Ben şuna inanıyorum: Bir topluma sürekli ölüm, şiddet, kaza ve savaş haberleri okutulursa, o toplum zamanla yalnızca yorgun düşmez; aynı zamanda ahlaki reflekslerini de kaybeder. İnsan zihni her gün cinayet, kadın şiddeti, çocuk istismarı, savaş ve yıkım görüntüleriyle karşı karşıya kaldığında ya korkuya teslim olur ya da hissizleşir. Her iki durum da sağlıklı değildir. Bugün hem dünyada hem Türkiye’de artan öfke, tahammülsüzlük ve merhamet yoksunluğunu ben biraz da bu dilin sonucu olarak görüyorum.
Kur’an bize çok açık bir ilke koyar: “Kim bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 32)
Bu ayet, insan hayatının değerini tartışmasız biçimde ortaya koyarken, medyanın ölüm haberlerini sıradanlaştırmasını benim açımdan daha da problemli hale getiriyor. Çünkü ölüm sıradanlaştığında, vicdan da sıradanlaşır.
Gazze’de yaşananlara baktığımda, Batı medyasının kullandığı dili masum görmem mümkün değil. On binlerce sivilin, çocukların öldüğü bir yerde hala “çatışma” ve “karşılıklı gerilim” denmesi, hakikatin üstünü örtmektir. Aynı medya Ukrayna için çok daha net kavramlar kullanıyor: İşgal, savaş suçu, insanlık dramı. Bu çifte standart bana şunu düşündürüyor: Medya, kimin yasının tutulacağına karar veriyor.
Çeçenistan, Irak, Afganistan ve Suriye ise hafızadan silinmek istenen ya da yalnızca çıkarlar üzerinden okunan coğrafyalar haline getirildi. Irak ve Afganistan’da milyonlarca insan öldüğünde, bu ölümler “demokrasi” söyleminin gölgesinde kaldı. Suriye’de ise hem Batı medyası hem de İslam dünyası medyası mezhep merkezli dille yangına benzin döktü. Oysa Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıkça uyarmıştı: “Irkçılığa çağıran bizden değildir.” (Ebu Davud)
Bugün mezhep, etnik kimlik ve ideoloji üzerinden yapılan yorumların, bu uyarının tam karşısında durduğunu düşünüyorum. Sudan, Libya ve Doğu Türkistan ise sessizlikle boğulan coğrafyalar. Sudan’da binlerce insan ölürken dünya sustu. Libya yıllardır kaos içinde ama haber değeri yokmuş gibi davranılıyor. Doğu Türkistan’da sistematik bir baskı ve kimlik yok etme süreci yaşanırken, küresel medya bunu ya görmezden geliyor ya da yumuşatıyor. Ben bu sessizliği, teknik değil; ahlaki bir tercih olarak görüyorum.
Türkiye’ye baktığımda ise tablo beni ayrıca düşündürüyor. Her gün haber bültenlerinde kadın cinayetleri, aile içi şiddet, trafik magandalığı, sokak kavgaları ve çocuklara yönelik suçlar izliyoruz. Şiddet haberleri çoğu zaman detaylarla, görüntülerle ve tekrarlarla veriliyor. Bu sunum biçimi, şiddeti kınamaktan çok, onu yeniden üretiyor. Özellikle genç zihinlerde şiddet, hayatın olağan bir parçası gibi algılanıyor. Oysa Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Mümin, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” (Buhari, Müslim)
Bu hadis, dilin (yani sözün ve haberin) ne kadar belirleyici olduğunu açıkça gösteriyor. Benim kanaatime göre ister Batı’da ister İslam dünyasında ister Türkiye’de olsun, medya; mezhep, ırk, millet ve cinsiyet üzerinden kışkırtıcı bir dil kullanmaktan vazgeçmelidir. Haber, gerçeği söylemeli; ama öfkeyi değil, adaleti beslemelidir. Devletin görevi de bu dili denetlemek, şiddeti teşhir ederken onu cazip hale getirmemektir. Çünkü biliyorum ki toplumlar sadece bombalarla değil; kelimelerle, manşetlerle ve yorumlarla da yıkılır. Ve eğer kelimelerimizi düzeltmezsek ne adaleti ne de huzuru inşa edebiliriz…
Gazze’ye selam, direnişe devam!