• DOLAR 32.575
  • EURO 34.926
  • ALTIN 2434.47
  • ...
Akil Raporlarında Hizbullah Gerçeği -1
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

İstanbul / Doğruhaber

Kürt sorununa kalıcı çözüm üretmek amacıyla başlatılan “2013 Çözüm Süreci” kapsamında oluşturulan Akil İnsanlar Komisyonu Güneydoğu Heyeti, iki aylık çalışmasını tamamlayarak hazırladığı raporu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sundu.

Başkanlığını Yılmaz Ensaroğlu, Başkan Vekilliğini Kezban Hatemi, Sekreterliğini Mehmet Emin Ekmen’in yaptığı ve Ahmet Faruk Ünsal, Etyen Mahçupyan, Fazıl Hüsnü Erdem, Lami Özgen, Murat Belge ve Yılmaz Erdoğan’ın üyesi olduğu heyetin iki aylık çalışmasının sonucu olan raporun raportörlüğünü ise Murat Çiçek yaptı.

“Giriş, Metodoloji, Tarihi Arka Plan, Güneydoğu’da Sosyal, Siyasal ve Psikolojik Durum, Heyetimize İletilen Talepler, Çözüm Sürecine Yönelik Öneriler ve Sonuç” kısımlarından oluşan rapor, toplamda 39 sayfadan oluşuyor. Raporlardan önemli bir başlık:

Bölgenin bir gerçekliği olan Hizbullah/Mustazaflar hareketinin, kendisini şiddetten arındırıp sivil topluma ve demokratik siyasete entegre olma çabalarının desteklenmesi ve teşvik edilmesi gerekirken, legal sivil toplum faaliyetlerinin dahi terör eylemi olarak değerlendirilip kimi üyelerinin terör örgütü üyeliği suçlamasıyla mahkum edilmesi ve derneklerinin kapatılması, söz konusu yapıyı kriminalize etmekten ve gerilimlere yol açmaktan başka hiçbir sonuç doğurmamaktadır.

Çözüm süreci bakımından bir risk potansiyeli taşıyan bu olumsuz gelişmeler yetkililerce dikkate alınmalı ve gereken hassasiyet gösterilmelidir.

İşte raporun tamamı:

AKİL İNSANLAR HEYETİ GÜNEYDOĞU RAPORU


1. Giriş
Türkiye, yıllardan beri süren ve yakın zamana kadar izlenen politikalar nedeniyle çözümü gittikçe zorlaşan bir sorununu, demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışmaktadır. “Çözüm süreci” olarak adlandırılan ve toplumda büyük bir heyecan yaratan bu süreç, sadece ilgili aktörlerin değil, tüm toplumun gündemini en fazla işgal eden konu başlıklarından birini oluşturmaktadır. Birtakım kaygılı çevrelere rağmen, toplumun büyük çoğunluğunun, daha önce hiç olmadığı kadar umutlu olduğu bir süreç yaşanmaktadır. Çünkü Kürt meselesinin barışçıl çözümünün, Türkiye’nin demokratik düzeyini ve ekonomik performansını doğrudan etkileyeceği düşünülmektedir. Daha- sı, bu tarihi sorunun çözümü, merkezle çevre arasındaki ayrışmanın giderilmesi ve tüm kimliksel kırılmaların tamiri ve toplum olma yolunda ilerleme için de tarihi bir fırsat olarak görülmektedir.


Çözüm sürecinin kalıcı bir barışla sonuçlanabilmesi amacıyla geliştirilen önemli mekanizmalar- dan birisini de Akil İnsanlar Heyeti oluşturmaktadır. 04 Nisan 2013 günü ilk toplantısını yapan Akil İnsanlar Heyeti, fazla zaman kaybetmeden çalışmalarına başlamış ve yoğun bir tempoyla, yaklaşık iki ay gibi kısa bir zaman içinde, tüm Türkiye’yi dolaşarak, farklı kesimlerle görüşmeler yapmıştır. Bu vesileyle, bir yandan toplumun bütün kesimlerinin çözüm sürecine ilişkin görüş, öneri, beklenti ve kaygılarını tespit edebilme imkânını bulmuş, diğer yandan da farklı toplumsal çevrelerin birbirleriyle konuşup temas etmesine ve yüzleşmesine aracılık etmiştir.


Akil İnsanlar Heyeti Güneydoğu Grubu da, 10 Nisan’da başladığı ziyaret ve görüşmelerini 31 Ma- yıs’ta, iç değerlendirme ve tartışmalarını da 14 Haziran’da tamamlayarak, gözlem, tespit, analiz ve önerilerini elinizdeki bu raporda bir araya getirmiştir. Rapor’un ikinci bölümünde, Heyetimizin çalışmalarını sürdürürken izlediği yöntem ele alınmıştır. Üçüncü bölümde, sorunun tarihsel arka planına dair bir özet verilmiş, dördüncü bölümde ise Güneydoğu’nun bugünkü durumunu sosyal, siyasal ve psikolojik açıdan değerlendiren bir analiz yapılmıştır. Özellikle siyasi aktörlerin, bundan sonra atacakları adımları sağlıklı bir şekilde belirleyebilmelerine yardımcı olması umuduyla yer verilen ve bir tür “zemin etüdü” olarak değerlendirilebilecek olan bu iki bölümden sonra gelen beşinci bö- lümde, görüşülen kişi ve kuruluşlarca Heyetimize aktarılan talep ve beklentiler; altıncı bölümde ise, sorunun çözümü için yapılması gerekenlere dair Heyetimizin önerileri tasnif edilerek sunulmuştur.

2. Metodoloji


Temel misyon ve hedefler
Akil İnsanlar Heyeti Güneydoğu Grubu, 10 Nisan 2013 tarihinde Diyarbakır’da ilk toplantısını yaparak, belirlediği misyon ve hedeflerini, çalışma programı ve takvimini, faaliyet tarzını 11 Nisan günü Diyarbakır’da düzenlediği bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklamıştır. Bu çerçevede Heyetimiz, bölgede yaşayan insanların taleplerini derleyip Hükümet’e ve diğer komisyonlara iletmeyi, aynı şekilde, diğer bölgelerin talep ve beklentilerini, kaygılarını da Güneydoğu’ya taşımayı; böylece bölge halkının taleplerinin karar alıcılara ve genel kamuoyuna iletilmesine aracılık etmeyi kendisine temel misyon edinmiştir. Bununla, aynı zamanda, bölgenin hem kendi içinde, hem de Türkiye ile konuşmasına ve doğru anlaşılmasına katkı sağlamak hedeflenmiştir.


Çalışma usulü/ilkeleri
Heyetimiz, mümkün olduğu kadar görüşmeleri toplu halde yapmayı, mecbur kalmadıkça, dağılıp bölünmemeyi tercih etmiştir. Zaman darlığı dolayısıyla, ziyaret ve toplantılar, ağırlıklı olarak illerle sınırlandırılmıştır.
İlk günden itibaren, tüm görüşmelerde, Batman Barosu Avukatlarından Murat Çiçek, Raportör olarak Heyet’e eşlik ederek toplantı tutanaklarını tutmuş, yazılı görüş ve talepleri dosyalamıştır. Yine başından itibaren özel bir e-mail adresi (akilguneydogu@gmail.com) oluşturulup duyurulmuş, bu adrese gelen görüş ve öneriler de tasnif edilerek, Rapor’da değerlendirilmiştir.


Tüm görüşme ve toplantılar, medya haberdar edilerek yapılmış ve istenildiğinde kendilerine açıklamalar yapılmıştır. Araç tahsisi, konaklama ve toplantı için bir mekân belirlenmesi dışında Valiliklerden herhangi bir talepte bulunulmamış, davetliler doğrudan Heyetimiz tarafından belirlenmiştir. Bu faaliyetler sürdürülürken, her şehrin sosyal, siyasal, ideolojik, etnik, dini ve ekonomik haritası çıkarılarak tüm farklı kesimlerle buluşmak için azami gayret sarf edilmiştir.


