Hocaefendi’nin MEŞRU OTORİTE paradigması çöktü mü?

Ekleme: 17.03.2014 15:35:00 / Güncelleme: 17.03.2014 15:35:00 / Siyaset Gemisi
Destek için 

Hüseyin Sağlam / Haber-Yorum

Türkiye’de bugüne kadar sayısız protesto eylemleri düzenlendi, bu eylemlerde sayısız insan can verdi. Ama son olarak ölen Berkin Elvan kadar herhalde hiçbir ölüm olayı bu denli rağbet görmedi.

Tepkilerin dozajına bakılırsa adeta “İyi ki öldün Berkin” türünden bir tablo ortaya çıktı. Sadece bu kadar mı? Hayır! Berkin’in ölümüyle aslında birçok “yenilik” ortaya çıktı, tahmin edemeyeceğimiz ilkler yaşandı.

Ortaya çıkan “yenilik” ve “ilklere” girmeden önce şunu vurgulamış olalım. Berkin de Gezi bahanesiyle ölen diğer insanlar gibi siyaset ve toplum dizaynına kalkışan mimarların ihtiraslarına kurban gitti. Gezi bahanesiyle gösterilerde ölenlerin genelinin Alevi olması gibi Berkin’in de Alevi bir ailenin çocuğu olması ayrıca dikkat çekiciydi. Toplum mühendislerinin kaos planları için ilkin Alevi kesime el atarak sokak hareketlerine yön verme çabaları elbette sadece Alevilere atfedilen klasik suçlamalarla geçiştirilecek bir durum değildir. Burada Alevileri ötekileştirme politikalarından kaynaklanan bir gerçeklik vardır ve gerçeklik Alevilerin kolayca manipüle edilmesini beraberinde getirmektedir. Bu tablo hem Alevilere zarar veren sonuçlara yol açmakta, hem de Alevilerin önemli bir kesiminin manipüle edilmesinden kaynaklanan ve ucu devlete dayanan başka türlü zararları beraberinde getirmektedir.

Yine de her şeye rağmen çocuk, genç, yaşlı fark etmez, herhangi bir kimsenin gösterilerde ölmesinin haklı bir gerekçesi olamayacağı gibi, çocuk yaştakilerin de sokaklara sürülerek çatışmalarda hedef haline getirilmesinin hiçbir insani gerekçesi olamaz. Dolayısıyla Berkin’i öldürenler kadar, Berkin’i çocuk yaşta olmasına aldırmadan çatışma sahasına sürenler de suç ortaklarıdırlar.

“Yenilik” ve “ilklere” gelince;

En büyük yenilik aslında Gezi süreciyle başlayıp Berkin’in cenazesiyle zirve yapan çok farklı unsurların sergiledikleri “birliktelik” oldu. Yaklaşan seçimlerden “Post-Dost modern darbe” devşirmek isteyen her kesim, aralarındaki derin ideolojik uçurumlara rağmen “birlik” ruhu sergiledi. En aşırı Sol gruplardan tutun da CHP’ye kadar, BDP/HDP’den tutun da Gülen grubuna kadar oluşan “birlik ruhu” belki de Türkiye’de ilk defa karşılaşılan bir yenilik olarak kayıtlara geçti.

Bunun dışında, mesela BDP iki günlük yas ilan etti. Bugüne kadar BDP tabanından olup gösterilerde ölen nice çocuklar gördük. Ancak hiçbir kesimin BDP ile beraber yas ilan ettiklerine şahitlik etme şansını yakalayamadık. Bunu da ilginç bir “birliktelik dayanışması” olarak kayda geçmek gerekecek.

