Günümüzde Müslümanların birbirlerine karşı takınması gereken İslami ahlaktan uzaklaştıkları için birçok sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Buda toplumun düzeninin bozulmasına ve güvenin zedelenmesine sebep olmaktadır. Toplumun içindeki güzel ahlaka dair duygular toplumu bir arada tutan en güçlü bağlardır.
İnsanın beşer olma özelliğinden kaynaklana bazı olumlu ve olumsuz davranışları vardır. Bu davranışların sonucunda bazen istenmeyen durumlarla da karşılaşılabilir. İşte bu durumda İslam toplumunun nasıl hareket edeceğini bize gösteren ayet ve hadislerin kılavuzluğunda sorunları çözümlememiz lazımdır. O zaman toplumumuz huzurlu ve saadetli bir toplum olur.
İslam`ın bu güzel ahlaklarının başında da af etmek gelir. Af etmek insana bir yücelik kazandırır. İnsanı hayvanlardan ayıran duyguların başında gelir. Rabbani ahlakla ahlaklanmasına sebep olur ve Allahın da affını celp eder. Bu konu ile ilgili o kadar ayet ve hadis var ki; bunların üstüne bir şey eklenemez ve bir söz de söylenemez. Ancak insan bunları kendi hayatında tatbik eder ve yaşar. O zaman bir müslümandan beklenen davranış yerine gelmiş olur.
'Allah kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez. Ancak ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret eder.' (Nisa, 4/48) Rabbimizin mağfireti bu kadar genişken biz neden cimri davranıyoruz.
' Kim, dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını ahirette gizleyip kapatır.' (Müslim, Birr, 58, 72). Halbuki ahrette en çok ihtiyacımız olan da bu değil midir?
'Din kardeşini, bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de işlemedikçe ölmez.' (Tirmizî, Kıyamet, 53)
'İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi bir hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan biri yakın bir dost gibi olmuştur.' (Fussilet, 41/34
'(Ey rasulüm) sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme. ' (A`raf, 7/199)
'Elinizden geldiği kadar Müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız. Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Devlet başkanının afta hata etmesi cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir. ' (Ahmed b. Hanbel, V 160)
Kur`an-ı Kerîm`in şahsi mağduriyetlerde suçluyu affetmeyi tavsiye ettiği (Ali İmran, 3/124; Maide, 5/13) görülmektedir.
Ancak günah ve suç işleyenlerin suçları sabit olduğunda ve bunun affedilmesi halinde toplumda kötü örnek olacaksa, İslam devletinin yöneticileri bunu affedemezler. Ancak kısas ve ta`zirlerde cezaların affı genel bir prensip olarak uygulana gelmiştir. Fakat hadlerin tatbikinde affetmek pek caiz görülmemiştir. Kısas ve ta`zirlerde af durumu daha çok mağdur ile suçlu arasında olan bir olay kabul edilmiştir. Mağdur isterse affeder. Bu durumda haksızlığa uğrayan taraf suçluyu affettiğinde onu mükafatlandırmak Allah`a aittir. (Şûra, 42/40) Bu affı yapan mümin mağdur olmasına rağmen böyle bir affi yapmasının takvaya daha yakın olduğunu Cenab-ı Hakk`ın şu mesajlarından bilmektedir:
'Onu bağışlamanız takvaya daha yakındır. ' (Bakara, 3/237)
Böylece affetmek İslam kardeşliğinin bir gereği olduğu gibi Müslümanlar arasında da minnet duygusunun gelişmesine ve müminlerin birbirlerine şükran duygularıyla yaklaşmalarına zemin hazırlayacaktır. Nitekim insanı cezalandırmaya yetkili ve hak sahibi olmasına rağmen af yolunu tercih eden kişi, daima toplum tarafından takdirle karşılanmıştır. Bu da İslam ahlakının bir tezahürüdür. Suçluyu affetmek asla adaletsizlik değildir. Zira Cenab-ı Hakk küfür ve şirkin dışında kalan her hata ve günahı dilediği takdirde affedebileceğini ifade buyurmaktadır:
'...Öldüren, ölünün velisi tarafından affedilirse, örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir...' (Bakara, 2/178)
'Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarının affına bir sebeptir. (Maide, 5/45)
Mümin bir hata yaptığında nasıl Allah`ın sonsuz şefkat, merhamet ve bağışlayıcılığına sığınıyorsa, kendisi de diğer müminlere merhametli ve affedici olmalıdır. Bir Kuran ayetinde, 'Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam`a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.' (Araf Suresi, 199) buyurur Allah. Kalbi Allah`ın zikriyle hastalıktan arınmış/yumuşamış olan mümin, karşısındaki müminlere de hüsnü zan eder, bağışlayıcı olur. Bu Rabbi`nin buyruğudur ve önemli bir yükümlülüktür.