Çalışma takvimi
10-13 Nisan 2013 tarihleri arasında Diyarbakır, 17-18 Nisan’da Mardin (Kızıltepe ve Nusaybin ilçeleriyle birlikte), 19-20 Nisan’da Şırnak (Cizre ve Uludere/Roboski ile birlikte), 24-25 Nisan’da Batman, 26-27 Nisan’da Siirt, 15 Mayıs’ta Kilis, 16-17 Mayıs’ta Gaziantep ve Adıyaman, 18-19 Mayıs’ta da Şanlıurfa ziyaret edilmiştir. 3 Mayıs günü Diyarbakır Cezaevinde bazı tutuklu ve hükümlü siyasetçilerle görüşülmüş; 30-31 Mayıs’ta da, Diyarbakır’da bölgeden bazı aydınlar ve kanaat önderleriyle birlikte değerlendirme toplantısı yapılmıştır. Bu arada, aslen Güneydoğulu olup halen Ankara’da ikamet eden ve uzun yıllardan beri Kürt siyasi hayatının içinde olan bazı isimlerle de görüşülmüştür. Son olarak, Heyet üyeleri 13-14 Haziran günlerinde İstanbul’da toplanarak, tüm çalışmaları birlikte değerlendirmiş ve hazırlanacak raporun çerçevesini ve muhtevasını belirlemişlerdir.
Çalışmaların/etkinliklerin türü


Yürütülen faaliyetleri yedi grupta toplamak mümkündür:
1- Mağdur aile ziyaretleri
Gerek devlet uygulamaları gerekse PKK eylemleri sonucu mağdur olan kişi ve aileler ziyaret edilmiştir. Bu kapsamda bazı örnekler şu şekilde sıralanabilir:
• Ceylan Önkol’un ailesi (2009 yılında askeri tatbikat esnasında hayatını kaybetmişti),
• Murat İzol’un ailesi (2013’de polisten kaçarken Dicle nehrine atlayarak hayatını kaybetmişti),
• Şerzan Kurt’un ailesi (Muğla’da öğrenci olaylarında polis kurşunu ile hayatını kaybetmişti),
• Necdet Atalay’ın ailesi (Batman Belediye Başkanı, KCK tutuklusu),
• Sedat Özevin’in ailesi (İnsan hakları aktivisti, 2010 yılında PKK’nın döşediği mayına basma sonucu üç arkadaşı ile birlikte hayatını kaybetmişti),
• Köyleri boşaltılmak ve yakılmak suretiyle zorunlu göçe maruz bırakılan aileler,
• Evladını dağda kaybeden anneler,
• PKK saldırısı sonucu hayatını kaybeden asker ve polis aileleri,
• Gülşah Olgaç ve ailesi (PKK’nın silahlı saldırısı sonucu üç arkadaşını kaybedip kendisi sakat kalmıştı),
• Uğur Kaymaz’ın ailesi (2004 yılında hayatını polis kurşunları ile kaybetmişti),
• Mehmet Sincar’ın eşi Cihan Sincar (DEP Milletvekili, 1993 yılında faili meçhul cinayet sonucu öldürülmüştü)


2- Sorunla ilişkili sembolik değeri yüksek yer/mekân ziyaretleri
Bu sorundan kaynaklanan çeşitli olaylara dair mekân ziyaretleri gerçekleştirilmiştir. Esasen adli bir vaka olup koruculuk sisteminin sonuçlarından biri olduğu düşünülen ve 44 kişinin hayatını kaybettiği Mardin/Bilge köyü, askeri uçakların bombardımanı sonucu 34 kişinin hayatını kaybettiği Şırnak/Uludere/Roboski diye bilinen Gülyazı köyü, çok eskiden beri öl- dürülen insanların bedenlerinin atıldığı, adeta toplu mezar olarak kullanılan Siirt’teki Ka- saplar Deresi, bu kapsamda ziyaret edilen yerlere örnek olarak gösterilebilir.


3- Çözüm sürecine desteklerinin kamuoyu ile paylaşılmasında fayda görülen bölgesel/geleneksel kişi ve kurumları ziyaret
Çözüm sürecine dair görüş ve değerlendirmelerini almak amacıyla Mardin’de Hacı Abdülkadir Timurağaoğlu, yine Mardin’de dini kanaat önderlerinden Şeyh Selahaddin Seydaoğlu, Siirt’te de tarihi Tillo medresesinin hocası Molla Burhaneddin Mücahidi ziyaret edilmiştir.
4- Siyasi parti ziyaretleri
Siyasi partileri ziyaret, sembolik olarak sadece Diyarbakır’da gerçekleştirilmiştir. Bu kap- samda AK Parti, BDP, CHP, Hak-Par ve Hüda-Par ziyaret edilmiş, MHP’den ise olumsuz yanıt alınmıştır. Zaman kısıtlılığı yüzünden diğer illerde siyasi parti ziyaretleri yapılmamış- tır. Şanlıurfa’da ise CHP il Başkanı bir heyetle grubumuzu ziyaret ederek sürece desteklerini açıklamıştır.
Protokol ziyaretlerinden kaçınılmış, bu nedenle Diyarbakır’da DTK Eş Başkanları Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’le buluşma dışında Belediye veya Valiliklere protokol ziyareti yapılmamıştır. Bununla birlikte, bazı illerde valilerle görüşülmüştür.


5- STK temsilcileri ve kanaat önderleriyle toplantılar
Gidilen her şehirde, mevcut meslek kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin, dini cemaatlerin/inanç gruplarının temsilcileriyle, aydınlar ve kanaat önderleriyle toplantılar yapılmış- tır. Bazı yerlerde bir toplantı yapılırken, kimi şehirlerde birkaç toplantı düzenlenmiştir. Bu toplantıların katılımcıları, genellikle önceden tarafımızca belirlenmiş ve davet edilmişlerdir. Bunların yanı sıra, Diyarbakır’da kadın kuruluşlarıyla özel bir oturum yapılmış, Sur Belediyesi bünyesinde faaliyet gösteren ve oldukça çoğulcu bir yapısı olan Kırklar Meclisi ziyaret edilmiş,


Şanlıurfa’da Arap-Der ve Suriye Yardım Platformu ziyaret edilmiş ve bir sanayi şehri olan Gaziantep’in iş dünyası kuruluşları ve işadamlarıyla ayrı toplantılar düzenlenmiştir. Aynı şekilde, Mardin’de, Mardin-Diyarbakır Süryani Metropoliti Salibe Özmen ziyaret edilmiştir.


6- Halk Buluşmaları/Ziyaretleri
Örgütlü yapılar dışında, sokaktaki insanın nabzını tutmak amacıyla da bazı buluşmalar tertip edilmiş, esnaf ziyaretleri ve kahve toplantıları yapılmıştır. Burada örgütsüz kitle ile buluşmaya azami dikkat edildiğinden, birçoğu habersiz spontane ziyaretler ve görüşmeler şeklinde olmuştur. Bu bağlamda, Diyarbakır’da var olan tüm hemşeri dernekleri ile yapılan büyük bir toplantının yanı sıra, Diyarbakır, Mardin (il merkezi, Nusaybin ve Kızıltepe ilçeleri), Şırnak (il merkezi ve Cizre ilçesi), Batman, Siirt, Gaziantep ve Şanlıurfa’da halk toplantıları veya kahve ve esnaf ziyaretleri yapılmıştır.


7- Gençlik/Sanat Çevreleri Buluşmaları
Heyetimiz üyesi Yılmaz Erdoğan’ın gençlik ve sanat çevreleriyle buluşabilmesi için özel toplantılar düzenlenmiştir. Bu bağlamda Mardin, Batman, Adıyaman, Şanlıurfa ve Şırnak’ta lise-üniversite gençliği ve sanat çevreleriyle özel toplantılar tertip edilmiştir. Bu toplantılara Heyet üyesi olarak sadece Yılmaz Erdoğan katılmıştır.


8- Spesifik Ziyaretler
Anılan kategorilere dâhil edilmeyecek veya farklı illerde tekrar edilmeyen bazı ziyaretler ise şu şekilde özetlenebilir:
• Diyarbakır’da KCK davasından uzun süre tutuklu kalıp tahliye edilmiş Belediye Başkanı ve diğer siyasetçilerle görüşülmüş; ayrıca Diyarbakır cezaevleri ziyaret edilerek, seçilmiş milletvekili, belediye başkanı, il genel meclisi üyelerinden oluşan toplam 15 kişiyle toplantı yapılmıştır.


