ABD-Suud Komplosu Ya da `Yumuşak Güç`e Elveda

Ekleme: 25.11.2011 09:03:00 / Güncelleme: 25.11.2011 09:03:00 / Siyaset Gemisi
Destek için 
Kuzey Afrika’da başlayan halk devrimlerinin gelip dayandığı Ortadoğu bölgesi, devrimlerin genel seyrini belirleyecek ana merkez olacaktır. İslam dünyasının kalbinde yaşanan değişim/dönüşüm sürecinin sıhhatlik derecesi, aynı zamanda yakın, orta ve uzak gelecekte değişmeye mahkûm bölgesel ve küresel dengelerin de sıhhat derecesini belirleyen ana etken olacaktır.

Eğer yaşanan değişim süreçleri, İslam dünyasında genel hatlarıyla bir “Öze dönüş” hamlesini beraberinde getirecekse, hiç şüphesiz değişimin bedelini ağır şekilde ödemek durumunda kalan Müslüman halkların istek ve iradelerinin gözetilip ön plana çıkarılmasıyla mümkün olacaktır.
 
Değişim geçiren ülkelerin yeni süreçte rejim babından nasıl bir niteliğe bürünecekleri üzerinde tartışmalar yürütülürken halk direnişlerine pusu kuran küresel güçlerin her geçen gün bölgeyi şekillendirme politikalarında çıtayı daha da yükseltmeyi esas alan politik ve askeri komplolara yönelmeleri, değişim sürecinin Batılılarca ne şekilde yorumlandığının da ipuçlarını ele vermektedir.
 
Halk ayaklanmalarıyla beraber devrilen diktatörlüklerin yerine tesis edilecek yeni yönetimlerin niteliği, şu anda İslam dünyasında halkların en çok merak ettiği temel meseledir. Tunus seçimlere gitti ve Nahda hareketi seçimin ana galibi oldu. Mısır’da yapılacak seçimlerin temel favorisi İhvan’ın Mısır’da oluşacak yeni yönetimdeki etkisi ve Libya’da devrilen Kaddafi rejiminin yerine tesis edilecek yeni rejimin hangi temeller üzerine şekilleneceği hususu, şu an için tartışma konusu olan değişim sürecinin amacı ve istikameti hakkında istifhamlara temel cevaplar oluşturacaktır.
 
Gerçi değişim sürecine aday diktatörlükler arasında ayırımcılık-kayırımcılık uygulaması, sürece ilişkin müdahalecilik konusundaki şüpheciliği artırmıştı. Zulüm mekanizmalarının odağı olan Ürdün ve Suud gibi yandaş Arap diktatörlüklerinin koruma şemsiyesine alınması, Bahreyn ve Yemen diktatörlüklerinin her türlü yöntem kullanılarak halkların haklı gazabından korunma yoluna gidilmesi, ama Suriye’nin siyasi konumundan dolayı hedefin en üst noktasına konulması, yaşanan değişim sürecine karşı oluşan kuşkuculuğa haklılık payı kazandırmıştı. Yine de değişime uğrayan yerlerde halkın meşru taleplerine gösterilecek yaklaşım, kuşkuculuğun haklılığı veya yersizliğinin temel ölçüsü olacaktır.
Kuşkuculuğun haklılığı ile yersizliği konusunda başat tezler mevcudiyetini koruyor iken Suriye’den sonra İran ve Hizbullah’ın da ABD-Arap diktatörlüklerinin boy hedefi olmaya başlaması ve bu alanda ABD-Suud merkezli komik senaryoların tehlike sınırlarına gelmeye başlaması, aslında halk direnişlerine statükocu güçlerin yüklediği iğrenç anlamı ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir.
Halk ayaklanmaları ile eski düzenin köhne diktatörlüklerinin devrilmesi süreci İslam dünyasındaki halklar için yeni umutlar beslerken bu süreç aynı zamanda bölgeyi yeniden dizayn etme ihtiyacı hisseden bölgesel/küresel aktörler için de farklı yönden bir umuda dönüştürülmek istendiği açıktır. 11 Eylül askeri güç konsepti ile başlayan müdahalecilik ve işgal stratejisinin akamete uğradığı bir dönemden sonra nitelik olarak daha farklı olan ve batı literatüründe “Soft Power-Yumuşak güç” diye nitelendirilen yeni bir strateji ile bölgenin farklı etkenlerle şekillendirilmek istenmesi gibi bir süreç, askeri ve ekonomik açıdan hayli sıkıntılı bir dönem geçiren Batı için de oldukça cazip gelmişti. Ancak halk ayaklanmalarının bölge halkı için farklı, güç odakları için daha farklı anlamlar taşıdığı “yumuşak geçiş” sürecinin şimdilik Suriye duvarına toslamış olması, nihai hedeflerini tutturamama tehlikesi ile karşı karşıya kalan Batı için farklı alternatifleri de devreye sokmak kaçınılmaz hale gelmiş gibi görünüyor. Öyle ya, Bahreyn ve Yemen gibi mustahkem kalelerini halkın iradesinden alıkoyan küresel odak, neden Mısır, Tunus ve Libya gibi diktatör evlatlarını Müslüman halka yedirsin?!

