Türkçe, Kürtçe, Farsça, Urduca, Hintçe, Çince, Rusça, Japonca ve daha onlarca dilde aynı anlamda, aynı sesle kullanılan bir kelime var: Avaz. Yüksek insan sesi, uyumlu ses, ezgi gibi anlamlara geliyor.
“Şöyle avazım çıktığı kadar bağırasım var” derken, hislerimizi içimizde tutmanın zorluğu için mübalağa yaparız.
Ayet-i Kerimede ilginç bir ifade var. “Fesda’ bima tu’mer” Yani “Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına söyle!” (Hicr 94)
Ayetteki “Sada” Sad, dal, ayn harfleriyle çatlamak, başı ağrımak gibi manalara geliyor. Nasıl anlıyoruz? “Avazın çıktığı kadar söyle. Öyle söyle ki, karşıdaki bundan çatlasın, başını ağrıtacak kadar bile olsa açıkça söyle..”
Her muhataba ayrı ayrı çatlatırcasına söylenecek o kadar söz var ki. Üstadın; “Bil ey nefsim!” diye kendisinden başlaması gibi, evvela ve daima muhatap nefsimizdir lakin bazen de dayanamayıp çatlatırcasına haykırmak istediğimiz o kadar büyük haksızlıklar, keyfilikler, saçma tavırlar oluyor ki, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” deyip avazımızı aleme salıveresimiz geliyor.
Tekbirin yüksek sesle söylenmesi gibi içinizdeki duyguları doğru ve kontrollü patlatmak önemli.
Neyse haydi bağıralım o zaman:
“Ya hu halkınızın ana diline karşı şu burun kıvırışa bir son verin, son verdirin, sona erdirin.”
Her ne sebeple olursa olsun kalabalıkların dili, geleneği, mizacı, kültürü, sanatı üzerinden onlara baskı kurmanın, korkutarak bunları silmeye çalışmanın ne kadar büyük felaketlere yol açtığını size daha ne öğretmeli?
Daha kaç can yitirilmeli bunun idraki için, daha kaç kuşak heba olmalı, kaç bağ zayıflamalı, kaç hayal yıkılmalı, kaç girişim sonuçsuz kalmalı?
Değil insanı, herhangi bir canlıyı bile başka bir kimliğe, yaratılışından farklı özelliklere zorlayıp asimile etmenin ne denli zulüm olduğunu idrak etmek için daha kaç asır geçmeli?
Adına Terörsüz Türkiye” denilen bir süreç var. Bir çok toplantılar yapılıyor, farklı kesimlerden insanlarla istişare ediliyor. Velhasıl şöyle ya da böyle gelişen müspet bir irade var. Ve bunun da temsiliyeti Mecliste. Ve Meclis Başkanı kâğıttan iki kelime Kürtçe cümle okudu diye nasıl yaygara koparıyorlar. Ortalığı nasıl velveleye veriyorlar. Nasıl ahkâm kesiyorlar. Yahu böyle bir şövenizm, böyle bir faşizm, böyle absürt bir mantıksızlık inanın “ulus devlet” güdüsü için de fazla.
Kürtçe, öcü değil, devlet adamının konuşması birliğinizi, dirliğinizi yemez.
Hatta bundan yirmi sene önce Diyarbakır’da Batman’da, Mardin’de, Van’da ve diğer illerde, devletin tepesindekiler, halka Kürtçe bir iki kelam etselerdi fena mı olurdu? Oysa mitinglerde insanlar bunu ne kadar da duymayı istediler. Niceleri bunun hayalini kurdu ama maalesef bu bile çok görüldü.
Sürekli kulaklara fısıldadıkları “Aman ha bölünürüz” paranoyası ile sergilenen akla zarar tuhaflıkların son kullanma tarihi geçeli on yıllar oldu.
Yapay zeka çağında hâlâ kendi insanının dilini, kimliğini sorun edenler, ekmeklerini başka kapıda aramaları gerektiğini anlamıyorlar diye bunun bedeli kocaman bir topluma ödetilmemeli.
Küllenmiş acıları, dikenli öyküleri, uğursuz hatıraları unutturmak için harcanan onca emeğe zerre kadar saygısı olmayanların habis egoları tatmin olsun diye yaralar tekrar kanatılmamalı.
Kürtçe de bizimdir, Zazaca da, Çerkezce de, Arapça da ve hakeza sadece milyonların değil, üç kişinin konuştuğu dil de bizimdir, hepimizin zenginliğidir. Ama bunu böyle söylemek de yetmez, bu dilleri yaşatmak gerek, sevmek, sahiplenmek gerek. Bu dillerle konuşmak, konuşturmak gerek. Devlet kimsenin babasının malı olmadığına göre devleti oluşturan kitlelerin tüm çeşitliliğini her kurumda, her zeminde baş tacı etmek gerek.
Duyuldu mu ki?