• Faili meçhul cinayetlere ve kaybedilmiş kişilere ilişkin yargılama faaliyetlerine dikkat çekmek amacıyla, Cemal Temizöz ve arkadaşları davasının 3 Mayıs 2013 tarihli duruşması izlenmiş ve ardından da basına açıklama yapılmıştır.
• Şırnak’ta altı korucu başı ile özel toplantı yapılmış; çözüm sürecine dair görüşleri, talepleri ve kaygıları not edilmiştir.
• Mardin’de Artuklu Üniversitesi bünyesinde bulunan Yaşayan Diller Enstitüsü ziyaret edilerek Kürtçe diline dair yapılan çalışmalar hakkında bilgi alınmış; ayrıca öğrenci ve öğretim üyeleriyle bir toplantı yapılmıştır.
• Gaziantep’te bulunan Gaziantep, Zirve ve Hasan Kalyoncu Üniversitesi yöneticileri ve bazı öğretim üyeleriyle Gaziantep Üniversitesinde bir araya gelinmiştir.


• Kilis Üniversitesinden bir grup akademisyen ile bir toplantı gerçekleştirilmiştir.
• Mardin’de Diller ve Dinler Korosunun açılış konserine katılım sağlanmıştır.
• Tüm il ziyaretleri bitirildikten sonra, Diyarbakır’da farklı çevrelerden seçilmiş küçük bir grupla, bir bölgesel değerlendirme toplantısı ve derinlikli istişareler yapılmıştır.


3. TARİHİ ARKA PLAN
3.1. Sorunun Adı
Uzun bir geçmişe sahip olmasına rağmen, farklı siyasi yaklaşımlar yüzünden Türkiye’de bu soruna hâlâ ortak bir isim konulamamıştır. Bugüne kadar devlet ve farklı politik çevreler, soruna değişik isimler koymuşlar ve kendi tanımlamalarına göre de uygun çözüm önerileri geliştirmişlerdir. İsimlendirme, Kürtler açısından, aynı zamanda soruna yaklaşımı da ortaya koyduğundan, fazlasıyla önemsenmektedir. Bu çerçevede, Vilayat-ı Şarkiye ya da Şark Meselesi, Doğu Sorunu, Güneydoğu Sorunu, Terör Sorunu, Kürt Sorunu, Kürt ve Kürdistan Sorunu vb. bir dizi isim sayılabilir.

Kuşkusuz bu tanımlamaların hepsi, kendince ciddi politik değerlendirmelere ya da ön yargılara dayanmaktadır. “Vilayat-ı Şarkiye, Şark ve Doğu Sorunu” gibi coğrafyadan hareketle konulan isimler, esasen Kürtlerin inkârına dayanmaktadır. “Güneydoğu Sorunu” ise hem inkâra, hem coğrafyaya, hem de ekonomik geri kalmışlığa, bölgeler arası kalkınmışlık ve gelişmişlik farkına atıfta bulunmakta ve ekonomik sorunların çözümüyle, bu problemin de ortadan kalkacağını ileri sürmektedir.


Kürt siyasi elitlerine göre ise, sorun, başından itibaren Kürtlerin varlıklarının inkârından ve dillerinin yasaklanmasından kaynaklanan bir kimlik sorunudur ve o yüzden de “Kürt sorunu” ola- rak adlandırılmalıdır. Kimliklerinin tanınmamasının yanı sıra, sonradan dörde bölünmüş tarihi Kürdistan coğrafyasının her parçasında Kürtlerin merkezi otorite ile yaşadıkları siyasi ve idari sorunlardan hareketle “Kürt ve Kürdistan sorunu” ismini daha doğru bulanlar da bulunmaktadır.

Bütün Kürtlerin birleşik Kürdistan’da kurulacak yeni bir ulus devlet altında yaşamalarının, Kürtlerin hakkı olduğunu savunanlar da, aynı şekilde, sorunu bir ulus/ülke sorunu olarak görmekte ve “Kürt ve Kürdistan sorunu” terimini özellikle kullanmaktadırlar.


Yukarıda belirtilen tanımlamaların yanı sıra, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, bu sorunu aynı zamanda bir asayiş ve güvenlik sorunu olarak gören bürokratik elit, özellikle Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’nin 1984’te ilk silahlı eylemle devreye girmesinden sonra, “terör sorunu” terimini, yoğun ve yaygın biçimde sosyal, kültürel ve siyasal alanda kullanıma sokmuştur. Günümüze kadar hegemonyasını sürdüren bu yaklaşım, sorunun esas boyutlarını ciddi ölçüde gölgelemiş, hatta adeta görünmez kılmıştır.


Bir sorunun kalıcı biçimde çözülebilmesinin ilk şartı, sağlıklı teşhis ile doğru isimlendirilmesidir. Bunun için de, öncelikle bu sorunun kökenlerini ve tüm boyutlarını bir arada değerlendirmek, ana sorunu ortaya çıkaran problemlerle, ana sorunun sonuçları olan problemleri ayrıştırmak gerekir. Bu bağlamda, sorunun çözümüne yönelik olarak birtakım önemli düzenlemeler yapılmış ve ret, inkâr ve asimilasyon politikalarını sonlandıracak bazı adımlar atılmış olsa da, Kürt kimliğinin bütün unsurlarıyla birlikte tanınmış olması için daha pek çok anayasal ve yasal reforma ihtiyaç duyulması nedeniyle, sorun bir kimlik sorunu olma vasfını hâlâ korumaktadır. Bu yüzden de “Kürt sorunu/meselesi” terimi daha çok kullanılmaktadır.


3.2. Sorunun Temel Nedenleri, Önemli Sonuçları
Türkiye’nin bugünlerde çözmeye çalıştığı sorunun geçmişi oldukça eskidir. Yaklaşık bir asır önce, milliyetçi politikalar izlemeye başlayan İttihatçıların mutlak iktidarı döneminde nüvelenen ve Cumhuriyet’le birlikte şekillenen bir tarihi sorundan söz etmek mümkündür.


Klasik Osmanlı yönetim anlayışı, bu tür sorun alanına yabancıydı. Bünyesinde çok sayıda farklı etnik, dilsel ve kültürel topluluklar barındıran Osmanlı İmparatorluğu, dini temelli olmayan bu tür toplulukların kimliklerine müdahale etmeme ve bunların eş düzeyli birlikteliğini sağlama doğrultusunda bir politika izlemekteydi. Bundan da öte, klasik dönem içerisinde, kabaca Tuna’nın batısı ile Fırat’ın doğusunda uygulanan adem-i merkeziyetçi bir yönetim tarzıyla, bu bölgelerde yaşayan toplulukların kendi kendilerini yönetmelerine imkân tanımaktaydı.

Bu çerçevede Kürtler de, kendi bölgelerinde özerk ya da yarı-özerk bir biçimde yönetilmekteydi. Ancak 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren uygulamaya konulan güçlü merkeziyetçi politikalar nedeniyle ilk kez Osmanlı Devleti ile Kürtler karşıya geldi ve aralarında bir siyasi gerilim doğdu. 19. yüzyıl boyunca yaşanan bu gerilimli ilişkide kimlik problemi değil, merkezi otorite ile yerel otoritelerin, egemenliğin paylaşımına ilişkin anlaşmazlıkları belirleyici oldu.


Çok kültürlü, çok dilli, çok dinli bir imparatorluğun bakiyesi üzerine modern bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise, Osmanlı’dan miras kalan heterojen kitleden homojen bir millet ve vatandaşlar topluluğu yaratmak istedi. Siyasal bir üst kimlik olarak kurgulanan vatandaşlık; etnik açıdan Türk soyuna, dinsel açıdan sekülerize edilmiş İslam dinine, mezhepsel olarak Sünniliğe ve Sünnilik içerisinde de Hanefiliğe dayandırıldı.