Müminin bağışlayıcılık anlayışı, cahiliye insanınınkinden çok farklıdır. İnkar eden kişinin 'bir defalık affetme` ya da 'son kez affetme` mantığı müminin asla benimsemediği bir tavırdır. İnanan insan herhangi bir hata veya kusur defalarca da devam etse dahi, affedici ve hoşgörülü davranır, davranışlarında bir değişiklik olmaz.
Af olmazsa sevgi diye bir şey kalmaz. Af olmasa o kadar çok insan birbirine darılabilir, sürtüştükleri o kadar çok konu olabilir ki… Ancak Allah, affedicilik özelliğiyle müminleri sağlıklı yaşayabilecekleri şekilde yaratmıştır. İman etmeyen insan kinlendiğinde kini bir ömür boyu devam eder; hoşgörü ve bağışlayıcılığının bir tahammül sınırı vardır. Ardı ardına gelen hataları ve yanlışları sonucunda'bardak dolar` ve 'son damla`nın da taşmasıyla karşısındaki kişiyi artık affedemez duruma gelir. 'Ben onu çizdim, benim için bitti' der örneğin. Oysa mümin, binlerce kez hata yapmış da olsa sevdiğine karşı merhametlidir. Asıl Allah`tır bağışlayıcı olan; bizler ceza veremeyiz.
'Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer mühim işlerdendir.' (eş-Şûra, 43)
'O (takva sahipleri) ki bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da (bu şekilde bütün hal ve ibadetlerinde) ihsan sahibi olanları sever.' (Âl-i İmran, 134)
'…Kul başkalarının hatalarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyadeleştirir…' buyurmuştur. (Müslim, Birr, 69; Tirmizî, Birr, 82)
'Bilesin ki Allah`ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı çıkan düşmanlarına galip gelmiştir. Öyleyse belayı gidermenin çaresi, sitem veya zulüm etmek değildir. Onun çaresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir.
'Yiğit dediğin, güreşte rakîbini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.' (Buharî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)
'Gereğini yapmaya gücü yettiği halde öfkesini yenen kimseyi Allah Teala, kıyamet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.' (Ebû Davûd, Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74, Kıyamet 48; İbn-i Mace, Zühd 18)
'…İyilik ve kötülük müsavî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.'
(Fussilet, 34)
'İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız! Lakin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye alıştırınız!' (Tirmizî, Birr, 63/2007)
'Kim arkadaşının ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter. Kim ki müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur. Hatta evinin içinde bile olsa onu ayıbıyla rezil eder.' (İbn-i Mace, Hudûd, 5)
'Kim bir kardeşini (tevbe ettiği) günahı sebebiyle ayıplarsa, o günahı işlemeden ölmez.'(Tirmizî, Kıyamet, 53/2505)
'Kim bir mü`minin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak diriltmiş gibi olur.' (Ahmed, IV, 153, 158; Ebû Davûd, Edeb, 38/4891)
'Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan halleri gizleyen kimseyi Allah Teala kırk kere bağışlar.'
(Hakim, I, 506/1307; Beyhakî, es-Sünenü`l-Kübra, III, 395)
İbn-i Abbas -radıyallahu anhüma- şu tavsiyede bulunur:
'Arkadaşının ayıplarını söylemek istediğinde, hemen kendi ayıplarını hatırla!' (Buharî, el-Edebü`l-Müfred, no: 328)
Zîra Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
'İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın, gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü halde, sabahleyin kalkıp; «–Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım.» demesi, açık günahlardandır. Oysa, Rabbi geceleyin onun kötülüğünü örtmüştü. Fakat o, sabaha çıktığında Allah`ın örttüğünü açığa vuruyor.' (Buharî, Edeb, 60; Müslim, Zühd, 52)
Hudeybiye`de, baskın yaparak Allah Rasûlü`nü öldürmek isteyen bir birlik yakalanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- onları bağışladı. (Müslim, Cihad, 132, 133)
Hayber`in fethinden sonra bir kadın Allah Rasûlü`nün yemeğine zehir koymuştu. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- eti ağzına aldığında zehirli olduğunu fark etti. Yahudî kadın yemeğe zehir koyduğunu îtiraf ettiği halde, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- o kadını affetti. (Buharî, Tıbb, 55; Müslim, Selam, 43)
Yemame`nin lideri Sümame bin Üsal müslüman olunca, Mekke müşrikleriyle olan ticarî ilişkisini kesmişti. Halbuki Kureyş her türlü erzak ve ihtiyaçlarını hep Yemame`den alırdı. Açlık ve kıtlığa maruz kalan Mekkeliler şaşkınlık içinde Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-`e müracaat ettiler. Allah Rasûlü Sümame`ye mektup yazarak ticaretine devam etmesini söyledi. (İbn-i Abdilberr, el-İstîab, I, 214-215; İbn-i Esîr, Üsdü`l-Gabe, I, 295)
Ebû Süfyan, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı ve:
'–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükafatlandırsın! Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti!' diyerek duyduğu memnûniyeti ifade etti. (Ya`kûbî, II, 56)
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, Uhud Harbi`nde amcası Hazret-i Hamza`nın ciğerini hırsla dişleyen Hind`i bile, îmanı mukabilinde Mekke Fethi`nde affetmiştir.