“Yumuşak geçiş” sürecinde devrilen Tunus ve Mısır diktatörlükleri, halka karşı direnme tercihinde bulunmadılar. Literatürlerinde kitlesel tepkilere müsamaha namına hiçbir şey bulunmayan bu diktatörlüklerin bir anda ortamı halka terk edip kaçma metoduna yönelmelerinde halkın öfkesi kadar asıl patronlarından destek görmemelerinin de payı inkâr edilemez. Dolayısıyla halk, diktatörlerin devrilmesinin tadını çıkarırken Batılı güç odakları da, yıllarca hizmette kusur etmemiş diktatörleri bir anda yüzüstü bırakmakla aslında kendi istemediği ülkelerdeki yönetimlere karşı bir yönüyle halkı ayaklanmaya teşvik primi dağıtma stratejisi uygulamış oluyordu.
 
Bahreyn’deki halk isyanı ABD destekli Suudi ordusunca bastırılırken; Yemen diktatörü inadına yine Suudi hanedanı vesile kılınarak sarayda tutulurken isyan dalgasının Suriye’ye taşınarak Esad yönetimi üzerinde oluşturulan dış baskı, ister istemez “Arap baharında neler oluyor?” kuşkuculuğunu daha fazla gündeme taşımaya başladı.
 
Türkiye sürecin dışına mı çıkıyor?
 
“Arap baharı”nın etkisini hissetmeye başladığı dönemde Türkiye’nin “Bahardan yana” tutumu hatta ana aktörlerden birisi haline gelme pozisyonu, aldığı “Model ülke” rolüyle tam bir paralellik arzediyordu. Yürütülen “kamu diplomasisi”, Filistin meselesine farklı yorumlar getirmesi, israil politikalarına karşı çıkışı ve hükümet çevresinin İslamcı gelenekten geliyor olması, Arap sokağında bir anda Türkiye fırtınasının esmesini beraberinde getiriyordu. Hatta devrim coşkusu yaşayan halklar arasında popülaritesi o kadar arttı ki, artık Türkiye’ye rağmen bölgede hiçbir politikanın başarı şansının olamayacağı kanaati hasıl olmaya başladı. Türkiye’nin bu derece alana hakim olma çabasının sırrı tartışılırken iki farklı yorum belirgin hale geliyordu.
 
Birincisi; biraz da propaganda kokan şekliyle Türkiye’nin artık küresel bir oyuncu olduğu ve Türkiye’ye rağmen artık bölgesel anlamda etkinlik kurulmasının mümkün olamayacağı tezi işlenmeye başlandı.
 
İkincisi; Aslında Türkiye’nin bölgesel dizayn politikalarında üstlendiği rolün gereğini yerine getirdiği şeklindeydi. Kısacası Türkiye’nin bölgede Amerika’nın sözcülüğünü yaptığı, halkları aldatmaya dönük politikalar yürüttüğü şeklinde özetleniyordu.
Niyeti ne olursa olsun, Türkiye fırtınası gerçekten de Arapları hayli etkilemişti. Ancak Arap sokağına dalarken Türkiye, meselelerin çatışma politikaları yerine uzlaşma zemini üzerinden çözülmesi gibi argümanları da sıkça vurguluyordu. Bu da
 
Türk tezlerinin halklar nezdinde itibar görmesini beraberinde getiriyordu, ta ki Suriye meselesine kadar.
Suriye’ye sıçrayan isyan dalgasının farklı boyutlara varması ve halkın meşru isteklerinin, Suriye üzerinden başka hesaplar güden ABD-Suud ittifakının dezenformasyonuna uğraması, bu alanda “tek aktörlüğe” oynayan Türkiye’nin itibarının da tartışma konusu olmasını beraberinde getirdi.
 