Bunun doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak, Türk soyundan, İslam dininden, Sünni ve Hanefi mezhebinden olmayanlar dışlandı ve ötekileştirildi. Bu makbul vatandaşlık kategorisinin dışında kalanlar (gayrimüslimler, Aleviler, Kürtler ve dindar Müslümanlar), muhayyel siyasi kimlik etrafında asimile edilmeye ve şekillendirilmeye çalışıldılar. Bütün bu kesimlere yönelik olarak sistematik baskıcı politikalar uygulandı. Bu dönem içerisinde Kürtler, ret, inkâr ve asimilasyon politikalarının yanı sıra, tehcir, tenkil ve tedip politikalarına da maruz kaldılar.


Kürtler, bu politikalara tepki gösterince, ağır askeri operasyonlarla isyanlar birbirini takip etti. Askeri tedbirlere paralel olarak geliştirilen tehcir ve iskân politikalarıyla Kürtler ülkenin değişik yerlerine sürgüne gönderildiler. Güvenlikçi yaklaşım ve uygulamalar yıllarca sürdü ve devletle Kürtler arasındaki ilişkiler büyük yaralar aldı. Artık Kürtlerin önemli bir kısmının nazarında devlet, varlıklarını inkâr ederek kendilerine her türlü zulmü reva gören bir baskıcı otorite, hatta bir kısmına göre de düşmandı. Devlete göre ise, Kürtler, kendisine başkaldıran, asi/eşkıya; bazı yönetici kadrolara göre ise, terbiye edilmesi, modernleştirilmesi gereken gayri medeni unsurlardı.


Bu tarihi birikimin üstüne, 12 Eylül darbesinin uygulamaları da eklenince, Kürt meselesinin, daha da karmaşık hale geldiğini ve ülkenin son otuz yılına damgasını vuran mevcut boyutlara ulaştığını belirtmek gerekir. Diyarbakır Cezaevinde binlerce tutukluya ve yakınlarına yapılan baskı ve işkenceler, adeta bardağı bir kez daha taşıran damla işlevi gördü ve bu uygulamalar, bir yandan neredeyse her tahliye edilenin dağa çıkması sonucunu doğurdu, bir yandan da Kürt meselesinin ciddi anlamda bir modern kimlik sorununa dönüşmesini hızlandırdı.

Yine 90’lı yıllarda işlenen ve hemen bir tedbir alınmazsa bugünlerde birer birer zaman aşımına uğrayarak dosyaları kapatılacak olan binlerce faili meçhul cinayetin işlenmesi, aynı dönemde köylerin boşaltılması ve bir kısmının da yakılmasıyla insanların iç göçe zorlanması, Kürtlerin zaten yaşamakta olduğu toplumsal travmayı daha da derinleştirdi. 17 Temmuz 2004’te çıkarılan 5233 Sayılı “Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun” ve benzeri düzenlemeler, maalesef bu yaraları iyileştirme konusunda oldukça yetersiz kaldılar.


3.3. Sorunun Maliyeti
Kürt sorunu, sadece Kürtlere değil, tüm topluma/ülkeye büyük maliyetler getirdi. Kuşkusuz en ağır bedeli Kürtler ödedi; inkâr edildiler, yok sayıldılar, dilleri yasaklandı, yer isimleri değiştirildi, çocuklarına kendi dillerinde isim koyamadılar. Bunlar yetmedi; yerlerinden yurtlarından zorla çıkarılarak adeta sürgün edildiler, yoksul ve sahipsiz bir şekilde büyük kentlerin varoşlarında kendi kaderleriyle baş başa bırakıldılar. Gidilen yerlerde de işsizlik, fakirlik gibi insan onurunu en ağır şekilde zedeleyecek sorunlar yaşadılar. Tüm bu politikalar, Kürtlerde sosyal, ekonomik, kültürel ve psikolojik açıdan büyük yaralar açtı. Şiddet ve baskılar arttıkça; ölü, yaralı, tutuklu ve dağa çıkan kişi sayısı büyüdükçe, Kürtlerdeki travma daha da derinleşti. Özellikle kendilerini “her şeylerini kaybetmiş bir nesil” olarak gören genç kuşaklarda travma çok daha büyük boyutlara ulaştı.


Kürtlerdeki bu büyük travmanın altında yatan faktörlerin başında, bu sorun yüzünden bugüne kadar yaşanan ölümler gelmektedir. Cumhuriyet’in ilk 14 yılında yaşanan 21 isyan sırasında ölenlerin sayısı 45 bini geçmektedir. Aynı şekilde, PKK ile mücadele sırasında ölenlerin sayısı da 40 binin üzerindedir.


Öte yandan, “terörle mücadele”ye ayrılan kaynağın, farklı hesaplamalara göre 150-400 milyar dolar aralığında değiştiği ileri sürülmektedir. Yaygın kabul gören kanaate göre, bu rakam 300 mil- yar dolar civarındadır. Hatta hesaplanamayan maliyetle birlikte düşünüldüğünde bu rakamın 1 trilyon dolar civarında olduğu söylenmektedir. Bu rakamlara göre, Türkiye son 20 yılda “terörle mücadele”ye her yıl yaklaşık minimum 15 milyar dolar kaynak ayırmak durumunda kalmıştır. Ortaya çıkan böylesine ağır bir tablo, doğal olarak bölge ve ülke ekonomisinin ağır yara almasına da yol açmıştır.


Toplumsal ve ekonomik maliyetlerin yanı sıra, Kürt meselesi, Türkiye’nin siyasi ve hukuki sistemini de yıllarca rehin almıştır. Bu sorun yüzünden, ülke siyasi ve hukuki rejim açısından ikiye bölünmüştür. Kürtler, 1925’te Örfi İdare ile tanışmışlar; 1978-1987 yılları arasında kesintisiz olarak sıkıyönetim, 1987-2002 yılları arasında ise Olağanüstü Hal ile yönetilmişlerdir. Özetle, yaklaşık 25 yılı aralıksız olmak üzere, onlarca yılı olağandışı yönetim sistemleri altında geçirmişlerdir.

Terörle Mücadele Kanunu başta olmak üzere, ceza mevzuatında yapılan değişikliklerle, bu bölgede ayrı bir hukuki rejim uygulanmıştır. Dahası, bu sorunun çözülmemesi yüzünden, Türkiye demokrasisi askeri vesayetten kurtulamamıştır; demokratikleşme programları bir türlü tam uygulanamamış, demokratik reformlar beklenen ölçüde gerçekleştirilememiştir. Yapılmak istenen demokratikleşme hamleleri ya da değişim/dönüşüm programları hep bölünme tehdidiyle engellenmiştir.


Daha da uzatılabilecek bu ve benzeri nedenlerle, Kürt sorunu sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, psikolojik, güvenlik vb. boyutları olan karmaşık bir soruna dönüşmüştür. Dolayısıyla bir çözüm projesinin ya da sürecinin kalıcı olabilmesi için tüm bu boyutların dikkate alınması gerekmektedir.


3.4. Çözüm Girişimleri
Kürt sorununu ortaya çıkaran uygulamalar ve bu sorunun çözümüne yönelik arayışlar, Tek Par ti dönemine, yani Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanmaktadır. Bu dönemde, devlet konuyla ilgili birçok rapor hazırlatmıştır. Söz konusu raporların önemli bir kısmı, sorunu bir güvenlik ve asayiş sorunu olarak görmüş ve bir yandan askeri tedbirlerle Kürtlerin tedibini, diğer yandan da inkâr, iskân, tehcir vb. politikalarla asimile edilip Türkleştirilmelerini önermiştir.

Tek Parti dönemi uygulamaları, daha çok bu raporlara dayanılarak gerçekleştirilmiştir. Demokrat Parti döneminde kimi uygulamalarda kısmi bir yumuşama görülmüşse de, bu dönemde de sorun köklü bir biçimde ele alınmamış; bunun yerine, Kürt aşiretlerinin veya dini cemaatlerinin önder isimleri milletvekili adayı gösterilerek, sadece Kürtlerle daha sıcak ilişkiler kurulması yoluna gidilmiştir.


İlk kez, 1991’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal “Kürt meselesini mutlaka çözeceğim. Bu benim milletime yapacağım son hizmet olacaktır” dedi. Özal’ın arayışları sürerken, 1993’te Başbakan Sü- leyman Demirel ile Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıyoruz”çıkışını yaptılar. Özal başta olmak üzere, sorunun barışçıl çözümüne dair arayış ve girişimlere karşılık olarak, PKK ilk kez 20 Mart 1993’te tek taraflı ateşkes ilan etti.