Gelelim zurnanın zırt dediği yere, yani Fethullah Gülen’in Berkin için taziye mesajı yayınlamış olmasına. Polis tarafından bilerek ya da kazaen öldürülen birisi için Fethullah Gülen’in taziye mesajı yayınlaması bugüne kadar yaşanmış bir vakıa değildir. Bu yönüyle herhalde bu vakıa, yeryüzünde eşine az rastlanır bir klinik vakıa olmuştur. İsterseniz Hoca’nın mesajına bir göz atalım:

“Sağduyu ve uzlaşıyla örgütlenmesi gereken devlet aklının öfke ve kine mağlub olduğu zor günler geçirmekteyiz. Bu nefret atmosferi, toplumun muhtaç olduğu sevgi, sükunet ve birbirini anlama çabasını ortadan kaldırmakta; yukarıdan aşağıya doğru çatışmacı bir üslubu telkin etmektedir. Bir AVM inadıyla başlayan hadiseler teskin edileceğine kutuplaştırıcı bir dille körüklenmiş ve bugüne kadar birçok gencimizin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. 15 yaşındaki küçük Berkin Elvan, bu atmosferin son kurbanı. Elvan ailesine ve yakınlarına başsağlığı diler, bugüne kadar pek çok acıyla dağidâr olmuş ama temkin ve teyakkuzunu korumayı başarmış alevi kardeşlerimize sabrı cemil niyaz ederim.”

Mavi Marmara katliamı esnasında yayınladığı mesajla Gülen, tepkilere de neden olsa en azından bir “Meşru Otorite paradigması” ortaya koymuştu. Buna göre idarede bulunanlar siyonizmin katil tetikçileri de olsalar idare makamında bulundukları için “Meşru Otorite” sayılıyordu. Oysa mubariz bir eylemci ruhuyla kaleme alınan bu mesaj, doğrudan hükümeti, yani aşina olduğumuz “Meşru Otoriteyi”, yani kendi otorite paradigmasını hedef almasıyla dikkat çekmektedir. Berkin’in ailesi ve ölü sevici tayfa bu mesaja ne demiştir bilemeyiz. Ancak 17 Aralık sürecinin yaşattığı kırılmanın Hocaefendi’nin yaşlı-yorgun ruhunu direngen bir Gezici ruhuna çevirdiğini anlamak mümkün olmaktadır.

Bu vesileyle aslında şunu da anlamış olmaktayız. “Meşru Otorite” kavramını, Hocaefendi’nin idare makamında bulunanlar açısından bir paradigma olarak ortaya koyduğunu zannetmiştik, yanıldık. Meğer “Meşru Otorite” karşılıklı çıkarlara dayalı “al gülüm ver gülüm” ilişkisi ile alakalı bulunuyormuş. Bu durumda yerine göre 28 Şubat cuntası, yerine göre Siyonist katiller, yerine göre Gezi savaşçıları “Meşru Otorite” olarak öne çıkarılabiliyormuş.

Meseleye böyle mi bakmak lazım, yoksa senaristin maharetine şapka mı çıkaralım? Yoksa ikisi de mi?

Devlet/Hükümet “imam” kartına karşı “keşiş”

kartını mı oynayacak?

En fazla bir yıl öncesine kadar Silivri kapılarının ardına kadar açılıp Ergenekon üyelerinin tahliye ayinleri yaparak çıkacakları söylenseydi, herhalde hiç kimse inanmazdı.

Yine en fazla bir yıl öncesine kadar Fethullah Gülen grubunun hükümetle bugün yaşandığı şekliyle papaz olacağı söylenseydi, yine kimse inanmazdı.

Gülen grubunun Ergenekon’u yıpratma taktiklerini hükümete karşı devreye sokacağı söylenseydi, belki çoğu kimse inanmazdı.

Hükümetin Ergenekon için çizdiği şablonu Gülen grubuna giydireceği söylenseydi, yine çoğu kimse inanmazdı.

Gülen grubunun Ergenekon’un arka bahçesiyle bugünkü gibi bir ittifak kuracağı söylenseydi, inanan çıkmazdı.

Hükümetin Ergenekon sanıklarıyla belli bir dostluk ilişkisi kuracağı söylenseydi, yine inanan çıkmazdı.

Oluşan tabloya, yeniden şekillenen ittifaklara bakılırsa Türkiye gerçekten de “Sürprizler ülkesi” ünvanını hakkeden nadir ülkelerden birisi olma vasfını hala koruyor.

