`İstanbul Konseyi` Gitti; `Clinton Konseyi Geldi`

Belli çevrelerce, Amerika`nın umudunu kesip Türkiye`nin kontrolüne terk edilen ve "İstanbul Konseyi" diye adlandırılan "Suriye Ulusal Konseyi", Suriye ile ilgili planlamalarda saf dışı bırakılarak, yerine "Suriye Muhalefeti ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu" oluşturuldu.

Ekleme: 19.11.2012 14:52:00 / Güncelleme: 19.11.2012 14:52:00 / Siyaset Gemisi / İstanbul Haberleri
Destek için 
Hüseyin Sağlam / Haber-yorum

 
SUK’un Amerika’dan veto yemesi, Suriye muhalefetini örgütleyememe ve giderek İhvan’ın etkisi altında kalma gerekçelerine bağlanırken, aslında muhalefeti örgütlemedeki başarısızlık sadece SUK’a maledilecek bir mesele değildi.
Neticede SUK’un da startını veren yine Amerika ve müttefikleri idi. Ancak muhalefetin dışarıdan sipariş usulü ile oluşturulmasının vardığı sonuç, Suriye sahasında tamamen bir kısır döngünün oluşmasını beraberinde getirdi.

Kısır döngünün elbette çok sebepleri vardı. Etnik, dini, mezhebi ve siyasi fırkaların çokluğu ve Suriye’nin geleceğiyle alakalı çok farklı bakış açıları; bunun yanında muhalefete sponsor olarak beliren bölge ülkelerinin de ayrıca çokluğu ve her birisinin beklentilerinin farklı olması, bunun yanında oluşturulan muhalefetin de Suriye gerçeğinden uzak, adeta hayal aleminde yaşıyor olması, kısır döngünün başlıca sebepleri arasındaydı.

Siyasi alanda bütünleşemeyen muhalif cephe, askeri alanda da aynı dağınık tabloyu sergilemekten kurtulamadı.
SUK ve sahadaki askeri unsurların dağınıklığı, liderlik/komuta üzerinde yaşanan ihtiraslar, bunun yanında selefi grupların giderek daha fazla görünür hale gelmeye başlaması, Amerika’yı SUK’un ipini çekmeye yöneltti.

Clinton’un, “SUK ile bu iş artık yürümez” açıklamasından sonra eski başbakan Riyad Seyf ile eski Şam elçisi Robert Ford’un öncülüğünde sahaya sürülen yeni plan, bir taraftan SUK yöneticilerini telaşlandırırken, öbür taraftan Suriye’nin geleceğiyle ilgili öngörülerini tamamen SUK’a endeksleyen kimi ülkeleri işlevsizlik korkusu sarmaya başladı.

Tamamen devre dışı kalma telaşıyla apar topar toplanan SUK, tez elden başkanlığa Hristiyan kökenli George Sabra’yı getirerek İhvan’ın etkisinde olmadığını ispatlamaya çalıştı, merkezdeki üye sayısını artırarak daha fazla kuşatıcı olduğunu anlatmak istedi. Ancak yine de yeni oluşumun önüne geçmeyi başaramadı. Tek başarısı, yüzde 20 civarında bir kontenjanla yeni oluşumun içerisinde yer almak oldu.

Bunun yanında değişiklik, askeri alanda da yapıldı. Silahlı unsurların komutası, daha önce kendisini “Esad sonrası İslamcılarla savaş” üzerine konumlandıran Mustafa Şeyh’e devredildi.

Hem siyasi hem de askeri alandaki yeniden yapılanma, bizzat Ford’un dayatmasıyla oluştuğu için ileride sahada nasıl bir karşılık bulacağı belli olacak. Ancak dikkat çekici taraf, “Radikal İslamcı, Selefi” parantezine alınarak sakıncalı ilan edilen gruplardan hiç birisi ne siyasi ne de askeri oluşuma alınmadı. Yani bir yönüyle yeni girişim, sahada bariz bir ayıklama girişimi olarak da zikredilebilir. Elbette bunun askeri alandaki yansımaları olacaktır. Bu da bir yönüyle istenmeyen İslami grupların tasfiyesi olarak belli bir çatışma dalgasını beraberinde getireceği gibi, Amerika’nın bizzat ayıklaması sonucunda daha etkili silahların muhaliflere akışına da olanak sağlamış olacaktır.

SUK’un devre dışı bırakılarak yeni bir oluşuma yönelinmesi, SUK’a endekslenen bazı ülkelerin politik önceliklerini de tırpanlamıştır. Bunların başında da Türkiye gelmektedir. SUK belli bir dönemden sonra Batı’nın gözünden düşmesi, Türkiye’nin SUK’a ipoteğini beraberinde getirmişti. Nitekim SUK’un kısmi tasfiyesinin Türkiye’nin hoşuna gitmediğini, bu yolla Türkiye’nin öncü rolünü yitirdiğini belirtmek mümkündür.

Bilindiği üzere belli bir aşamadan sonra Türkiye’nin aslında oradaki Kürtlerin geleceğiyle daha fazla ilgilendiği ortaya çıktı. Kürtlerin Irak’ta yaşandığı gibi ikinci bir özerk yapıya kavuşmaları, Türkiye’nin Suriye politikasındaki kırmızıçizgisiydi. Hatta Esad güçleri Kürt bölgelerinden çekilirken oluşan idari boşluğun PYD tarafından doldurulması Türkiye’nin sert tepkisini çekmiş, sınıra askeri yığınak yapılarak ilk reaksiyon verilmişti. Ne var ki ABD’den yükselen “itidal” çağrısı, aslında Suriye üzerinde iki “Stratejik müttefikin” hassasiyetlerinin de bayağı farklı olduğunu ortaya koymuştu.

Türkiye için en önemli şey, Suriye’nin üniter yapısının muhafazasıydı. Ancak üniter yapı ABD’nin hassasiyetleri arasında olmadığı gibi, çıkarı elverirse her türlü yönetim şeklini mubah görecek bir esneklik, politikasının bel kemiğidir.

Türkiye, Suriye ile ilgili üniter rüyasının müttefiklerince önemsenmediğini görünce “Yalnız bırakıldık” sitemiyle beraber Batı için giderek önem kaybeden SUK ve sahadaki ÖSO elemanlarını, rüyasını gerçekleştirecek güç olarak görmeye başladı.
Batıdan artık ilk günkü gibi taltifler görmeyen SUK-ÖSO da tek hami olarak Türkiye’yi gördü.

Ancak Türkiye-SUK-ÖSO cephesinin Suriye sahasında tek başına belirleyici bir rol icra etmeleri o kadar da kolay değildi. Nitekim bu zorluğu gören Türkiye, belki de ilk defa siyasi çözümü öngören farklı bileşenli üçlü-dörtlü mekanizmalarla çözüm kelimesini telaffuz etmeye başladı.

Bu mekanizmalardan Türkiye-Mısır-İran üçlüsünün bir araya geleceği tarihin, Katar’daki yeni entrikaların döndüğü tarihe denk gelmesi, İran tarafının mazeret bildirerek toplantıya katılmaktan vazgeçmesi sonucunu beraberinde getirdi. Katar’da, Türkiye’ye rağmen yeni oluşumun peydahlanması herhangi bir tarafın siyasi çözüm arayışını da peşinen bloke etmiş oldu. Dolayısıyla Türkiye’nin gündeme taşıdığı üçlü-dörtlü mekanizma girişimleri daha doğmadan ölmüş oldu. Çünkü Duha’da kartlar yeniden dağıtıldı. Siyasi ve askeri alanda yeni bir dalgalanmanın hazırlıkları tamamlanmak üzeredir. Ne var ki sınırda angajman kuralları gereği her türlü olumsuzluğa angaje olan Türkiye, Duha’da temeli atılan yeni oluşumla kontrolü kaybetmekle kalmadı, ne tür sürprizlerle karşılaşabileceğini ve bu sürprizlerin kendisine neye mal olacağını belki de kestirmenin şaşkınlığını yaşamaktadır.