Aradan bir ay geçtikten sonra ateşkesi iki ay daha uzattı. Bu açıklamadan iki gün sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal öldü; Özal’ın ölmeden önce Kürt sorununun çözümü için önemli adımlar attığı ve bu yüzden öldürüldüğü iddia edildi. Özal’ın ölümünden 40 gün sonra Bingöl’de 33 askerin kurşuna dizilmesiyle PKK’nın ilk ateşkesi sona erdi.


Bundan sonraki yıllar, bölge açısından acıların, mağduriyetlerin ve travmaların yoğun olarak yaşandığı ve Kürt meselesinin çözüm umutlarının tükendiği karanlık bir dönem oldu. Düşük yoğunluklu savaş stratejisi derinleştirilerek uygulamaya sokuldu; devletin ideolojik ve cebir aygıtları güvenlikçi politikalar ekseninde kullanıldı. Devlet, rutinin dışına çıkarak, faili meçhul cinayetlerde, yargısız infazlarda bulundu; binlerce köyü boşalttı, bunlardan bir kısmını yaktı ve yüzbinlerce insanı kitlesel göçe zorladı. Bu dönem içerisinde, gözaltına almalar, tutuklamalar, mahkûmiyetler, işkenceler ve her türlü insanlık dışı muameleler, bir devlet politikası olarak uygulandı.

Kürt siyasetçilere, aydınlara, gazetecilere, sendikacılara, işadamlarına yönelik saldırılar ve infazlar gerçekleştirildi; parti ve gazete büroları hedef alındı. Kürt meselesinin demokratik zeminde çözümünü isteyen siyasi partiler kapatıldı. Devlet içerisinde çözüm taraftarı olanlar (Turgut Özal, Adnan Kahveci, Org. Eşref Bitlis, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın vb.) bir şekilde tasfiye edildi. DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı ve TBMM’den sürüklenerek gözaltına alındılar, ardından da cezaevine gönderildiler.


1996-1997’de Başbakan Necmettin Erbakan, çözüme dair niyetini dillendirdi; Mesut Yılmaz “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyerek, AB üyeliği için bu sorunun çözülmesi gereğine işaret etti. Ama tüm bu girişimler, ciddi saldırı ve siyasi operasyonlarla sonuçsuz bırakıldı. Barışçıl çözüm yanlısı ya da bu sorunun çözümü için çaba gösteren siyasetçilerin, bürokratların, gazetecilerin, hatta as- kerlerin başlarına gelenler, muhtemel çözüm girişimlerinin önünü kesti.


1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan yakalanarak Türkiye’ye teslim edildi. Bundan sonra PKK tarafından çeşitli zamanlarda yine tek taraflı ateşkesler ilan edildi; barış ve demokratik çözüm talepleri dillendirildi ve hatta sınır dışına çekilme kararları alındı. Ancak bu fırsatlar değerlendirilmediği gibi, bazen de tam tersine kötüye kullanıldı. Örneğin, 1999 yılında, Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine yurt içindeki PKK’lıların sınır dışına çekilmesi esnasında askeri operasyon yapıldı ve yaklaşık beş yüz örgüt mensubu öldürüldü.


3.5. AK Parti ve Kürt Sorunu
Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin ilk iktidar yıllarında Avrupa Birliği (AB)’ne tam üyelik için müzakerelere başlamak çok önemli bir hedefti. Bu çerçevede, Kopenhag Siyasi Kriterlerini karşılamak amacıyla bir dizi reform yapıldı.

Olağanüstü Hal’in kaldırılması, gözaltı sürelerinin kısaltılması, DGM’lerin kaldırılması, çocuklara Kürtçe isim koymanın önünün açılması, Kürtçe yayın yapmanın serbest bırakılması, özel kurslarda Kürtçe öğrenmenin mümkün kılınması gibi Kürtçeye yönelik yasakların tedricen kaldırılması, köy boşaltma ve faili meçhul cinayetlerden doğan zararların tazmini vb. reformların çok önemli bir kısmı, doğrudan ya da dolaylı olarak Kürt sorunuyla ilgiliydi. Bu reformlar ve AK Parti kadrolarının siyasi geçmişleri ve kökenleri, Kürtlerde çözüm umutlarının yeşermesine ve AK Parti’nin ciddi ölçüde desteklenmesine yol açtı.


Ağustos 2005’te, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da aydınlarla görüşmesi ve ardından Diyarbakır’da halka hitaben yaptığı konuşma, sadece Kürtler arasında değil, ulusal ve uluslararası kamuoyunda da yankı buldu. Çünkü ilk kez bir Başbakan, siyasi çerçevesi çizilmiş bir konuşma ile doğrudan “Kürt sorunu” diyor ve bu sorunun kendi sorunu olduğunu ilan ediyordu. Daha önemlisi, Erdoğan, bu konuşmasında “…Her ülke geçmişinde zor günler yaşamıştır. Geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz.” diyerek geçmişle yüzleşmeden söz ediyor ve sorunu, daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku, daha çok refahla çözeceklerini vurguluyordu.


Bu konuşmayla artık devlet “Kürt sorunu”nun varlığını kabul ve ikrar ediyordu. Ancak bu konuşma, Kürtler ve çözüm yanlısı çevrelerde nasıl olumlu tepkilere yol açtıysa, milliyetçi/ulusalcı ke- simlerde de olumsuz ve sert tepkilere neden oldu. Dolayısıyla bu konuşmanın gereği olan adımlar kısa sürede atılmadı. Dahası, takip eden yıllarda, Terörle Mücadele Kanunu ve Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu başta olmak üzere, ceza mevzuatında hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı, geri adım sayılabilecek düzenlemelere gidildi; reformlar da adeta durma noktasına geldi.


3.6. 2009 Açılım Süreci
2009 yılında, AK Parti iktidarı bu defa “Kürt Açılımı” düşüncesini kamuoyunun gündemine getirdi. Bu girişim, Kürt sorununun bütün boyutlarıyla genişçe tartışılmasını ve bir bakıma toplumsallaşmasını sağladı. AK Parti, somut bir çözüm projesi önermiyor, tam tersine, herkesin düşüncesini ortaya koymasını ve birlikte bir çözüm politikası geliştirmeyi tercih ediyordu. Ancak bu girişime yönelik tepkiler dolayısıyla kısa sürede isim değişikliğine gidildi ve önce “Demokratik Açılım”, daha sonra ise “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” ismi kullanıldı.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın Koordinatörlüğünde yürütülen bu süreçte, siyasi partilerle arzulanan ölçüde temas ve işbirliği sağlanamadı ancak meslek kuruluşlarıyla, STK’larla, üniversitelerle, medyayla, kanaat önderleri ve aydınlarla uzun görüşmeler yapıldı. Hükümet, söyleyecek sözü olan herkesi dinlemeye çalıştı. Bu süreçte, bir yandan TBMM’de ilk kez özel bir oturumla bu sorun ve çözümü tartışmaya açıldı, bir yandan da bir grup PKK mensubunun ve Irak Kürdistan’ındaki Mahmur Kampından bazı mültecilerin Türkiye’ye gelmesi planlandı. 8’i Kandil’den, 26’sı Mahmur Kampından olmak üzere toplam34 kişilik grubun Habur sınır kapısından girişi sonrasında yapılan karşılama ve sevinç gösterileri, ülkenin geri kalanında da karşıt gösteriler yapılmasına yol açtı.


Bununla birlikte, 2009’da başlayan açılım sürecine en büyük darbeyi, KCK operasyonları kapsamında, çok sayıda siyasetçi, sendikacı, STK temsilcisi vb. kişilerin tutuklanması vurdu. Özellikle Diyarbakır’da aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda siyasetçinin gece yarısı baskınlarıyla gözaltına alınıp elleri kelepçeli olarak adliyeye getirilmesi ve akabinde tutuklanması, sorunun çözümünden yana umutsuzluğa yol açtı. Yargılamaların başlamasından sonra günde- me gelen anadilde savunma sorunu ve tutukluluk sürelerinin sürekli uzatılması gibi uygulamalar umutları yerle bir etti. Öcalan’la ve PKK yöneticileriyle görüşmeler sürdürülürken, aynı zamanda, BDP yöneticilerine, BDP’ye yakın olduğu düşünülen STK yöneticilerine yönelik yaygın operas- yonlar ve tutuklamalar, var olan güvensizliğin daha da derinleşmesine neden oldu.


