ABD`nin Ortadoğu siyaseti kaos üretiyor

Trump yönetiminin, Ortadoğu`nun askeri bakımdan ağır sıklet aktörlerini bir tarafa bırakarak Suudi Arabistan ve BAE üzerinden bölgeyi şekillendirme çabası daha fazla kaos ve istikrarsızlık getirecek.

Ekleme: 03.12.2018 19:27:00 / Güncelleme: 03.12.2018 19:27:00 / Analiz / İstanbul Haberleri
Destek için 

İSTANBUL - Modern Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı`ndan sonra, İngiltere ile Fransa tarafından 1916 yılında imzalanan Sykes-Picot gizli anlaşmasının ruhuna uygun olarak şekillendirildi. Bu iki sömürgeci güç, pax-Ottomanicayı (Osmanlı barış sistemini) yıkarak, manda yönetimleri kurarak ve Arap topraklarını parçalayarak bölgeyi kendi aralarında bölüştüler. Sömürgeci devletlerin menfaatlerinin bir gereği olarak, dünyanın en nüfuz edilebilir bölgesindeki ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını alma süreci de bir hayli uzun sürdü. Ancak 1971 yılında küçük Körfez ülkelerinin bağımsız olmasıyla bugünkü Ortadoğu haritası ortaya çıkabildi. Ne yazık ki bölgesel sistem, doğal olmaktan uzak ve yapay devletlerden oluşan bir yapı halinde şekillendirildi.

İkinci Dünya Savaşı`ndan sonra ise Sovyet Rusya`nın bazı ülkelerde etkili olmasına rağmen, bölgenin hakimiyeti genel manada ABD`nin eline geçti. Soğuk Savaş siyasetinin gerekleri doğrultusunda siyaset yapan ABD, Sovyet nüfuzunu ve komünizmin bölgedeki etkisini kırma yönünde bir siyaset izledi. Sovyetler Birliği`nin dağılmasından sonra ise ABD`nin bölgesel stratejilerinde ciddi bir değişim yaşandı. ABD Soğuk Savaş biter bitmez, Camp David ile belirli bir durumda tutulan bölgesel düzeni değiştirmeye ve İsrail-Filistin sorununu çözmeye girişti. Önce Madrid, sonra da Oslo`da Ortadoğu Barış Süreci başlatıldı. 1993 yılında imzalanan Oslo Antlaşmasıyla yeni bir düzen kurmaya teşebbüs edildi ancak beklenen başarı yakalanamadı. Soğuk Savaşın bitiminden bu yana her ABD başkanı barış sürecini tamamlamaya çalıştı, ancak herhangi bir başarı sağlanamadı.

ABD`de geleneksel devlet yapısı ve zihniyetinin dışında bir siyaset izleyen Donald Trump, İsrail ile birlikte yeni bir Ortadoğu düzeni gerçekleştirmeye koyuldu. Amacını gerçekleştirmek amacıyla bölgesel müttefik olarak da, Arap dünyasının geleneksel ağırlık merkezlerinin ortadan kalktığı bir dönemde Arap dünyasının liderliğine soyunan BAE ve Suudi Krallığı`nı tercih etti.

Trump'ın Ortadoğu barış planı
Genel siyasi duruşu ve siyaset yapış tarzı itibarıyla daha önceki başkanlardan ayrılan Donald Trump, İsrail-Filistin sorunu konusunda da öncekilerden farklı bir siyaset geliştirdi. Trump bu amaçla yeni bir süreç başlattı ve damadı Jared Kushner`i bu konuda nihai bir taslak hazırlaması konusunda görevlendirdi. Bunun üzerine Kushner de “Yüzyılın Anlaşması” adı verilen bir proje hazırladı. Önümüzdeki aylarda açıklanması beklenen bu projenin içeriği uluslararası medyada tartışılmaya başlandı. Buna göre, Doğu Kudüs ve Batı Şeria`nın Filistinlilerden alınması, Sina Yarımadasında ve Gazze`de yapay ve tamamen dışa bağımlı bir Filistin devletinin kurularak İsrail`in güvenliğinin ve bölge istikrarının sağlanması amaçlanıyor. Bir kere, konuyla ilgilenmek üzere sıkı bir Siyonist olan ve aynı zamanda baş danışman olarak atadığı damadı Jared Kushner`i görevlendirmesi beklenmedik bir adım oldu. Siyonist bir Yahudi`nin İsrail-Filistin sorununun çözümü konusunda görevlendirilmesi, zaten yanlı olan Amerikan siyasetinin daha da yanlılaştırılmasını sağladı. Kısacası, Yüzyılın Anlaşmasıyla amaçlanan, Arap rejimlerin de desteğini alarak Filistin topraklarını İsrail devletine katmak ve böylece İsrail`in güvenliğini tam anlamıyla sağlamaktır. Karşılığında da ABD ile İsrail, halklarından kopuk olan bu Arap rejimlerinin iktidarlarının devam ettirme garantisi vermektedirler.

Kushner, hazırladığı projesinin kalıcı olmasını sağlamak için de Ortadoğu`da birlikte çalışacak bir ittifak oluşturdu. Kendi etrafında topladığı dışa bağımlı, ama aynı zamanda muhteris Arap siyasetçileri ile sorunları çözme planları yaptı. Merkezinde, veliaht prenslerin hakimiyetindeki Birleşik Arap Emirlikleri ile Suudi Arabistan`ın olduğu; Bahreyn, Mısır ve Ürdün`ün ise desteklediği Arap ülkeleri, İsrail devleti ve Trump yönetimi ile sıkı bir ittifak kurdular. Kurdukları ittifakın gereği olarak da Tel Aviv ile Washington`un bütün bölgesel projelerini desteklemekteler.

Trump yönetimi altındaki ABD, Arap dünyasının dağılmasını fırsat bilerek ve özellikle BAE ile Suudi Arabistan`ın da desteğini alarak, İsrail devletinin bütün tezlerini kabul etti ve bunları uygulamaya koydu. Önce, bütün dünyanın karşı çıkmasını umursamadan ve ABD`nin daha önce aldığı kararlara aldırmadan Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv`den “Birleşik” Kudüs`e taşıdı. Sonra, Filistin topraklarıyla ve Filistin halkıyla ilgili kararlar alması üzerine Trump yönetimi Birleşmiş Milletlerin bazı kurumlarında çekildi. Fikir babası olduğu ve kendi hegemonyasının temel aracı olan örgütü reddetti. Hatta daha ileri giderek, 1967 yılından beri İsrail işgali altında bulunan Suriye toprağı Golan Tepeleri ile ilgili BM`de yapılan oylamada bile İsrail ile birlikte oy kullandı. Trump yönetiminin İsrail hükümetiyle birlikte yürüttüğü bölgesel siyaseti uluslararası kurumlar ile uluslararası hukuku tamamen devre dışı bırakıyor.

Öte yandan, Trump yönetiminden cesaret alan BAE ve Suudi yönetimleri de bölgenin yeniden dizayn edilmesine yeltendiler. BAE sahip olduğu finansal imkanları bölgesel krizlere müdahale etmede ve Ortadoğu`da demokratik taleplerde bulunan kesimlerin önünü kapatmada kullanıyor. BAE, bir taraftan, paralı askerler de kullanarak Yemen, Somali ve Libya gibi ülkelerin içişlerine müdahale ederken, diğer taraftan da Türkiye ve Katar gibi farklı bir çizgide siyaset yapan ülkeler ile Müslüman Kardeşler ve benzeri dini ve siyasi yapılara karşı da bir kuşatma siyaseti izliyor. Benzer şekilde, kuruluşundan itibaren bölgede istikrardan ve statükodan yana bir politika izleyen Suudi Krallığı da, bölgedeki hemen her krize müdahale etmeye ve krizleri derinleştirici bir rol oynamaya başladı.

Dış müdahaleler kaosu derinleştiriyor
Bölge siyasetini takip eden hemen herkes bilir ki Ortadoğu`da Mısır olmadan savaş, Suriye olmadan barış, Suudi Arabistan olmadan normalleşme ve istikrar olmaz. İlk olarak, askeri darbe ile başa gelen Sisi ile Mısır`ın savaş kabiliyeti büyük oranda yok edildi. Siyasi ve ekonomik olarak bağımlı hale getirilen Mısır, iktidarını sürdürebilmek adına bölgesel ve küresel güçlere bağımlı kılındı ve devlet her zamankinden daha kırılgan bir duruma sokuldu.

İkinci olarak, yüzbinlerce insanın ölümü ve milyonlarcasının evini terk etmesiyle neticelenen bir kriz ve vekalet savaşlarıyla Suriye ortadan kaldırıldı. Sekiz yıldır devam eden karmaşa sonucunda Suriye`de devlet otoritesi ortadan kalktı; halkına yönelik sınırsız bir şiddet kullanan Esed rejimi meşruiyetini kaybetti. Suriye toprakları, her biri başka bir ülkenin himayesinde bulunan üç siyasi yapıya ayrıldı.

Üçüncü olarak, hırslı ve tecrübesiz bir ismi başına geçirerek Suudi Arabistan da geleneğinden koparıldı ve kırılgan bir noktaya getirildi. Suudi Arabistan kendi dış politika yönelimini tamamen değiştirerek bölgesel ölçekte müdahaleci bir çizgiye geldi. Yemen`deki krize müdahale ederek İran ile vekalet savaşına girişti; gerçekleştirdiği askeri operasyonlar neticesinde, çoğunluğu sivil on binden fazla insanın ölümüne, milyonlarca insanın da açlık ve hastalıkla karşı karşıya gelmesine neden oldu. Suudi saldırılarının yol açtığı insan hakları ihlalleri dolayısıyla pek çok ülke Suudi rejimine yönelik tedbirler almaya başladı.

Trump`ın kurduğu ittifakın Arap aktörleri, Trump`ın da teşvik etmesiyle, bölgede Türkiye ile birlikte hareket eden ve reformist bir politika eğilimini belirleyen Katar`ı cezalandırmaya kalkıştı. İran ve özellikle Türkiye`nin desteğiyle, kendisine uygulanan ablukadan fazla hasar almadan kurtulan Katar, BAE ve Suudi baskısına karşı direndi. Abu Dabi ile Riyad`ın bu saldırgan tutumu Körfez`deki geleneksel siyasi ve ekonomik birliği ortadan kaldırdı. Çünkü Katar`ın yanında, Umman ve Kuveyt de, bu ülkelerin izlediği istikrarsızlaştırıcı ve ötekileştirici siyaseti benimsemeyip tarafsız kaldılar. Dolayısıyla, Emirlikler ile Suud Krallığı, Arap isyanlarının yol açtığı istikrarsız ortamı Körfez`den uzak tutma yerine, Körfez`deki birliği dağıtıp istikrarsızlığı Körfez`e kendileri getirmiş oldu.

Öte yandan, BAE, Mısır ve Suudi Arabistan Libya krizine müdahale ederek ülkenin parçalanmasına yol açtılar. Müslüman Kardeşler çizgisine yakın gördükleri Trablus`taki yönetimin zayıflatılması yönünde yaptıkları müdahale neticesinde General Halife Hafter isminde eski bir generale önce darbe yaptırmak istediler, başarılı olmayınca da ülkenin doğusuna hakim kıldılar. Böylece Libya`daki meşru Trablus hükümeti yanında gayrimeşru, ancak siyaseten etkili bir siyasi yapı ortaya çıkardılar.

Arap coğrafyasındaki kaotik durumdan istifade eden bölgesel ve küresel aktörlerin müdahaleleri sadece bölgesel kaosu derinleştirmeye yaradı. Netice itibarıyla, Arap coğrafyası tamamen bölge dışı aktörlerin siyasal bakışlarına ve küresel/bölgesel siyasi çıkarlarına terk edilmiş bulunuyor. Trump yönetiminin bölgenin askeri bakımdan ağır sıklet aktörlerini bir tarafa bırakarak Suudi Arabistan ve BAE üzerinden bölgeyi şekillendirme çabası sadece daha fazla kaos ve istikrarsızlık getirecek. Bölgenin istikrarsızlaştırılması yönünde siyasi faaliyetlerde bulunan BAE ile Suudi Arabistan ve hiçbir zaman normal bir bölge devleti olmayı kabul etmeyen İsrail ile sürdürülebilir bir düzen oluşturulamayacaktır. Zaten Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı`nın hunharca öldürülmesinden sonra Trump yönetiminin bölgede iş birliği yaptığı devletlerin meşruiyeti ve istikrarı daha çok sorgulanır hale gelmiştir.

Prof. Dr. Muhittin Ataman/Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Muhittin Ataman aynı zamanda SETA Dış Politika Araştırmaları Direktörüdür)