Cenab-ı Hak (c.c), Kasas Sûresi 74-77. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor.
74 . Ve o gün (Allah), onlara (o müşriklere) seslenir de: “(Kendilerini bana ortak) zannetmekte olduğunuz ortaklarım nerede?” buyurur.
75 . Hem (o gün) her ümmetten (kendi peygamberlerini) bir şâhid (olarak) çıkarırız da (o ümmetlere): “(Sizi emirlerime uymaktan alıkoyan) delîlinizi getirin!” deriz; o zaman şübhesiz hakkın Allah’a âid olduğunu bilmişlerdir ve uydurmakta oldukları şeyler kendilerinden kaybolup gitmiştir.
76 . Hakîkaten Kārun, Mûsâ’nın kavminden idi. Fakat onlara karşı azgınlık etmişti. Ve ona öyle hazînelerden vermiştik ki, gerçekten onun (hazînelerinin) anahtarları(nı taşımak) güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. O zaman kavmi ona şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünki Allah, böbürlenenleri sevmez!” (*)
77 . “Allah’ın sana verdiği (servet) ile âhiret yurdunu ara (bol hayır yap); (**) dünyadan da nasîbini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse, (sen de) öyle iyilik et! Ve yeryüzünde fesad (çıkarmaya yol) arama! Çünki Allah, fesad çıkaranları sevmez.”(*) Kārun’un Hz. Mûsâ (AS)’ın amcazâdesi olduğu beyân edilmektedir.
Kārun, başlangıçta Hz. Mûsâ (AS)’a îmân ettiği hâlde, dünya malına olan hırsı ve hasedi dolayısıyla, haddi aşan kimselerden olmuştu.
Hz. Mûsâ ve Hârûn (AS)’dan sonra Tevrât’ı en iyi bilen ve okuyanlardan biri idi.
Serveti ve ilmiyle dâimâ insanların teveccühünü kazanmaya çalışır, karşılarında nutuklar çekerek şımarıklık ederdi.
Bazı kaynaklarda onun kimyâ ilminde ve ticârî sâhada da derin bir vukuf sâhibi olduğu bildirilmektedir.
Kalbinde gizlediği nifâkı yüzünden Fir‘avun tarafından İsrâiloğullarının başında bir reis olarak vazîfelendirilmiş ve kendi halkına zulümlerde bulunmuştu.
(Celâleyn Şerhi, c. 6, 46; Beyzâvî, c. 2, 199)(**) “Hasenât da (iyilikler de), ya kalb ile olur ya da kalıp ve beden ile olur veyahut mal ile olur.
A‘mâl-i kalbînin (kalb ile yapılan amellerin) şemsi (güneşi) îmândır. A‘mâl-ibedeniyenin (beden ile yapılan amellerin) fihristesi ‘namaz’dır.
A‘mâl-i mâliyenin (mal ile yapılan amellerin) kutbu ‘zekât’tır.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 36)