Bütün bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra, bu dönem içerisinde TRT’de 24 saat yayın yapan bir kanalın (TRT Şeş) açılması, lisans ve lisansüstü seviyede Kürtçe dil eğitiminin üniversitelerce verilmeye başlanması ve cezaevlerinde Kürtçe konuşmanın önündeki engellerin kaldırılması gibi adımların atılmasına da devam edildi.


3.7. Oslo Süreci
Açılım politikalarını mümkün kılan asıl çalışma ise, devletin kapalı kapılar ardında MİT aracılığıyla Öcalan’la ve PKK ile sürdürdüğü ve daha sonra kamuoyuna “Oslo Süreci” adıyla yansıyan görüşmeler oldu. Oslo süreci, devletin PKK ile görüşmesini normalleştirmenin yanında, tarafların birbirlerini tanımalarını ve taleplerini öğrenmelerini de sağladı. Aslında bugünlerde yaşanan son çözüm/barış süreci de, yeni başlayan bir süreç olmaktan çok, Oslo’nun sağladığı deneyim ve birikimin üzerine bina edilen bir süreçtir. Bir başka ifadeyle, bugün eğer çözüm süreci başarılı bir biçimde yürüyorsa, bunda, Oslo süreci tecrübesinin büyük bir pay ve etki sahibi olduğunu ifade etmek gerekir.


Oslo sürecinin kesintiye uğramasından bir süre sonra, yapılan görüşmelerden birinin ses kayıtları internete düştü ve böylece, devletin PKK ve Öcalan’la doğrudan muhatap olması ilk kez aleniyet kazandı. Toplum bu görüşmelerden haberdar olduğunda büyük tepki vermedi ancak devlet içinde bu girişimlerden rahatsızlık duyanlar oldu. Bu bağlamda, 7 Şubat 2012 günü Oslo görüşmelerini yapan MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve MİT’in eski yöneticileri gözaltına alınmak istendi.
Bu dönem boyunca, PKK eylemlerin, devlet de askeri operasyonların dozunu iyice arttırdı. Ancak 2012’nin sonlarına gelindiğinde ne PKK, ilan ettiği “Devrimci Halk Savaşı”nı başlatabilmişti, ne de devlet PKK’yı imha edebilmişti.

Tam da bu dönemde, PKK ve KCK davalarından cezaevlerinde yatmakta olan yüzlerce kişi önce açlık grevine, sonra bazıları ölüm orucu eylemlerine girerek, Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasını ve anadilde savunma hakkı istediler. Uzunca bir aradan sonra, Öcalan’la yeniden temas kuruldu ve yaptığı çağrı üzerine tutuklu ve hükümlüler eylemlerine son verdiler. Bundan kısa bir süre sonra da Başbakan Erdoğan, “Gerekirse, devletin Öcalan’la yeniden görüşebileceğini” açıkladı. MİT-Öcalan görüşmelerinin bir aşamaya gelmesinin ardın- dan, 3 Ocak 2013 günü iki milletvekili (Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata), İmralı’ya giderek Öcalan’la görüştüler.


3.8. Son Çözüm Süreci
Milletvekillerinin İmralı’da Öcalan’la görüşmeleriyle, son çözüm süreci ilan edilerek başlatılmış oldu. Bir süre sonra, 23 Şubat 2013 günü, Pervin Buldan, Altan Tan ve Sırrı Süreyya Önder’den oluşan üç kişilik milletvekili heyeti İmralı’ya gitti. Ardından BDP yetkilileri, Federe Kürdistan Bölgesinde ve Avrupa’da PKK ve KCK yetkilileriyle bir araya geldiler. 18 Mart günü BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’den oluşan bir diğer heyet daha Öcalan’la görüştü. Bu yoğun görüşme trafiğinin ardından, Öcalan Kandil’e, Avrupa’ya ve Ankara’ya hitaben yazdığı mektupları resmi yetkililer aracılığıyla gönderdi. Kürt tarafının kendi içinde yaptığı tartışmalardan sonra, nihayet Öcalan, 21 Mart Diyarbakır Nevruz töreninde okunan önemli çağrısını yaptı.

Diyarbakır Nevruz’unda yüzbinlere okunan mesajında, “Bizi bölmek ve çatıştırmak isteyenlere karşı bütünleşeceğiz. Ayrıştırmak isteyenlere karşı birleşeceğiz” ifadelerini kullanan Öcalan esasen şu mesajı verdi: “… ‘Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun’ noktasına geldik. (...) artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir...”
Bu çağrıya Kandil, kısa sürede olumlu cevap verdi ve önce Öcalan’ın çağrısına aynen uyacaklarını, birkaç gün sonra da ateşkes ilan edeceklerini ve alıkoydukları kamu görevlilerini serbest bırakacaklarını duyurdu. Yaklaşık bir ay sonra, yine Öcalan’ın talebi üzerine, Kandil, 8 Mayıs’tan itibaren kademeli olarak silahlı güçlerini geri çekmeye başlayacağını kamuoyuna ilan etti. Taraflar arasındaki güven ilişkisinin pekiştirilmesine katkı sunan bu adımların, aynı zamanda mevcut “negatif barış”ın (çatışmasızlığın) kalıcı barışa evrilmesine de hizmet edeceği açıktır.


3.9. Akil İnsanlar Heyeti
Çatışmaların çözümü süreçlerinde ara roller oynayacak üçüncü aktörlere genellikle ihtiyaç duyulmaktadır. Nitekim bu amaçla Türkiye’de de zaman zaman birtakım komisyonlar kurulması gündeme getirilmiştir. Bu çerçevede, aydınlar, akademisyenler, sanatçılar ve STK temsilcilerinden oluşturulan 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti, 4 Nisan 2013 günü İstanbul’da Başbakan Erdoğan’ın başkanlığında ve ilgili bakan, milletvekili ve bürokratların da katılımıyla ilk toplantısını yapmıştır. Heyet’in esas olarak toplumu çözüm sürecine hazırlama ve farklı kesimlerin talep ve beklentilerini, kaygılarını karar alıcılara taşıma işlevini görmesi öngörülmüştür.

Toplantıda Başbakan Erdoğan’ın, Heyet’in AK Parti ya da Hükümet adına değil, tamamen bağımsız çalışması gerektiğine vurgu yapması, Heyet’ten beklentileri de artırmıştır. Bunun yanı sıra, AK Parti, Meclis’te bir araştırma komisyonu kurulması için önerge vermiş, ancak CHP ve MHP bu komisyona üye vermeyeceklerini açıklamışlardır. Her şeye rağmen, TBMM Çözüm Sürecini Değerlendirme Komisyonunun kurulması, çözüm sürecinin başarısı açısından çok önemli bir adım olmuştur.

4. GÜNEYDOĞU`DA SOSYAL, SİYASAL VE PSİKOLOJİK DURUM


4.1. Genel Değerlendirme
Çözüm sürecinin Güneydoğu’da en yaygın ve bariz etkisinin, yarattığı sürpriz olduğu söylenebilir. PKK tabanı başta olmak üzere, İslami ve etnik grupların, Oslo sürecinin çökmesinin ve hükümetin dilinin yeniden sertleşmesinin ardından, böyle bir açılımı öngöremedikleri anlaşılmaktadır. Ancak daha da derinde yatan asıl mesele, bölgenin otuz yıl boyunca savaş atmosferine muhatap olması ve giderek bu atmosferi kalıcı varsayan bir siyasi algı ve analize saplanmasıdır.

Öyle ki, durumun esasta değişmeyeceği varsayımı, herkesin zihninde güçlü bir yer edinmiştir. Yaşanmakta olan süreç, bir anda yeni bir dünyanın kurulacağını ima ederken, tüm kesimleri de bu dünyanın paydaşları olmada yetersiz bırakmaktadır.
Şu husus, temel bir tespit olarak ortaya konabilir: Güneydoğu’da hangi kimlikten veya ideolojiden olursa olsun, herkes barış sürecinden yanadır ve bunu zihniyet olarak desteklemektedir. Ancak yine hemen herkes, barışın getireceği yeni düzene nasıl adapte olacağı ve diğer aktörlerin nasıl davranacağı konusunda endişe ve tereddütlere sahiptir. Öte yandan, bu endişeler kırılmalara değil, yeni bir konuşma/paylaşma kültürüne gönderme yapmaktadır.

