Diyarbakır`da 1990`lı yıllarda yaptığı İslami çalışmalar dolayısıyla hedef alınan Ahmet Arık, 24 yıl önce 1993 yılının Kasım ayında uğradığı silahlı saldırı sonucu katledildi.
Sabahlara kadar Kur`an-ı Kerim okuyarak, gündüzleri de insanların yardımına koşan, vaktinin çoğunu camide geçiren Ahmet Arık, 22 yaşında dünya hayatına gözlerini yumdu.
Şehadetinin 24`üncü yıl dönümü dolayısıyla konuşan Arık`ın ailesi, toplum yararına hayırlı bir nesil yetiştirmek için hayatın her alanında çalışan bir genci, ne kendilerinin ne de sevenlerinin unutamadığını dile getirdiler.
Şehid Ahmet Arık eşi Kadriye Arık, örnek hayatı dolayısıyla arkadaşları tarafından ona şehit lakabı takıldığını belirterek, o dönem yaşadıklarını şöyle anlattı:
"20 yaşlarında askere gitti, geldikten aradan 3 ay sonra şehit düştü. Onun ahlakı İslam üzerineydi; çocuklarına, bana, annesine ve babasına karşı çok iyiydi. Sürekli camiye gidip ders verirdi. Geceleri sabaha kadar Kur`an okurdu ve hatta Kur`an okurken uyurdu. Çok şükür iyi ki bu yoldaydı. 24 yıl aradan geçti, çocuklarım ve ailem ondan bana miras kaldı. Hiç okul okumağı halde dışarından okuyarak lise mezunu oldu ve kitap okumayı severdi. Geceleri seccadenin üzerinde Kur`an okuyarak uyuya kalırdı. Allah ondan razı olsun."
"Henüz `sağ iken` arkadaşları ona şehit derdi"
Kadriye Arık, "Şehid olmadan önce bir öğrencisi vardı, sürekli kapıya gelip derdi ki, `şehid abiyi çağır`. Ben de eşime bir daha şehid demesin diye, hep kızardım. O da bana `sakın kızma` derdi. Henüz sağ iken arkadaşları ona şehid derdi. Giderdi 15 gün boyunca gelmezdi, aylarca İslam için çalışırdı. Çocuklarıyla bundan dolayı pek ilgilenemedi. Onun dünyası İslam`dı. Bizi bir gün olsun incitmedi. Henüz yeni şehid olmuştu, acaba nasıl bir yere gitti, diye düşünüyordum. Rüyamda gürdüm, eve gelmişti. Nasıl bir yere gittiğini sordum. O da `Gittiğim yer güller ve çiçeklerle süslüdür. Ne çeşit meyve dersen içinde vardır. O kadar güzel bir yerdir ki hiç merak etmene gerek yok.` dedi. Sonra uyandım. O günden bu yana bir daha merak etmedim. Ve onun yolunun hak yolu olduğunu anladım." dedi.
"9 çocuğun var ben de onların zekâtıyım"
"Bana hep derdi ki, namazını ihmal etme, doğru yolda git." diyen Arık, sözlerine şöyle devam etti: "Korkusuz bir insandı. Biliyordu ki insanlar ona zarar verecek, yine de kesinlikle korkmazdı. Kendini kenara çekmezdi. Bir gün eve geldi. Annesine şunları dediğini hatırlıyorum, `9 çocuğun var, ben de onların zekâtıyım` yani kendisinin şehid olacağını söylerdi. Şehid olduktan sonra insan ister istemez zorluklar çekiyor, bu zorlukların güzellikleri de vardır. Bu durumda herkes için sabır tavsiye ediyorum ve Allah mükâfatını veriyor. Herkes için en güzel yol Kur`an ve sünnet yoludur. İnsana huzur veren o dur."
Oğlu Rıfat Arık ise kendisinin 5 yaşında iken babasının şehid edildiğini dile getirerek, "Şehid, 1993`ün Kasım ayında hainler tarafından uğradığı saldırı sonucu şehadet şerbetini içti. Şehadet anında dahi sürekli rabbini zikretti. Şehid olduğu esnada bile öğrendiğimiz kadarıyla sürekli `Bekle beni Ya Huseyn` diyerek gökyüzüne bakarak nidada bulunuyordu. Babam küçük yaşlarında dedemin açtığı manavda çalışmaya başlamış, seyyar satıcılık yapıyormuş. Daha sonra durak şoförlüğü yapmaya başlamış. Gençliğinin ilk yıllarındayken futbola bir tutkusu varmış. Spor kulüplerinden sürekli gelip ona tekliflerde bulunmuşlar. Daha sonra İslam davasıyla tanışmış. Ardından 22 yaşında şehadet mertebesine yükseldi." diye konuştu.
"Sürekli sabah kadar Kur`an okurdu"
Arık, 90`lı yıllarda Marksist örgütlerin ortaya çıkmasıyla, babasının İslami tebliğ çalışmalarına biraz daha hız verdiğini söyleyerek, şunları anlattı:
"Evdeki hayatı biraz daha farklıydı. Evde özel bir odası vardı, mescit şekline çevirmişti. Yerde sadece bizim eski güneydoğu insanlarının kullandığı yastık ile sünger ve bir rahlesi vardı. Özellikle sürekli sabah kadar Kur`an okurdu ve kitap okumayı ihmal etmezdi. Küçük yaşta olmamıza rağmen okuduklarını hep bize anlatırdı. Hep güler yüzlü olup tebessüm ederdi, insanlara karşı şefkatliydi, merhametliydi ve bu yüzden onu tanımayan yoktu. Marksist ve komünistlerin ortaya çıkmasıyla beraber İslam`ı tebliğ çalışmalarına biraz daha hız verdi. Eve aylarca gelmezdi, Müslümanların sıkıntılarıyla ilgilenirdi. O dönem şehid olan arkadaşlarının aileleriyle ilgilenirdi. Onların boş zamanları yoktu. Anlatılanlara göre boş vakitleri çok azdı. Bu zamanlarını da camilerde geçirir, öğrencilere ders verirdi. Camilerde Kur`an-ı Kerim dersi verir, peygamberimizin hayatını anlatırdılar. Toplumun ahlakını düzeltmeye çalışırlardı. Ben oğlu olmama rağmen onu ondan tanımadım. İnsanların derdiyle dertlenirdi. On parmağında on marifet vardı. Şehidin sesi de güzeldi. İlahi okuduğu zaman arkadaşlarını mest edermiş."
"Ona yaşayan şehit diyorlardı "
"Babama şehit denirdi ve o lakapla anılırdı." diyen Rıfat Arık, "Yaşayan şehit diyorlardı ona. Muhammed Sudan abiye `Neden bu lakabı taktınız, ağır bir lakaptır.` dediğimde, `Baban genç olmasına rağmen ona baktığımız zaman öyle feyizlenirdik ki, onun nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu bildiğimiz için şehid lakabını taktık. O lakabının hakkını veriyordu.` diyordu. 22 yaşında şehadet şerbetini içti ve İslam`la tanışması 8 yıl sürdü. Bu süreçte hayatına birçok şey sığdırdı. Hâlâ insanların ondan bahsetmesi, hayatını örnek alması çok güzel bir duygu." dedi.
Babasının şehid edildiği günü anlatan Arık, son olarak şunları söyledi:
"Şehidin şehadetinden sonra bizi camiye götürdüler. Oraya gittiğimizde gözleri kapalıydı, Tabutun içinde, başına tevhit bandajı sarılıydı. Sanki sürekli bizi takip ederdi, öyle bir his vardı içimizde. O zaman Diyarbakır üzerine kap kara bulutlar çökmüştü. İki güvercin cami minaresine konuyor, o güvercinler onun naaşı gidene kadar orada kalıyorlar. Naaşı omuzlandığı zaman o iki güvercin mezarlığa kadar bizimle geldiler. Biz defin ettikten sonra mezarın başında durdular ve hiçbir yere ayrılmadılar." (Emrah Deniz, Abdurrahman Tetik - İLKHA)