Diğer taraftan merhamet Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem-, fetihten sonra ne yapacağını merakla bekleyen Mekke halkına:
'–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?' diye sordu.
Kureyşliler:
'–Biz Sen`in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..' dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'–Ben de Hazret-i Yûsuf`un kardeşlerine dediği gibi; «Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok!» diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!' buyurdu.
Bir diğer hitabında da:
'–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allah`ın, Kureyşlileri İslamiyet`le güçlendirip üstün kılacağı bir gündür.' buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişam, IV, 32; Vakıdî, II, 835; İbn-i Sa`d, II, 142-143)
Mekkeliler Peygamber Efendimiz`e İslam üzerine bey`at ettiler. Güçleri yettiğince Allah`ın ve Rasûlü`nün emirlerini dinleyip itaat edeceklerine dair söz verdiler. Bu esnada Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- amcası Hazret-i Abbas`a:
'–Kardeşin Ebû Leheb`in iki oğlu Utbe ve Muattib nerede kaldılar? Onları göremedim?!'buyurdu.
Hazret-i Abbas -radıyallahu anh-:
'–Herhalde Kureyş müşriklerinden uzaklara çekip gidenlerle birlikte onlar da gitmişlerdir.' dedi.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'–Onları bulup bana getir!' buyurdu.
Abbas -radıyallahu anh-, hayvanına binip onları aramaya gitti. Bulduğunda:
'–Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sizi çağırıyor!' dedi. Onlar da derhal hayvanlarına binip Hazret-i Abbas`la birlikte Allah Rasûlü`nün huzûruna geldiler.
Peygamber Efendimiz onları İslam`a davet edince, hemen müslüman oldular. Fahr-i Kainat Efendimiz onların İslam`a girmesine çok sevindi. Ellerinden tutup Mültezem`e[46] götürdü ve onlar için bir müddet Allah`a dua etti. Sonra döndü. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz`in yüzünde büyük bir sürur müşahede ediliyordu.
Hazret-i Abbas -radıyallahu anh-:
'–Ya Rasûlallah! Allah Sen`i mesrur kılsın! Mübarek yüzünde büyük bir sevinç görüyorum.' dedi.
Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'–Evet! Rabbimden amcamın oğullarını benim için bağışlamasını niyaz ettim. O da bağışladı!'buyur¬du. (İbn-i Sa`d, IV, 60, Süyûtî, Hasaisü`l-Kübra, II, 82; Halebî, İnsanu`l-Uyûn, III, 48)
Ebû Cehil`in oğlu İkrime de, sayılı İslam düşmanlarındandı. Mekke`nin fethinden sonra Yemen`e kaçmıştı. Karısı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-`in yanına getirdi. Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- İkrime`yi memnûniyetle karşılayarak:
'–Ey göçmen süvarî, hoş geldin!' buyurdular ve onun müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affettiler. (Tirmizî, İsti`zan, 34/2735)
Hebbar bin Esved de İslam düşmanlarının önde gelenlerinden biriydi. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-`in kızı Zeyneb -radıyallahu anha- Mekke`den Medîne`ye deve üzerinde hicret ederken, ona kasden mızrağıyla vurarak onu deveden düşürmüştü. Hazret-i Zeyneb hamile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefatına sebep olmuştu.
Hebbar, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke`nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Medîne`de ashabıyla oturduğu bir esnada huzûr-i saadete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Ashabına, ona hakaret etmeyi ve tarizde bulunmayı dahî yasakladı. (Vakıdî, II, 857-858)
Çünkü Kur`an-ı Kerîm`de:
'(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla; uygun olanı emret; cahillere aldırış etme!' (el-A`raf, 199) buyruluyordu.
. Lakin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup kaldırıncaya ve hak sahibinin hakkını alıncaya kadar, O`nu kimse sakinleştiremezdi.
Sahabeden çok sevdiği Üsame -radıyallahu anh-, şöhretli bir ailenin hırsızlık yapan kızı için aracılık ederek af dilemişti. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-`in üzüntüsünden dolayı rengi sapsarı oldu ve sert bir şekilde:
'Bu hırsızlığı kızım Fatıma dahî yapsaydı, onun da elini keserdim!..' buyurdu. (Buharî, Hudûd, 12)
*
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-`in terbiyesinde istikametlenen ashabın nefsine ait meselelerde ka`bına varılmaz fedakarlık ve affediciliği, her türlü takdîrin üzerindedir. Bunlardan tipik bir misal Hazret-i Ali -radıyallahu anh-`ın başından geçen şu hadisedir.
Hazret-i Ali -radıyallahu anh-, Allah yolunda bir gaza esnasında karşısına çıkan amansız, güçlü bir düşmanı alt ederek yere düşürmüştü. Tam son darbeyi indirecekken, ölümle burun buruna kalmış olan rakibi, o an can havliyle Hazret-i Ali`nin yüzüne tükürdü. Bu iğrenç davranış karşısında Hazret-i Ali -radıyallahu anh- o düşmanını serbest bıraktı.
Ölümün pençesinden kurtulan düşman, rakibinin gösterdiği bu merhamet ve af karşısında dehşete kapıldı. Hazret-i Ali -radıyallahu anh-`a kendince bir mana veremediği bu davranışın sebebini sordu.
Aralarında geçen konuşmayı Mevlana Hazretleri gönül diliyle şöyle anlatır:
'O kişi dedi ki:
«–Ya Ali! Üzerime keskin kılıcını çekmiştin! Tam öldürecektin ki, bundan vazgeçip canımı bağışladın! Neden böyle yaptın? Ne gördün ki, o beni yere seren kudretli öfken sükûnet buldu?
Ey cenk meydanlarının yenilmez kahramanı! Lutfedip halinden bir parça anlat! Bu nice ahvaldir?
Ya Ali! Şimdi anladım ki bu Hakk`ın sırlarındandır. Zîra kılıçsız adam öldürmek, ancak Rabbin karıdır. Bu sırrı bana da anlat!»
Rakibinin bu sözleri üzerine Hazret-i Ali şöyle buyurdu:
«–Ey kişi! Bilesin ki ben, kılıcımı Hakk`ın rızası için kullanmaktayım. Çünkü ben, Hakk`ın kuluyum, nefsimin, heva ve hevesimin değil…
Ben nefsimi tanıdım. Senin tükürüğüne mağlûb olmak bana giran geldi. Nefsimin şerrinden korktuğum için kılıcımı kınına soktum. Bunun için Allah`ın rızasından gayrı her şeyden yüz çevirdim.
Ben, mücevherlerle süslenmiş bir kılıç gibi tevhîd incileriyle doluyum. Bu sebeple muharebede insanları öldürmekten ziyade onların dirilmeleri için gayret sarf ederim.
Bunun içindir ki, şu gazada seninle dövüşürken tükürmen dolayısıyla nefsanî bir hal zuhûr edince, kılıcı kınına koymayı münasip gördüm. Ta ki, Allah için seven ve Allah için buğzeden bahtiyarlardan olayım.
Nefs ve şehvetinin esiri olana gelince, o, köleden ve esirden daha beter bir durumdadır. Çünkü köle, efendisinin bir sözüyle azad olur ve hürriyetine kavuşur, ancak nefs ve şehvetin kulu olan, yaşadığı geçici lezzetlerle sarhoş olarak acı bir felaketin ebedî hüsranında uyanır.
İşte bunun için ben nefsime tabî olmayıp seni öldürmekten vazgeçtim.
Ey kişi! Bende Hakk`ın sıfatlarından gayrı sıfat yoktur. Eğer sen de bu hidayet devletine erişmek istiyorsan beri gel ve bana yaklaş!
Beri gel; Allah, fazl u rahmeti ile seni de azad eylesin! Zîra O`nun rahmeti, gazabını geçmiştir.»'
u sözlerden sonra hidayet nûruyla müşerref olan bahtiyar adama Hazret-i Ali, şöyle hitab eyledi:
'İşte şimdi tehlikeden kurtuldun. Nefsini tanıdın. Şimdi hidayet nûru sayesinde ender bir mücevher haline geldin.
Ey ilahî nurla şereflenen kişi! Artık sen bensin, ben de senim. Yani artık sen de bir Ali`sin. Hal böyleyken ben Ali`yi nasıl bağrıma basmam?'