Sonuçta, Güneydoğu için “barış”, günlük hayatı yeni baştan kurgulayacak reel ve radikal bir dönüşüm anlamına gelmekte ve büyük bir umut ve coşku ile karşılanmaktadır. Dolayısıyla Kürtler, ülkenin batısında yaşanan “ayrılma” ve “bölünme” tartışmalarını yadırgamaktadırlar. Nitekim uzun toplantılarımızda konuşulmayan belki de tek şey bayrak, sınır, bölünme ve benzeri konular olmuştur.


Savaş atmosferinin hâkim olduğu otuz yıllık süreçte Güneydoğu’nun yoğun çatışmalı bölgelerinin siyasi yapısını en azından dört eğilimle özetlemek mümkündür: 1) Kamusal alanın daralması, 2) Daralan kamusal alanın neredeyse tümüyle PKK hâkimiyetinde olması, 3) PKK dışı siyasi unsurların kendi köşelerine çekilmesi ve sosyal alanda faaliyet göstererek ayakta kalmaları ve 4) Kimi örgütlenmelerde PKK’nın örnek alınması.

Bu son madde, dar ve homojen grupların hiyerarşik temelde kurumsallaştığını söylemektedir. Bir başka anlatımla, varlığını koruma güdüsü, PKK dışındaki alanda kendiliğinden bir parçalanma ile sonuçlanmıştır. Örneğin, bugün Urfa’da İslami kimliği öne çıkaran yaklaşık yüz elli civarında sivil toplum örgütü bulunmaktadır ve her biri, çok spesifik bir sosyo-kültürel işlev üstlenmekle birlikte, aslında siyasi nitelikte yapılanmalardır.


Söz konusu savaş atmosferinin ürettiği en önemli sonuçlardan biri ise, istisnasız bütün toplumsal grupların devlet referansı ile düşünmeye alışmış olmalarıdır. Devlet sadece PKK için değil, herkes için bir sistematik kötü niyet ve zulüm aktörü olarak cisimleşmiştir. Asker ve polis bir “toplumsal düşman”, en iyi haliyle “güvenilmez bir yabancı” olarak zihinlere yerleşmiştir. Son dönemlerde olumlu örnekler görülmekle birlikte, özellikle bölgedeki mülki amirler de, doğrudan “devlet”in insan suretinde tecelli etmiş hali olarak algılanmaktadırlar.

Bu durumun çözüm süreci açısından önemli bir handikabı bulunmaktadır: İnsanlar çözüme ilişkin analizlerinde referanslarını devlet- ten hükümete ve siyasete dönüştürmekte zorlanmakta ve devlete olan yoğun güvensizlik, bugün hükümete ve sürece olan güvensizlik olarak şekillenebilmektedir.
Diğer taraftan, aynı otuz yıllık süreçte, dışarıdan fark edilmeyen ve şimdi barış açısından çok büyük katkı sağlayacak bir dinamik de söz konusudur. Parçalı yapıda olan İslami oluşumlarda kendini bir tür “azınlık” olarak görme ve dolayısıyla kamusal alanda başkalarıyla birlikte yaşa- ma kültürüne hazır olma hali yeşermiştir.

Bunun AK Parti’nin iktidarındaki son on yılda ortaya çıkan ve pekişen bir eğilim olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yapılan reformlar ve atılan demokratikleşme adımları, bölgede siyasi normları ve referansları yükseltmiştir. Nitekim bugün Kürt siyasetinin aktörleri, daha ziyade eşitlik ve özgürlük taleplerini seslendirirlerken, diğer bütün aktörler katılımcılığı öne çıkarmaktadırlar.


Dolayısıyla asıl soru, bir süreden beri kamusal hâkimiyetini sürdürmüş olan BDP/PKK siyase- tinin, şimdi gerçek bir katılımcı modele ne denli hazır olduğu noktasında kilitlenmektedir. Son dönemlerde Dicle Üniversitesi öğrencileri arasında yaşanan olaylar, bunun reel bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, barış sürecinin Kürt siyaseti içinde de bir adaptasyon dinamiğini ifade ettiğini ve özellikle genç kuşakların buna pek hazır olmadıklarını vurgulamak gerekmektedir. Göründüğü kadarıyla, bugün o cenahta en sağduyulu odak BDP merkezi olup, il/ilçe teşkilatlarına gidildikçe radikalizm artmaktadır. BDP/PKK siyasetini bir bütün olarak bir arada tutan ise, tartışmasız şekilde Öcalan’dır.


Barışla beraber gelecek yeni düzenin, daha önce zikredilen dört tespiti şimdiden tersine çevirmek üzere olduğu söylenebilir. Kamusal alan genişlemekte, PKK hâkimiyeti azalmakta, diğer aktörler büyük bir enerjiyle sahaya çıkmakta ve siyasetin referansları hızla demokratik normlara doğru kaymaktadır. Bu süreçte, BDP/PKK çizgisindeki Kürt siyaseti ile diğer aktörler arasında, kaygılar açısından bir farklılaşma oluşmuş durumdadır.

Örneğin BDP/PKK siyaseti için iki önemli kaygı öne çıkmaktadır: “Acaba devlet bizi kandırıyor mu? Ve silah bırakıldığında hâlâ bir siyasi güç ola- bilecek miyiz?” Birinci kaygıyı işlevsiz bırakan Öcalan’ın net tutumudur. Ancak ikincisi, ucu açık bir duruma işaret etmektedir. Bu çerçevede, uzun zaman çatışma siyaseti içinde normatif/ideolojik söylemi yücelterek çıta yükseltmiş bir örgütün, yeni durumda gerçek anlamda eşitlikçi bir yerel siyasi ortamda tatminsizlikler yaşayacağı, bunun kamusal alana yansıyabileceği hesap edilmelidir. Nitekim BDP/PKK dışındaki grupların da temel endişesi bu noktada yoğunlaşmaktadır.

Öyle ki, onlar için “siyaset”, Kürtlerin haklarının elde edilmesi kadar, aynı zamanda, PKK’nın nasıl demokratikleşeceği meselesidir.
Nihayet herkesi kuşatan bir diğer endişe ise, barış sürecinin bir biçimde kesintiye uğrama ihtimalidir. Hatta bunun son kertede en önemli endişe olduğu söylenebilir. Çünkü bölge insanı, kendi içinde eninde sonunda demokratik nizamı kuracağına büyük bir inanç beslerken, dışarıdan gelebilecek baltalamalar karşısında aciz kalacağını düşünmektedir. Bu bağlamda, özellikle Suriye meselesi çok ön planda yer almakta ve başlı başına bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Aynı şekilde, hemen herkes, Alevilerin haklarının verilmesini de Kürt meselesinde barışın sağlanmasının koşullarından biri olarak görmektedir. Aksi halde, bunun hem bir tutarsızlık olacağı, hem de sürecin önüne hakiki bir siyasi engel olarak dikileceği vurgulanmaktadır.


Oluşacak yeni kamusal alanın, çok aktörlü olacağı ve karmaşık ilişkiler ve koalisyonlar üretmeye eğilim göstereceği söylenebilir. Çatışma kültürünün, yerini hızla diyalog mekanizmalarına terk etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Güneydoğu, demokrasiden uzak kalmanın bedelini gündelik hayatta ağır bir biçimde ödediği için, barışa psikolojik olarak fazlasıyla hazır durumdadır.

Ancak PKK ile Mustazaflar Hareketi (Hizbullah) arasında kritik bir gerilim ihtimali de söz konusudur.
Öte yandan, bölgede sosyolojik karşılıkları küçük olsa da, entelektüel kapasiteleri açısından bunlar kadar hatta belki bunlardan da önemli unsurlar bulunmakta ve bunların aktörleşmesi önem arz etmektedir.

