Abdülhamid Han’ın öyküsü…

Abdülhamid tahta geçtikten sonra önceki sakin hâlinin aksine muktedir bir şahsiyet olarak öne çıktı, kısa sürede devlet nizamını eline aldı, Osmanlı’yı o güne kadar sürüklendiği Batı’dan bağımsız bir yola çekme gayretine girdi.

Ekleme: 13.02.2019 11:35:39 / Güncelleme: 13.02.2019 11:35:39 / İlim & İrfan
Destek için 

DOĞRUHABER / ABDULKADİR TURAN

Abdülhamid Han’ın öyküsü…

Neredeyse çeyrek asır önce, âlim ve sufi bir zatla İstanbul’un tarihî camilerini ziyaret ediyorduk. Beyazıt’tan Sultanahmet’e geçerken Abdülhamid Han’ın da bulunduğu hazireye de uğrayalım, dedik. Fakat âlim ve sufi zat, “Bizim yolumuzda sultan mezarı ziyareti yoktur” deyip içeri girmeyi reddetti. Bir şekilde ikna edip kapıdan geçtik ama âlim ve sufi zat, ellerini bel hizasında arkaya bağlamış vaziyette içeri girdi ki bu onların yolunda saygı göstermemek anlamına geliyordu. Onlar, hürmet ettiklerinin yanına kolları önde kavuşmuş, hürmet göstermemeleri gerektiğine inandıklarının yanına ellerini arkaya bağlayarak girerler.

Kapıdan girerken türbedar “Buraya böyle girilmez” diye öfkeyle uyardı ama zat, oralı olmadı. İçeri girdikten sonra ise birden değişti ve Abdülhamid Han’ın mezarına kast edip huşu içinde Kur’an okumaya başladı, biz bir Fatiha okuyup çıktık, kendisi bir süre daha kalacağını söyledi. Biz, türbe dışındaki mezar kitabelerini bir bir okuyup hazirun hakkında uzun uzun sohbet ettik. Ama zat, bir türlü çıkmayı bilmedi. İçeri girdim, onu hâlâ okur hâlde buldum. “Biz, seni zorla içeri aldık, şimdi de çıkmayı bilmiyorsun” diye takıldım. “Bu mezarın sahibi salih bir insandır” diye cevap verdi. Kim olduğunu biliyor musun, dedim, hayır, dedi. Çıkarmak için kolundan tuttum fakat o hürmetle geri geri adım atarak mezardan uzaklaşmayı tercih etti, çıkarken II. Mahmud’un makberini göstererek “Diğerine çok okudun, biraz da buna oku!” dedim. Elinin tersiyle işaret de ederek “Geç bunu!” dedi. Bunun kim olduğunu biliyor musun, dedim. Hayır, fakat üzerine okuduğum salih biriydi, bu diğerinden söz ettirme” dedi. Hayretler içinde kaldım.

Gördüğümüz buydu, görünmeyeni (gaybi) bilen ise hiç şüphesiz Allah’tır.

İnsanları çağları içinde değerlendirmek gerekir. Bazı insanları değerli kılan, onların malum ölçülerle hâlleri değil, çağlarındaki zihniyete -ki kimi zaman o zihniyet tağutun ta kendisidir- karşı koymaları, o zihniyete rağmen iradelerini tatil etmemeleri ve İslam’dan yana kullanmalarıdır.

Abdülhamid, 21 Eylül 1842’de dünyaya geldi. Babası Sultan Abdülmecid’dir. Annesi, kendisi henüz 10 yaşında iken vefat eden Çerkez cariyelerden Tîrimüjgân Kadınefendi’dir. Babası tarafından pek ilgi görmediği iddia edilen Abdülhamid’i yine Çerkez kadınlardan Piristû Kadınefendi büyütmüştür.

Abdülhamid dünyaya geldiğinde Osmanlı’da Batılılaşma çalışmalarının üzerinden elli yıl geçmişti. Büyük dedesi III. Selim, Batılı adetlere ilgi göstermiş, dedesi II. Mahmud, Tıp Okulu’nda Fransızcayı zorunlu ders hâline getirmişti.