Ergenekon süreci için arınma süreci dendi, teorikte devlet olmanın bolca mantıklı tanımları yapıldı. Şeffaf devlet, temiz toplum şarkıları fazlasıyla terennüm edildi. Gün geldi devran döndü ve Ergenekon denen yapının tesiri büyük oranda kırıldı. Ama ne şeffaf devlet ne de temiz toplum hayalleri gerçekleşti. Bu uğurda terennüm edilen şarkıların uyutma ninnileri olduğu çok geçmeden ortaya çıktı.

Ergenekon’dan boşalan idari mekanizmalar “Keşişlerden” temizlenmişçesine bu kez “İmamlarla” dolduruldu. İmam denince sakın aklınıza bildiğiniz “İmam” kavramı gelmesin. Hoşumuza gitmese de yapılara atfedilen dini-siyasi kimlikten dolayı maalesef hoşlanmasak da kimi kavramlara mahkum olmaktan kurtulamıyoruz.

Gülen grubunun her kuruma dışarıdan bir sorumlu atadığı, vaat edilen şeffaf devlet kavramının çok uzaklarda bulunan karanlık mahfillere dönüştürüldüğü ortaya çıktı. Her bir kurum, sorumlu olduğu esrarengiz kişilere bağlandı ve bu esrarengiz kişiler de “İmam” olarak adlandırıldı.

“İmamlar” hükümete karşı düğmeye basınca hükümet de çareyi başka türlü zeminlerde aramaya başladı. Silivri kapılarının ardına kadar açılması da hükümetin “İmamlara” karşı mücadelede bir tür “Keşiş” kartını devreye sokmakta buldu.

Kanunların çerçevesi ya da hukukun üstünlüğü ilkesinden eser kalmadığı bugünlerde herhalde Ergenekon tahliyelerini hukuki gerekçelerle izah etmeye kalkışmak, topluma madara olmakla eş anlamlı olacaktır. Ergenekon sürecinde bir çok alanda uygulanan keyfi muameleler nasıl ki operasyonları belli bir süreden sonra siyasi hesaplaşmalara mahkum ettiyse, bugünkü tahliyeler konusunda da aynı durum yaşandı.

Hükümet, Ergenekon’dan kurtulmak adına Gülen grubunun her türlü icraatlarına göz yumarken, bugün de Gülen grubuna karşı Ergenekon’a göz yummayı tercih etmiştir. Şimdi şunu merak etmemek elde değil. Hükümet, Ergenekon operasyonları ve sonrasında Gülen grubunun keyfi tutumlarına karşı seyirci pozisyonunu icra ederken içine düştüğü hatayı, Gülen grubuna karşı yararlanmayı düşündüğü Ergenekon için de tekrarlayacak mı?

Ya da simgesel kavramlarla dile getirirsek;

“Keşişlere” karşı “İmamlaşarak” büyük bir hataya düşen hükümet, “İmamlara” karşı “Keşişleşerek” aynı hatayı tekrarlayacak mı?

Belki konu bütünlüğüyle pek alakalı değil ama, şunu hatırlamadan geçmemek lazım.

Hizbullah tahliyelerini “manidar” bulup vicdanlarını deşerek kanatan kesimler vardı. Şimdi o kesimlere sormak lazım. Bre vicdansızlar! Şu an yaşanan Ergenekon tahliyeleri gerçek anlamıyla “manidar” değil mi? Manidar olduğu açık olan bu tahliyelere karşı vicdanınızı korumaya mı aldınız, kanamasın diye?

Şunu da vurgulayalım ki, ne Ergenekon’un ne de başka bir kesimin cezaevlerinden salıverilmesi bizde asla bir kaygı oluşturmamaktadır. Hatta genel affın artık bir zorunluluk olduğuna da inanmaktayız. Dolayısıyla genel af talep ederken kimi omurgasızlar gibi bazı insanların salıverilmesine karşı da çıkmayız. Tek itirazımız, hukuksuzluktan kaynaklanan çiftestandartlara karşıdır.

Ha… Unutmadan eklemiş olalım. Hizbullah tahliyelerinde kendini paralayan Öcalan’ı bile salıverseler kesinlikle itiraz etmeyiz.

Neden mi? Elhamdulillah her omurgalı canlıya bahşedilen birer omurga taşımaktayız. Kimsecikler gibi kendimizi omurgasızlığa asla mahkum etmeyiz.