Örneğin, aralarında federasyonu savunanların da bulunduğu liberal/demokratlar, PKK dışındaki sosyalistler, Hizbullah dışındaki radikal İslami gruplar, ciddi toplumsal tabanı olan geleneksel dini cemaatler bu meyanda sayılabilir.

Ne var ki, her iki örgütte de geçerli olan iç insicam, mobilizasyon gücü ve şiddete eğilim Mustazaflar hareketi ile PKK arasındaki gerilimi ön plana çıkarmaktadır. Bu iki örgüt arasında üst kademelerde görüşme kanalları açık olmakla birlikte, bunun her iki tarafta da alt kadrolara yansıtılmasında sorunlar olduğu anlaşılmaktadır.

Ayrıca barış süreci PKK ile hükümet arasında bir iletişim kanalı açarken, Mustazafların halen devlet tarafından dışlanması, bu grupta hem öfke birikimine neden olmakta hem de muhtemel bir yerel barış için risk oluşturmaktadır.


Diğer taraftan, İslami kesimin kendi içinde barışık olduğunu varsaymak da çok gerçekçi değildir. Hizbullah hareketinin bir yandan kolayca yeniden şiddete eğilim gösterme ihtimalinden ürküldüğü gibi, o yönden gelecek bir baskı ortamının da diğer İslami gruplarda endişeye neden olduğunun altını çizmek gerekmektedir.


4.2. Gözlemler
Bu genel ve özet değerlendirmeden sonra, kalıcı bir çözüm için mevcut siyasi ve toplumsal duru- mu ortaya koymaya yarayacak birtakım gözlemleri şu şekilde sıralamak mümkündür:


4.2.1 Genel
1. Farklı ideolojik kimlikler çok benzer bir dille konuşmakta ve haklar konusunda aynı değerlendirmeleri yaparak aynı talepleri öne sürmektedirler. Bu, bölge için yeni bir durumdur.
2. Bölgedeki Kürtlerde, eşit ve özgür vatandaşlar olarak Türkiye ortak vatanında barış içerisinde birlikte yaşamadan yana çok güçlü bir irade mevcuttur. Bu eğilim, kalıcı barışın temini için önemli bir veri oluşturmaktadır.
3. Sürece toplumsal destek yüzde yüze yakın olup, dile getirilen endişeler, sürecin varlığından ziyade sürecin durma ihtimalinden kaynaklanmaktadır.
4. Ortak hissiyatlardan biri sabırsızlıktır. Sürecin hızlı ilerlemesi konusunda ortak bir heyecan ve acelecilik her yerde gözlenmektedir.
5. Devletin bir aktör olarak abartılması epeyce yaygın olup, bu durum, hükümetin iradesi ve gücü hakkında soru işaretleri yaratmaktadır.
6. Hükümetin iyileştirici adımlarının bürokratik dirençle saptırıldığı ve engellendiği inancı çok yaygın olup, bu alanda herkesin anlatacağı örnekler bulunmaktadır. Yıllar boyu süren sürgün atamalar, bölge halkı ile devlet arasındaki bozuk ilişkiyi son derece derinleştirmiş durumdadır.
7. Hükümetin “samimiyeti” sorgulanan bir konu ve bunun ölçüsü de küçük jestlerdir.
Örneğin, cezaevlerindeki hasta tutuklu ve hükümlülerle çocukların serbest bırakılması, köye dönüşe devlet desteği, sabahın beşinde eğitim uçuşu yapılmasına son verilmesi, Uludere/Roboski’ye şimdi gidilmesi gibi küçük jestlerle, bu sorgulama ve güvensizlik önemli ölçüde giderilebilir.
8. Bölgedeki üniversitelerin çok büyük bir kısmının, çözüm sürecinin taşıyıcısı olmaktan uzak oldukları, gerek akademik kadro ve gerekse yönetim tarzları bakımından da katılımcılığı, çoğulculuğu ve kentin sosyo-kültürel birikimini yansıtmadıkları yolunda her kesimden çok yaygın bir şikâyet olduğu gözlenmiştir.
9. İslami kimlik ve Kürt kimliği üzerinden siyaset yapan gruplar arasında bir dayanışma kültürü ve geleneği yok ise de, buna yönelik yeni arayışlar olduğu gözlenmektedir.
10. Koruculuğun kaldırılması konusunda bölgede geniş bir toplumsal mutabakat bulunmaktadır. Bu insanların koruculuk sonrası hayatları ile ilgili sosyo-ekonomik bir düzenleme yapılması zorunlu görünmektedir.
11. Uyuşturucu madde bağımlılığı, bölgenin en temel sosyal sorunlarından biri olup, çatışmayı besleyen bir unsur olarak kullanılabildiği için de yapısal hale gelmiştir.
12. Andımızın kalkması, anadilde eğitim hakkının tanınması, anayasal vatandaşlığın kabul edilmesi, faili meçhul cinayetlerin ve kayıpların araştırılması, köye dönüş koşullarının sağlanması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, çok geniş bir mutabakat içinde talep edilmektedir.
13. Aleviler, Türkiye’nin Suriye politikasını ve üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adı- nın verilmesi gibi uygulamaları kendilerine yönelik bir tehdit olarak algılamaktadırlar.


4.2.2. Kürt Siyasetine İlişkin
1. BDP oy veren ve PKK’ya sempati duyan kesim içinde de silahlı mücadeleye karşı olan çok sayıda insan bulunmaktadır.
2. Kürt siyasetinde AK Parti ile BDP’nin psikolojik olarak simetrik alınması alışkanlığı var ve bu, bir “onur dengesi” olarak görülmektedir. Bu duygu, siyasi analizleri gerçeklikten uzaklaştırsa da, Hükümetin daha katılımcı olmasına yönelik bir davet anlamını taşımaktadır.
3. Uzun süre “zafer” beklentisi ile beslenen BDP/PKK tabanı başta olmak üzere Kürt gençleri arasında, barışı halen bir taviz gibi algılayanlar bulunmaktadır.
4. BDP/PKK çizgisindeki siyasi aktörler tarafından ilk kez, hükümete yönelik iyi niyetli beklentiler seslendirilmekte ve bu durum, siyasetin rehabilitasyonu açısından önemli bir işlev görmektedir.
5. Her politik Kürt’ün kafasında Orta Doğu’yu kuşatan bir genel Kürtlük mefhumu varsa da, bu tahayyülün pratik karşılığı zayıf olup, somut bir birlikteliğe henüz çok uzaklar.
6. Kürt siyasi çevrelerinde “fedakârlığı yine biz yapıyoruz” anlayışı yaygın ve psikolojik olarak Kürtler için de bir şeyler yapıldığını görmeye ihtiyaç duyulmaktadır.
7. BDP tabanında PKK unsurlarını sisteme katma yönünde bir istek ve eğilim bulun- maktadır. Bu eğilimin desteklenmesi halinde olası sorunların enterne edilebileceği- ne işaret edilmektedir.
8. Temel hak ve özgürlükler ile demokratikleşmenin gecikmesi halinde, Kürt siyase- tinde ideolojik muhalefetin devam edeceği ve bunun BDP’yi zayıflatırken radikalleri güçlendireceği ön görülmektedir.
9. KCK operasyonları sembolik bir anlam taşımaktadır ve bu operasyonların olumsuz sonuçlarının tümüyle giderilmesi, çözümün temel bir parçası olarak görülmektedir.
10. Günümüzde Kürt gençleri bölgede yetişmekte ve “Türklerle” temas etmedikleri gibi, bazıları temas etme ihtiyacı da duymamaktadır. Bu durumu değiştirmek üzere çok yönlü politikalar geliştirmek gerekmektedir.
11. Diaspora Kürtlerinin entelektüel desteği, bölgede giderek daha önemli ve etkin bir hale gelmektedir. Dolayısıyla çözüm sürecinde bu yükselen fikri ortamın dikkate alınması lazımdır.
12. Bölge ile Irak Kürdistanı arasındaki ilişkilerin giderek derinleşmesine karşın, Irak Kürdistanı ve liderleri bölgedeki aktörlerin siyasi söyleminde ve tahlillerinde yer almamaktadır.

Raporun 2. Bölümünü Okumak İçin TIKLAYINIZ

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir