırf kocasıyla geçimsizlik içinde olma veya daha müreffeh bir hayat sürme gibi kişisel sebeplerle gelmiş olmaları halinde bile bu, o günün şartlarında müslüman toplum için önemli sorunlara yol açabilirdi. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber muhacir olarak gelen kadınlara kocasından nefret ettiği, başka yere göçmek istediği veya dünyevî bir arzuya erişmek istediği için değil sırf Allah ve peygamber sevgisi uğruna geldiğine dair yemin ettiriyordu. Bazı rivayetlerde bu sınama kelime-i şehâdet getirmelerini istemekten ibaretti. Hz. Âişe’nin verdiği bilgiye göre ise Resûlullah onları 12. âyetteki şartları içeren bir sözleşmeyle sınıyordu (Taberî, XXVIII, 67-68, 70). 10. âyet, dikkate değer anlam incelikleri taşıyan bir ifadeyle, bu konuyu şöyle düzenliyordu: Göçmen kadınların geliş maksatları hakkında bir inceleme yapılmalıdır, ama bu inceleme gerçekten iman edip etmediklerine ilişkin kesin bir tesbit anlamında değildir, çünkü bunu en iyi bilen Allah Teâlâ’dır. Onların mümin olduklarına kanaat getirmek (zann-ı galib) yeterlidir. Âyette Allah Teâlâ hakkında onların “iman”larını bilmekten, müslümanlar hakkında ise onların “mümin” olduklarını bilmekten söz edilmiş olması bu noktaya açıklık getirmektedir. 12. âyette değinilen sözleşme bu hükmün devamı olarak düşünüldüğünde, anılan kadınların burada belirtildiği şekilde daha ayrıntılı bir beyan ve taahhütte bulunmaları öngörülmüş demektir; fakat bu da gerçek iman araştırması anlamı taşımamaktadır. 10. âyetin başında, muhacir olarak gelen kadınların “mümin kadınlar” şeklinde nitelenmesi ise ilk beyanlarından iman ettiklerinin anlaşıldığını ve aksi yönde bir işaret taşımadıklarını yahut yakında sınanarak bu durumlarının anlaşılacağını belirtmektedir (Zemahşerî, IV, 88, 89). Gelen kadınların mümin olduklarına kanaat getirmek şu açıdan da ayrı bir önem taşıyordu: Mekke’de kalan ve açıkça yahut gizli biçimde İslâmiyet’i kabul etmiş bulunan bir müslüman erkek, şirk inancını korumak isteyen karısını mevcut kurallara göre kolayca boşayabilirdi. Bu durumdaki müslüman kadın için ise aynı imkân bulunmadığından, iman ettiğine kani olunan bir kadının müşriklere iadesi onu gayri meşru bir ilişkiye itmek gibi bir sonucu beraberinde getirmiş olacaktı.
Öte yandan, birçok müfessir Hudeybiye Antlaşması’nın kadınları da kapsadığı fakat bu âyetlerin sınırlayıcı hüküm getirdiği kanaatindedir (İbn Atıyye, V, 297; Şevkânî, V, 248). Bu ihtimal doğru olsa da hükmün –müslümanlar açısından– yukarıda açıklanan haklılık gerekçeleri değişmemekte, sadece müslüman tarafın sözleşme hükümlerinin değiştirilmesini istediği ve diğer tarafın da bunu kabul ettiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
Mekke’den bu şekilde göç ederek Medine’ye gelen ilk mümin kadınların kimler olduğu hususunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Yaygın rivayete göre ilk gelen kadın, Ukbe b. Ebû Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm veya Sübey‘a bint el-Hâris’tir.
Âyetin “Bunlar onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmazlar” diye çevrilen kısmında helâl olmama hükmünün, iki taraf ayrı ayrı zikredilerek tekrarlanması bazı müfessirlerce şöyle açıklanmıştır: Birincisinde müslüman kadınların artık müşrik erkeklerle evlilik bağının kalmadığı, ikincisinde ise –müşrik oldukları sürece– onlarla yeniden evlenemeyecekleri belirtilmiş olmaktadır (Şevkânî, V, 248).
İnanç farklılığı ve kadının hür tercihiyle meydana gelen böyle bir ayrılığı takiben o günkü şartlarda ortaya çıkabilecek en önemli sorun kadının iktisadî güvencesini oluşturan mehir konusuydu. Bu ayrılık kocanın onayı olmadan gerçekleştiğinden, kendisinin bu evlilik için yaptığı harcamaları istemesini haklı kılacak ve kadın o esnada bunu ödeme gücüne sahip değilse onu minnet altında bırakacaktı. Dahhâk’tan yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber ile müşrikler arasında (Hudeybiye Antlaşması’ndan ayrı olarak) şöyle bir mutabakat vardı: Müslüman olmayan Mekkeli bir kadın Hz. Peygamber’e sığınırsa onu müşriklere iade edecek, şayet bu kadın müslüman ise ve Mekke’de kocası varsa kadını iade etmeyecek fakat erkeğin harcadığı mehiri ona ödeyecekti. Bunun mukabili durumlarda da benzer hükümler Hz. Peygamber lehine uygulanacaktı (Zemahşerî, IV, 89). Konumuz olan âyetlerin inmesi veya daha önceki ilâhî bildirim üzerine Resûlullah müşriklerle bu yönde –yazılı veya sözlü– ayrı bir antlaşma yapmış olabilir. Her hâlükârda âyetlerin getirdiği düzenlemeyle bir yandan iade etmemenin bir istismar izlenimi bırakması önlenmiş, diğer yandan da –müşrik tarafa karşı minnet altında bırakılmamak suretiyle– göç eden müslüman kadınların onuru korunmuştur. Ayrıca “Mehirlerini ödediğiniz takdirde bu kadınlarla evlenmenizde sakınca yoktur” buyurularak, bu özel durumla, söz konusu kadınların müslüman erkeklerle yeni evlilik yapmaları halindeki hakları arasında bir ilinti kurulmamış, genel kurallar çerçevesinde malî hakları güvence altına alınmıştır.
Tarafların birbirine helâl olmadığının belirtilmesinin ardından, müşriklerin ödemiş oldukları mehirden söz ederken “ecr, mehr, sadâk” gibi bir kelimeye yer verilmeyip “harcadıklarını geri verin” anlamında bir cümle kullanılmış olması özel bir anlam taşımaktadır; böylece, artık onlarla müslüman olmuş kadınlar arasında evlilik bağının kalmamış olduğu hususu farklı bir üslûpla bir daha belirtilmiş oluyordu. Nitekim sözün devamında bu kadınlarla müslümanların evlenmeleri hali düzenlenirken “mehir” kelimesini içeren bir ifade kullanılmıştır (İbn Âşûr, XXVIII, 158). Daha sonra evlilik bağının sona erdiği durumlar için “mehir” anlamına gelen bir kelimenin kullanılmamış olması da bu yorumu desteklemektedir.
Âyetin “Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın” diye tercüme edilen kısmında müslüman bir erkeğin İslâmiyet’ten dönen karısıyla veya müslüman olan bir erkeğin şirk inancında ısrar eden karısıyla evlilik hayatını sürdüremeyeceği belirtilmektedir. Âlimlerin bir kısmı bu ifadenin müşrik olan inkârcı kadınlar hakkında olduğu ve Ehl-i kitap’tan olanların bu kapsamda bulunmadığı kanaatindedir. Bazılarına göre ise onlar da ifadenin kapsamındadır, fakat Ehl-i kitap kadınlarıyla evlenilebileceğine ilişkin delillerle hükmü sınırlandırılmıştır (Şevkânî, V, 248). Bir fakihten, “kâfir kadınlar” anlamındaki “kevâfir” kelimesinin her iki cinsi kapsadığından hareketle bu cümlenin hem erkekler hem kadınlar hakkında olduğu yorumu nakledilirse de (bk. İbn Atıyye, V, 298), İbn Âşûr cümlenin diğer ögeleri dikkate alındığında bu yorumun isabetli sayılamayacağını belirtir (XXVIII, 159-160). Bakara sûresinin 221. âyetiyle, erkek olsun kadın olsun müslüman bir kimsenin müşrik biriyle evlenemeyeceği bildirilmişti. Belirtilen yasağın müslüman olduktan sonrasını kapsadığı ve önceki evlilikleri etkilemediği şeklinde anlaşıldığı ve bazı müslümanların bu âyet gelinceye kadar inkârcı olan hanımlarını nikâhları altında tuttukları görülmektedir (Derveze, XII, 22; bu âyetin inmesi üzerine Mekke’deki hanımlarını boşayan sahabîler hakkında örnekler için bk. Taberî, XXVIII, 72).
Müslüman olarak gelen kadınların bireysel hakları yukarıda belirtildiği şekilde koruma altına alınmakla beraber, olayın iki taraflı cereyan etmesi halinde bu konunun müslüman topluma getireceği malî yükün hafifletilmesi için mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesinin uygulanması istenmiştir. 10. âyetin “Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler” şeklinde çevrilen kısmı ve 11. âyet bu hususu düzenlemektedir. 11. âyetin “böylece (tazminat ödemek için) sıra size gelmiş olursa” diye tercüme edilen kısmı “ve siz bir ganimet elde ederseniz” şeklinde de anlaşılmıştır. Her iki yorum, bir müslümanın karısının inkârcı tarafa kaçması halinde, onun bu sebeple uğradığı maddî zararın karşı tarafça tazminini sağlayacak bir münasebet doğduğunda bu hakkın kendisine verilmesi gerektiği noktasında birleşmektedir. Birinci anlama göre alacağın takas edilmesi, yani 10. âyette geçen “Onlara harcadıklarını (mehirleri) geri verin” buyruğu uyarınca inkârcı tarafa yapılacak ödemeden mahsup yapılması, bu şekilde söz konusu erkeğin zararının karşılanması öngörülmektedir. İkinci anlama göre ise kadının kaçtığı tarafla çarpışmaya girmeyi gerektiren bir durum ortaya çıkıp müslümanlar zafer ve ganimet elde ederlerse bu gelirlerden o erkeğin zararını karşılayacaklardır (muhacir müminlerin hanımlarından müşriklere iltihak eden altı kadın hakkında bk. Zemahşerî, IV, 90). Hatta Taberî karşı taraftan elde edilecek gelirin, –savaş yoluyla ele geçirilen ganimetlerle ve ilgili toplulukla sınırlandırılmaksızın– malî hukuk kuralları çerçevesinde gayri müslimlerden elde edilen gelirler şeklinde anlaşılması gerektiği yorumunu tercih eder (XXVIII, 75-77).
Müslümanlar “Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler” buyruğunu uyguladıkları halde müşriklerin bunu kabul etmediklerini bildirmeleri üzerine 11. âyet inmiştir. Bazı müfessirlere göre ise 11. âyette, Kureyş değil, Hz. Peygamber’le aralarında antlaşma bulunmayan topluluklar söz konusudur (Taberî, XXVIII, 73-75). Bu âyetin “şayet eşlerinizden biri kâfirlere kaçarsa” diye çevrilen kısmının lafzî karşılığı “şayet eşlerinizden bir şey kâfirlere kaçarsa” şeklindedir. Burada “şey” kelimesi, “biri, bazıları” anlamındadır ve İslâm’dan yüz çevirmekle kişinin kendi değerini düşürmüş olacağına dair bir îma söz konusudur (İbn Âşûr, XXVIII, 161, 162).
Bu âyetlerde –o dönemde müslümanlarla müşrikler arasındaki karmaşık ilişkiler ve bu iki kesim arasındaki antlaşmayla bağlantılı olarak– yer alan mehirlerin mübadelesi hükümlerinin o zamana mahsus olduğu hususunda âlimler fikir birliği içindedirler; Ebû Bekir el-Cessâs, İbnü’l-Arabî ve Kurtubî bunu açıkça ifade etmişlerdir (İbn Âşûr, XXVIII, 161). Tabii ki bu tesbit, söz konusu düzenlemelerden bazı mesajlar ve genel ilkeler çıkarılmasına engel değildir. Özellikle böylesine iç içe geçmiş ilişkiler ortamında dahi ahde vefa prensibine hassasiyetle uyulması, sözleşme hükümlerinin dürüst biçimde yorumlanıp uygulanması ve her hak sahibine hakkının verilmesinin telkin edildiği, bu âyetlerden kolayca anlaşılmaktadır. 11. âyetin sonunda yer alan şu cümle, Allah’a imanın birey ve toplum olarak müslümanlara hak ve hukuka riayette duyarlı olmak hususunda ne büyük bir sorumluluk yüklediğini hatırlatma açısından oldukça etkileyici bir ifadedir: “İnandığınız Allah’a karşı gelmekten sakınınız.”
“Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere iade etmeyiniz” cümlesi, müşrik bir topluma yapılacak, üstelik kadının istemediği bir erkekle yaşamaya mecbur bırakılması sonucunu doğuracak bir iade işlemi bağlamında yer almakla beraber, –başka bazı delillerle de desteklenerek– burada “kâfirler” kelimesi geçtiği için müslüman bir kadının Ehl-i kitap’tan bir erkekle dahi evlenemeyeceği ve evliliğini sürdüremeyeceği sonucuna ulaşılmıştır (bk. Bakara 2/221). Fıkıhçıların çoğu bu sonuca varmış olmakla beraber özellikle Hz. Peygamber ve Hz. Ömer devirlerine ait uygulamalara dayanan bazı fıkıhçılar, baştan evlenmenin câiz olmadığını, ancak müslüman olmadan önce gayri müslim ile evli bulunan tarafın, ihtidâ yüzünden nikâhının bozulmayacağını ileri sürmüşlerdir (İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâmü ehli’z-zimme, Dımaşk 1961, I, 317 vd., 340 vd.). Çağdaş âlimlerden Kardâvî de bu ictihadı benimsemiştir.
“Biat etme” ve “biatı kabul etme” anlamları verilerek çevrilen fiiller, “satma ve satın alma” mânalarına gelen bey‘ masdarından türetilmiş olup aynı kökten gelen bey‘at (biat) kelimesi, “satım sözleşmesinin tamamlandığını gösteren el sıkışma hareketi, itaat hususunda söz verme ve söz alma, bir kimsenin yöneticiliğini kabul etme” gibi anlamlara gelir. Fetih sûresinin 10 ve 18. âyetlerinde Resûlullah’a “bağlılık yemini etme” anlamıyla kullanılan bu fiilin burada Hz. Peygamber’e “dinin temel buyruk ve yasaklarına uyma hususunda söz verme”yi ifade ettiği görülmektedir.
Resûl-i Ekrem, tebliğ görevinin dönüm noktası sayılan bazı zamanlarda ve gerekli durumlarda gerek kadınlardan gerekse erkeklerden biat almıştır. Onun, peygamberliğinin 12 ve 13. (m. 621-622) yıllarında –hicretten sonra Medine adını alacak– Yesrib’den gelen müslümanlarla yaptığı biatlar “Akabe biatları” diye anılır ve bunlardan birincisinde alınan sözlerle konumuz olan âyette belirtilen biatın içeriği hemen hemen aynıdır. Yukarıda değinildiği üzere, Hz. Âişe’nin verdiği bilgiye göre Resûlullah, Hudeybiye barışından sonra hicret ederek gelen mümin kadınlardan burada zikredilen biat ifadeleriyle söz alıyor ve 10. âyette yapılması istenen sınamayı bu şekilde gerçekleştirmiş oluyordu. Mukatil’den, Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethi günü Safâ tepesinde erkeklerden bu âyette belirtildiği şekilde biat aldığı, aşağı tarafta da onun adına Hz. Ömer’in kadınlardan biat aldığı, dolayısıyla âyetin o sıralarda inmiş bulunduğu rivayet edilmiş olmakla beraber, Hz. Âişe rivayetinde belirtildiği üzere daha önce indiği ve Mekke fethi sırasında aynı ifade kalıplarıyla biat alındığı da düşünülebilir (Resûlullah’ın bu konudaki uygulamalarına ilişkin örnek olaylar için bk. Taberî, XXVIII, 78-81).