Doğumundan on üç yıl önce ve yine dedesi II. Mahmud devrinde 1829’da İstanbul’da İngilizlerin Edirne Antlaşması’ndan dolayı düzenledikleri baloya Osmanlı paşaları da katılmış, ortaya rezalet durumlar çıkmıştı.

Doğumundan üç yıl önce babası Abdülmecid, Tanzimat’ı ilan etmiş, dört yıl sonra eğitimin Batılılaştırılması çalışmalarını başlatmış ve sonraki yıllarda ısrarlı bir şekilde sürdürmüştü. Abdülhamid okul çağında iken tahta çıkan amcası Sultan Abdülaziz daha da ileri giderek eğitim planlamasını Fransız eski milli eğitim bakanına bırakmış, bu arada Avrupa’ya burslu öğrenci olarak giden pek çok Osmanlı genci de İstanbul’a dönmüştü. İstanbul’da okumuş kesim arasında Namık Kemal’in “İntibah”, Ahmet Mithat’ın “Felatun Bey’le Rakım Efendi”, Recaizade Mahmud Ekrem’in “Araba Sevdası” romanlarıyla tipleşen Frenk hayranı bir Osmanlı üst sınıfı yetişmişti.

Osmanlı, kadim fikriyatını kaybetmiş, nereye nasıl yol alacağını bilmez bir şekilde Doğu ile Batı arasında yüzeyde gülünç, özde ağlanacak bir duruma düşmüştü.

Abdülhamid, gençlik yıllarında tahtın varisi olarak görülmemiş, bu yüzden gözlerden uzak bir şekilde kendini ilme ve sanata vermiş, birden çok dil öğrenmiş ve başta ahşap işlemesi olmak üzere pek çok sanatta da yol almıştı.

Amcası Abdülaziz devrinde kısmen keşfedilmiş, amcasının Avrupa seyahatlerine katılmış, Doğu ile Batı arasındaki farkı gözlemlemiş, Batı’nın nihai niyetini anlamıştı.

Amcası bir suikastla katledildiğinde önce V. Murad tahta geçirilmiş ancak akli sorunları baş gösterince ihtilalciler, Abdülhamid’e muhtaç duruma düşmüşler ve onu tahta geçirmişlerdir.

Abdülhamid tahta geçtikten sonra önceki sakin hâlinin aksine muktedir bir şahsiyet olarak öne çıktı, kısa sürede devlet nizamını eline aldı, Osmanlı’yı o güne kadar sürüklendiği Batı’dan bağımsız bir yola çekme gayretine girdi.

Kaotik bir dünyada fikriyatı/dünya görüşü/ideolojisi olmayan devlet ve yapılar, çöle veya denize kılavuzsuz düşmüş kervan gibidirler, gayretleri anlam kazanmaz, başarı getirmez.

Osmanlı, Batı ve Rusya’yla sürekli bir savaş hâlindeydi. Cephelerde Osmanlı askerleri Allah için cihad ediyorlardı. Halk, varını yoğunu Allah için cihada harcıyordu. Oysa Osmanlı yöneticileri, bir fikriyattan/ideolojiden/dünya görüşünden yoksun bir şekilde şaşkınlık içinde yalpalanıp duruyorlardı.

Abdülhamid, içerideki muhalefete ve dışarıdaki saldırılara rağmen, Tanzimat’tan o yana sözü edilen ama içi doldurulamayan Osmanlıcılık yerine İttihad-ı İslam (İslam Birliği) fikriyatını devletin dünya görüşü olarak benimsedi. Bütünleşen Batı’ya karşı bütünleşen bir İslam dünyası tasavvuru ortaya koydu. Siyasetini içeride ve dışarıda bunun üzerine anlamlandırdı. Bu siyaset, onu uyaranların aksine kısa sürede netice de verdi.

Sufi çevreler onun etrafında toplandı, başkentin karmaşık ortamından uzak yetişen Kürt ulema onu destekledi. Abdülhamid de onlardan istifade konusunda açık davrandı, Kerküklü Ebû Bekir Efendi’yi Güney Afrika Müslümanlarına mürşid olarak atadı, Bülent Ecevit’in dedesi Kürdzâde Mustafa Şükrü Efendi’yi Danıştay konumundaki Meclis-i Tetkikat-ı Şeriyye’ye atadı, daha sonra Çin’e Müslümanların durumunu tespit ve haklarını muhafaza üzerine gönderdiği heyetin başına tayin etti. Erbil ulemasından Şeyh Esad Erdebili’yi de İstanbul’a getirtip tarikatların bağlı olduğu Şeyhü’l-Meşayıh makamına yükseltti.

Abdülhamid ulema ile ilgili kadro ihtiyacını bu şekilde karşılamış ama başlattığı büyük kalkınma hamlesi için yetişkin kadro bulmakta güçlük çekmişti. Çağın zihniyeti tağut, sarayı ve okumuş kesimi Batı’ya çekiyor; iradesini ortaya koyarak o tağuta direnen Abdülhamid oluşan hava ve sarayın yapısı içinde çocuklarına dahi hükmedemiyordu. Ki onun nesli neredeyse bütün olarak, dünyanın gidişatı, daha doğrusu çağın zihniyet tağutu karşısında ahlaklarını çocuklarına aktaramayan talihsiz bir nesildir.

Abdülhamid, kadro ihtiyacını karşılamak için okullaşmaya yöneldi ancak mevcut kadrolarla yapılan okullaşma adeta İslam düşmanı üretim merkezine dönüştü. Ondan önce açılan ama çağında da önemini koruyan Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi), Osmanlı’nın temeline dinamit yerleştiren bir yuvaya dönüşmüş, Şam gibi şehirlerde açtığı okullar da laik ve dolayısıyla Batı yanlısı Arap milliyetçilerinin yetiştiği birer atölye oluvermişti.

Sufi çevreler genel gidişata ve geleceğe bakıp Abdülhamid’i koşulsuz desteklerken meseleyi bilinen ölçülerle değerlendiren başkentin ulema çevreleri özellikle onun okullaşma programına karşı derin bir öfke içindeydiler.

Öte yandan başkentte gittikçe yalnızlaşan Abdülhamid’in İttihad-ı İslam fikriyatına karşı Batılılar İstanbul’da Türkler; İstanbul dışında Arnavut ve Araplar arasında milliyetçiliği yayıyorlardı. Abdülhamid’in devleti ortak bir dile kavuşturmak düşüncesiyle Şam gibi vilayetlerde dahi Türkçe eğitim ısrarı da milliyetçiliğin güçlenmesi yönünde işlev görüyor ve Abdülhamid’in amaçlarına tam zıt yönde işliyordu. Onu hedeflerinin önünde en büyük engel olarak gören Yahudilerin faaliyetleri de milliyetçiliğin yaygınlaşması yönünde işliyordu.

Neticede Abdülhamid’in yaptıklarını eksik ve hatalı bulan ulema, onların etkisindeki İslamcılar ve milliyetçi cephenin Yahudilerle kurduğu ittifak, Abdülhamid’in iktidarının sonunu getirdi.

Önde laik milliyetçi cephe vardı. Ama ulema o günlerde cephenin laik yönünü görmüyor, “adalet” adına ve Abdülhamid’in eğitim başta olmak üzere kimi hatalarını da öne sürerek o cephenin eleştirilerine katılıyor, İttihat-ı İslam konusunda Abdülhamid’den daha öndeyiz iddiasına da her nasılsa kanıyordu.

Laik milliyetçi cephe, 1909’da ulemayı öne sürerek Abdülhamid’i tahtından etti, ardından onları bin pişman edecek laik sürece geçti.

“Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana Allah'ı şahid tutan, işbaşına geçince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 204-205)

Abdülhamid 10 Şubat 1918 Pazar günü vefat ettiğinde Osmanlı, laik milliyetçi cephenin eliyle sürüklendiği I. Dünya Savaşı’nda mağlup olmuş, yıkılma noktasına gelmişti. “Ba’da harabil Basra (Basra yıkıldıktan sonra)” vaziyet anlaşılmış, başta ulema olmak üzere İslamcı yapı onun değerini anlamış ama artık çok geç olmuştu.

Allah, ona mağfiretiyle muamele etsin…

Etiketler:
İlgili Haberler İlgili Köşe Yazıları