Suriye’deki iç hadiseler sürerken dışarıda, halkın duygularını paylaşmaktan ziyade bölgesel hesaplar güden aktörlerin namı hesabına meseleye müdahil olan eski rejim kaçkınlarının ön plana çıkarılması ve bu aşamadan sonra Türkiye’nin de kaçkınlar tayfası lehine ABD-Suudi ittifakına eşlik etmesi, Türkiye’nin güvenirliğini tartışma konusu yapmada ana etken oldu. Dahası, gerçekten de meselelerin çözümünde askeri seçeneklere karşı duruş sergilemesine rağmen Suriye’ye karşı askeri müdahale seçeneğine bile kapı aralayacak bir söylem geliştirmeye başlaması, prim yapan “barışçı” söyleminden uzaklaşmasına yol açtı. Aslında bu durum, bir anlamda Türkiye’nin değişim süreci üzerindeki rolünü de nihayetlendiren bir vaziyete işaret ediyordu. Çünkü Suriye meselesi, salt Suriye ile sınırlı değildi. Mesele, Suriye’nin bağlı bulunduğu ittifaktan koparılması hesaplarına dönüşünce işin içine İran faktörü de giriyordu. Kaldı ki ABD-Suud ittifakının Suriye-İran ittifakıyla ilgili kem planları da yeni beliren bir durum değildi, halkın talepleriyle de ilgisi bulunmamaktaydı.
 
Yumuşak güç kullanılarak Suriye rejiminin devrilmesi hayallerinin şimdilik belirsizliğe/başarısızlığa mahkûm olmuş olması, aslında her şeyden önce ayaklanmalar üzerinden bölgeyi yeniden dizayn etmeyi hedefleyen ABD ve bölgedeki yandaş krallıkların farklı politik mecralara yönelmeleri durumunu kaçınılmaz kılıyordu.
 
Öyle ki, “yumuşak güç” politikası sonucunda varılan nokta, Tunus, Mısır ve Libya diktatörlüklerinin devrilmiş olmasıydı. Kaldı ki bunların yerine gelecek yeni yönetimlerin eski tarz siyasete devam edecekleri konusunda hiçbir garanti de bulunmamaktaydı. “Şayet bu yönetimler İslami kesimlerin kontrolüne geçerse…” tezi, zaten Washington’da uykuları kaçıracak bir hal almış durumda. Üstelik ilk hedef Suriye rejimi hala eski konumunu muhafaza ediyor. Suriye düşürülmezse İran ve Hizbullah faktörlerine yönelik bir kuşatma politikasının zorluğu da orta yerde duruyor iken…
İşte bu tablo, belki de son olarak Amerikan yöneticilerini Suudi ve israil konsolosluklarına dönük İran kaynaklı eylemler hikâyesini uydurmaya itti. Senaryo uyduruk olsa da Batı başkentlerinde buna atfedilen değer ve Suudilerin meseleyi BM’ye taşımaya paralel olarak yükselmeye başlayan tehdit mesajları, bölgedeki dizayn çabalarından istenen sonuçların alınamamasından doğan hayal kırıklıklarıyla doğrudan ilgilidir.
 
Bin Ali, Mubarek ve Kaddafi gibi üç emektar evladını sürece feda eden irade, Şam’ın duvarlarını aşamıyorsa, Tahran ve Beyrut’u zapt etmesi imkânsızdır. Yaşanan sürece, kaybedilen evlatlarına yanan ABD’nin artık halk iradesine dayalı komplolar geliştirmesi ve bunun üzerinden başarı sağlaması ihtimali de giderek zayıflamaktadır. İran’a yönelik tehdit ve Arap krallıklarıyla ortak ittifakı güçlendirme çabaları, siyonist rejimin Hamas ve Hizbullah’a yeniden saldırı hazırlığı yaptığı haberlerinin bu aralar sıkça gündeme düşmesi, askeri yöntemleri yeniden birinci seçenek konumuna yükseltmektedir.
Olası askeri seçenek ya da tehdit üslubu, Türkiye’yi birinci aktörlükten indireceği gibi, Suud-ABD işbirliğine bakılırsa artık jandarmalık rolünün Suudilerce oynanmaya başlanacağı ortaya çıkmaktadır.
 
ABD’nin Suudileri de yanına alarak bölgede yeniden gerilim stratejisine yönelmeye başlaması, halk ayaklanmaları üzerinden şeytani oyunlar sergilemekten umudunu yitirmesinin sonucudur. Dolayısıyla bir yandan gerilim stratejisi uygulanırken bir yandan da devrilen diktatörlüklerin doğurduğu boşluğu telafi etmeye ağırlık verecektir. Bu da yeniden yönetim ve anayasal inşa sürecinde istikrarlı mecralar arayan Mısır, Tunus ve Libya’daki gelişmelere ayar verme bakımından daha agresif yöntemlere ağırlık vermek anlamına gelecektir.

 

Ali Özgür / İnzar Dergisi / Kasım 2011