Buradaki biatın konusunu oluşturan hususlar (Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmama, hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocuğunu öldürmeme, iftira etmeme, dine ve akla uygun [ma‘rûf] hiçbir konuda Allah’ın resulüne karşı gelmeme) Kur’an’ın üzerinde önemle durduğu ilke değerinde hükümler olup aynı zamanda bütün ilâhî dinlerin ortak noktalarındandır (bilgi için bk. Bakara 2/83-84; Mâide 5/38-39; En‘âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Nûr 24/4). Bunlardan “çocuğunu öldürmeme” yahudi-hıristiyan literatüründe “on emir” diye bilinen buyruklardan (Çıkış, 20/1-17) “öldürmeme” hükmü kapsamında düşünülebileceği gibi, “iftira etmeme” de “yalan şahitliği yapmama” kuralının tabii bir uzantısı sayılabilir. “Dine ve akla uygun hiçbir konuda Allah’ın resulüne karşı gelmeme” hükmü ise Kur’an’ın sık sık müminlerin dikkatini çektiği bir husus olup dolaylı olarak yahudi ve hıristiyanların dinî öğretilerindeki peygamber telâkkisiyle ilgili önemli bir yanlışlığın da altı çizilmiş olmaktadır. Nitekim Yahudilik’te peygamberin Allah’tan vahiy alma ve ilâhî mesajı açıklama misyonunun sönük tutulmasına karşılık Hıristiyanlık’ta peygambere tanrılık yakıştırma noktasına varılması iki aşırı ucu temsil ederken, bu ve benzeri deliller ışığında oluşan İslâmî öğreti peygamberi tam olarak “peygamberlik” mertebesinde tutma yani “ilâhî bildirimleri Allah’tan alıp insanlara bildirmekle ve açıklamakla görevli bir beşer” olarak algılama şeklinde özetlenebilecek itidal çizgisini esas almıştır. Esasen Allah resulünün ma‘rûf (dine ve akla uygun) olmayan bir talepte bulunması düşünülemez; fakat ona karşı gelmeme buyruğuna böyle bir kayıt konması, yaratanın iradesine aykırı hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat edilmeyeceğine özel bir vurgu yapma amacıyla izah edilebilir (Şevkânî, V, 249). Bir başka anlatımla bu kayıt, peygamberin dahi Allah’ın iradesine aykırı bir otoriteye sahip olamayacağının teorik bir ifadesi sayılabilir. Biat tamamlanınca Hz. Peygamber’in onlar için Allah’tan bağışlama dilemesinin istenmesi de peygamberin konumunu doğru anlamayı kolaylaştıracak bir açıklamadır. Buna göre –bazı dinlerde olduğu gibi– ruhanî sınıfın kendilerine Allah adına bağışlama yetkisi biçmeleri şöyle dursun, Allah Teâlâ’nın vahye muhatap kıldığını ve dini açıklama yetkisi verdiğini bildirdiği peygamber bile böyle bir yetki ile donatılmamıştır. Bu ancak, peygamberlerin ve dilediği kullarının yine Allah’ın izniyle şefaatçi olabilecekleri noktasına ulaşmaya imkân veren bir ifadedir, ki Kur’an’ın diğer beyanları da bunu teyit etmektedir.
Öte yandan âyetin bu kısmı, peygamber dışında kendilerine bağlılık sözü verilecek veya âmir konumundaki kişilere itaatin sınırını belirleme açısından da önemli bir ölçü getirmiş olmaktadır: Emredilen konumundakiler, mâruf olan buyruk ve isteklerde –kişisel tercihleri farklı olsa da– karşı gelmeyecekler, isyan etmeyecekler; mâruf olmayanlarda ise –kendilerine hoş görünse bile– itaat etmeyecekler. Tabii ki burada kişinin kendisine bir katkı sağlamayan ve kendisinin de bir katkıda bulunmadığı bir ölçme-tartma ameliyesinden söz edilmediği için, ma‘rûf denen ölçü de bize verilmiş hazır bir ölçme âleti olarak düşünülmemelidir. Aksine, Kur’an’da farklı bağlamlarda otuz dokuz defa (bir yerde “ma‘rûfetün” şeklinde) geçen bu kavramın dinin ilkelerini iyi kavramış ve aklını sağlıklı biçimde kullanabilen bireylere ve onların oluşturduğu topluma yapılmış bir göndermede bulunduğu dikkate alınırsa, bunun içeriğini doldurmada müslümanlara önemli görevler düştüğü kolayca anlaşılır. Bu, Kur’an’ın, aklın ve vahyin ışığında gelişen bireysel bilince ve toplumsal sağ duyuya ne kadar değer verdiğinin de açık bir göstergesidir. Kadınlarla yapılan biat bağlamında yer alan bu ifadenin, kadının da mârufa uygun olmayan buyruklara karşı tavır koyma hak ve özgürlüğünün, hatta yükümlülüğünün bulunduğunu özel olarak hatırlatma anlamı taşıdığı da dikkatten kaçırılmamalıdır (Ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/104; Nisâ 4/19, 100, 140; Mâide 5/79). Bazı tefsirlerde buradaki “mâruf” kaydı ile ilgili oldukça daraltıcı yorumlar yapıldığı da görülmektedir (meselâ bk. Taberî, XXVIII, 77-81; Râzî, XXIX, 308); fakat Şevkânî’nin de belirttiği üzere Kur’an, bu yorumların çok ötesinde bir anlam genişliğine sahiptir (V, 249).
Âyette söz konusu edilen biatın içeriği hayatî bir önemi haiz olduğu kadar, bu biatın tarafları da Kur’an’ın mesajı açısından oldukça dikkat çekicidir. Her şeyden önce, kadını kol gücünün zayıflığı ve ömrünü süslenmekle geçiren bir varlık olması gerekçeleriyle horlayan bir toplumun (bk. Zuhruf 43/18), bu kadar kısa bir süre içinde onu peygamber ve devlet başkanı ile yapılan bir sözleşmenin tarafı olarak kabullenebilir hale gelmesi Kur’an’ın gerçekleştirdiği zihniyet inkılabının en belirgin göstergelerinden sayılabilir. Bunun ötesinde asıl mesaj tabii ki kadının kendisini nerede görmesi gerektiğiyle ilgilidir. Âyetin “mümin kadınlar sana biat etmeye geldiklerinde” ifadesini taşıması yani kadınları ilk hareketin öznesi yapması da bu açıdan mânidar görünmektedir. Esasen Hz. Peygamber bu âyet öncesinde ve sonrasında kadın olsun erkek olsun gerekli durumlarda ashabından biat almış olmakla beraber Kur’an’ın bu hususu ayrıca tescil etmesi, kadının toplumsal yapı içinde olması gereken yeri ısrarla belirtme ve konunun önemine özel bir vurgu yapma anlamı taşır.
“Elleriyle ayakları arasında” ifadesi “tamamen kendisinin uydurduğu, hakkında hariçten bir delil bulunmayan” demektir. Bazı müfessirler “elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeme” ifadesinin bir kadının başka erkekten olan çocuğunu veya bırakılmış olarak bulduğu bir çocuğu kocasına isnat etmesi anlamında bir deyim olduğunu belirtirler; fakat, hakikat, mecaz ve kinaye olarak değişik mânalara açık olan bu ifadenin (bk. İbn Âşûr, XXVIII, 166-167), iftira sayılabilecek her türlü davranışı kapsadığı; –fiille işlenen günahlara değinildikten sonra– burada müminlerin, başkasını çekiştirme, koğuculuk yapma, namusa dokunacak sözler söyleme, yalancılık ve sahtekârlık yapma gibi sözlü olarak işlenen günahlardan da sakındırıldığı anlaşılmaktadır (Elmalılı, VII, 4918).
Biat uygulamasına ilişkin bir rivayete göre, kadınlar biat sözlerini tamamlayınca, Resûlullah “elinizden geldiğince ve güç yetirebildiğiniz ölçüde” şeklinde bir kayıt koydu. Bunun üzerine kadınlar “Allah ve resulü bize kendimizden daha merhametli” diyerek onun rahmet peygamberi olduğunu vurgulayan bir şükran ifadesiyle karşılık verdiler (Taberî, XXVIII, 79).
İnsanların yakın çevrelerinde sık sık müşahede ettikleri ölüm olayına ve kabir motifine dayanan bir benzetme yapılarak ve canlı bir anlatımla sûrenin başındaki temaya yani Allah’a ve müminlere düşmanlık eden, bu yüzden Allah’ın da kendilerine gazap ettiği kimselerle dost olunmaması gereğine bir daha dikkat çekilmekte; bu şekilde sûreye son verilirken aynı zamanda müteakip sûrenin başında yer alan müminlerin dayanışma ruhu içinde olmalarının önemi konusuna fikrî hazırlık sağlanmaktadır.
İnkârcılar ölen yakınlarının geri dönmesinden ümitlerini kestikleri gibi öldükten sonra diriltilmeye ve âhiret hayatına da inanmazlar, bu konuda bir ümit taşımazlar; Allah’ın elçileri vasıtasıyla bildirdiği bu gerçeği kabul etmedikleri ve ölenlerin yokluk içinde kaybolup gittiklerine inandıkları için Allah’ın gazabını hak etmişlerdir. Âyetin “inkârcıların kabirlerdekilerden ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmiş bir topluluğu” şeklinde çevrilen kısmıyla bu husus anlatılmış olmalıdır. Şevkânî bu anlamı tercih eder (V, 250). Fakat –gramer açısından– bu kısma “kabirlerdeki inkârcıların ümitlerini yitirdikleri gibi âhiretten ümit kesmiş bir topluluğu” mânası da verilebilmekte ve âyet şöyle yorumlanmaktadır: Ölümü tatmış olan (kabirlerdeki) inkârcılar artık ebedî hayatta nimetlerden mahrum bırakılıp ağır cezalara çarptırılacaklarından emin olmuşlardır, geriye dönüş için bir ümitleri olmadığı gibi ileriye yönelik herhangi bir ümitleri de kalmamıştır. Aynı mâna esas alınarak şöyle bir yorum da yapılmaktadır: Şimdi kabirlerinde olan eski inkârcılar nasıl ki hayattayken peygamberleri yalancı saymaları sebebiyle Allah’ın rahmetinden ve âhiret mutluluğundan ümitlerini kesmişler ise, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ettikleri için Allah’ın gazabını hak eden bu topluluk da âhiretten ümidini kesmiştir. Taberî bu yorumu daha güçlü bulduğunu belirtir (XXVIII, 81-83).
Bu yorumların ortak noktası şudur: Allah’ın rahmetinden ancak kör taassup göstererek inkârcılıkta direnen kimseler ümitlerini keser. Mümin kişi ise kullukta ne kadar kusurlu olursa olsun, “Artık kesinlikle Allah bana acıyıp affetmez” diyerek O’nun engin rahmet ve bağışından ümit kesmez; aynı şekilde bu mümin iyi kul olmak için ne kadar gayret ederse etsin asla ameline güvenip, “Ben üstüme düşen her şeyi yaptım, artık Allah’ın rahmetine ve affına ihtiyacım kalmadı” diye düşünmez. Çünkü her iki durum da Allah’ın mutlak iradesini sınırlandıran bir davranış olup kesinlikle haramdır (krş. A‘râf 7/99; Yûsuf 12/87; Hicr 15/49-50). Burada “Allah’ın kendilerine gazap ettiği” diye nitelenen toplulukla ilgili değişik izahlar yapılmış, daha çok Fâtiha sûresinin 1/7. âyetiyle ilgili yorumların etkisinde ve bazı rivayetlere dayalı olarak burada yahudilerin kastedilmiş olduğu ileri sürülmüştür. Başka bir sûrede yer alan yahudilerin ölüm sonrası için ümit beslemediklerine ilişkin bir tasvir bu yorumu destekler görünmekte ise de (bk. Cum‘a 62/6-7), bunu inkârcılıkta direnen bütün toplulukları kapsayan bir ifade olarak düşünmek daha isabetli görünmektedir (Şevkânî, V, 250).