Hüseyin Kaya / Haber-yorum
1990’lı yıllarda günlerce gündemi meşgul eden suikastler yaşandı. Turan Dursun, Muammer Aksoy, Çetin Emeç ile başlayan suikastlar serisinin son kurbanı Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi ve SHP Parti Meclisi üyesi Prof. Dr. Bahriye Üçok’tu. 6 Ekim 1990 tarihinde kendisine gönderilen bombalı paketle ölen Üçok’a düzenlenen suikastın bağlantıları o dönemde yaşanan olayların arkasındaki karanlık ilişkileri gözler önüne seriyor.
Bahriye Üçok, sık sık aykırı fikirleri ile gündeme gelen bir isimdi. Üçok, katıldığı televizyon programlarında “İslam’da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığını” iddia edince tartışmalara neden oldu. O dönemde belli kesimlerce ısıtılan laiklik tartışmasının figürlerinden biri haline getirildi.
6 Ekim 1990 tarihinde Ankara’da oturduğu eve, bir kargo paketi getirildi. Üçok, Ekspres Kargo tarafından teslim edilen ve içinde bomba olan paketin patlamasıyla hayatını kaybetti. Paketi teslim eden Ekspres Kargo çalışanı Gülay Calap, ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. Calap, 1994 yılında İzmir’de PKK’ya bağlı Devrimci Halk Partisi İzmir sorumlusu olarak yakalandı ve 22 yıl ceza aldı. Tahliye olduktan sonra DTP’ye katıldı. Parti kapatılınca da yerine kurulan BDP’ye girdi. Parti meclisi üyeliği ve genel başkan yardımcılığı gibi etkin görevlerde yer aldı.
Bombalı paketi kargoya teslim ettiği iddia edilen şahıs MİT elemanıydı ve Üçok suikastından yalnızca 4 gün sonra uğradığı silahlı saldırı sonucu öldü. Suikastı sol örgüt TİKKO üstlendi.
Bahriye Üçok’un ölümünden bir gün sonraki Cumhuriyet Gazetesi’nin haberinde İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu iddia eden bir kişinin gazeteyi arayarak “Üçok’u tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden cezalandırdık” ifadelerini kullandığı iddia ediliyordu.
Bahriye Üçok’a ölümünden önce Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından bombalı paket konusunda eğitim verilmişti. Bu bilgi bizzat dönemin MİT Müsteşarı, basın mensuplarına açıklandı.
Şimdi bu olayı unutun ve Danıştay saldırısını hatırlayın.
Örtü aleyhinde karar veren bir Danıştay dairesine bir avukat saldırı düzenliyor.
Her şey planlanmıştır.
Saldırgan, içeri girmeden önce kameralar devre dışı bırakılmıştır.
Daireye kadar gelecek olan saldırgan önce mesajını verecek, sonra silahını ateşleyecektir. Herkesi vurmaya çalışacak, çıkışta tekbir getirecek ve kaybolacaktır.
Saldırgan işini yapar, bir üyeyi öldürür, dördünü de yaralar; ama çıkışta yakalanır.
Tekbir getirmemiştir, ama o sırada oralarda olmayan Danıştay üyelerinden Tansel Çölaşan, saldırganın tekbir getirdiğini ve Allah’ın askeri olduğunu söylediğini iddia etmiştir.
Bir kısım basın günlerce konuyu işledi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ”Danıştay’a yapılan saldırının aslında laik Cumhuriyet’e yapıldığını” iddia etti.
Yargının ortak açıklaması şöyleydi: “Saldırıyı devletimizin varlık nedeni olan demokratik laik, Cumhuriyet’e yönelmiş bir saldırı olarak kabul ediyor ve bu girişimi şiddetle ve lanetle kınıyoruz”
Erdoğan Teziç başkanlığındaki YÖK de şöyle bir açıklama yaptı: “17 Mayıs 2006 günü, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğinin ve hukuk devletinin güvencesi olarak Türk milleti adına yargı yetkisini kullanan Danıştayımıza yönelik yıldırma ve yok etme amacını taşıyan hain saldırıyı nefretle kınıyoruz.”
Şimdi geliyoruz günümüze…
Şimdilerde Danıştay saldırısının Ergenekon işi olduğuna karşı çıkan bir Allah’ın kulu var mı?
Demek ki memleketteki kirli yapılar belli aralıklarla böyle eylemlerde bulunup operasyonlara zemin hazırlıyor, değişimlerin önündeki toplumsal tepkileri geriletiyorlardı.
1993’te kurban Bahriye Üçok’tu, 2006’da Danıştay üyeleri…
Ölen ile öldürenin aynı fikirde olmasının da pek önemi yok.
İnsan kendini davasına feda edebilmeli öyle değil mi?