Süreci Kim Yönetiyor? Devlet mi, Karayılan mı?
Şu malum sürecin nereye kadar, kime kadar uzanacağı tartışmaları yapıladursun, sürecin kudretlileri arasında da bariz bir “rol paylaşım kavgası” olduğu gözlerden kaçmıyor.
Süreç, zikredildiği gibi selametle sonuçlansın; kan, gözyaşı, cenaze furyası son bulup bölge halkı rahat bir nefes alsın temennisi herkesin ortak dileği iken sürecin geleceğinden bihaber oldukları aşikâr olan, belki nesne konumunda iken başrol oyuncularından rol çalmaya kalkışanlardan kimilerinin zaman zaman yaptıkları yersiz ve de anlamsız açıklamalar, ister istemez şüphelere kapı aralayabiliyor.
Mesela sürecin aktörlerinden olan Öcalan’ın Kandil’e dönük açıklama ve mektupları, Kandil’in sürece maraz çıkarmamasına dönük çabalar olarak okunabilir. Bunun yanında Karayılan’ın gerek basın açıklaması gerekse de açıklama sonrası kestiği raconlar, aslında bilinçaltından bir türlü sökülüp atılamayan “Ne elde ettik ki silah bırakıyoruz?” sorusuna farklı tonda verdiği bir tür cevap niteliğinin izlerini taşımaktadır.
Herkesin üzerinde birleştiği nokta şudur ki detayları bilinmese de sürecin nasıl nihayete erdirileceğine dair genel bir mutabakat, Öcalan ile devlet arasında görüşülüp kabul edilmiştir. Detaylarda ortaya çıkan bazı pürüzler ise ya devletin istediği şekilde ya da Öcalan’ın istediği şekilde aşılmaktadır. Mesela silahlı unsurların sınır dışına çekilmesinin yasal güvenceye alınması ve silahlı ya da silahsız çıkmaları gibi… Bunlar pratik adımlar esnasında ortaya çıkan ve genel mutabakatı bozmayacak nitelikte olan ufak tefek pürüzlerdir.
Basın açıklamasında Karayılan’ın çekilme takvimi verirken ardından devletin atması gereken bir takım adımları şart koşması, teoride kendi tebaaları açısından bir anlamı olsa da pratikte çok fazla bir karşılığının olamayacağı kesindir. Hatta sıraladığı şartlardan bazıları şayet “mutabakat” içerisinde olsa bile bunların Karayılan’ın ağzından dökülmesi, bazı adımlar atacak hükümeti malum Kemalist-Milliyetçi cephe karşısında zor duruma düşürmenin ince taktikleri olarak da pekala okunabilir.
Ama belki de basın açıklamasından sonra beş ayrı gazeteciye verdiği mülakatta Karayılan’ın değindiği bazı meseleler, aslında süreci İmralı üzerinden kuşatarak işlevsiz bırakma çabalarının başka bir yöntemi olsa gerek.
“CEMAAT BELGELERİ” TAMAM DA NEDEN ŞİMDİ?
Karayılan, röportajlarda çokça eleştirdikleri koruculardan yana “tek taraflı” feragat ettiklerini anımsattı. Belgeleri sızdırılan Oslo süreci üzerinden Fethullah Gülen hareketine yüklendi. Daha önceleri “elimizde” dediği “cemaat belgeleri”yle ilgili yeni açıklamalar yaptı.
Ardından da Hizbullah’la ilgili temcid pilavını yeniden ısıtarak, “onları da sürece katmak istiyoruz, ama…” deyip, sürecin nesnesi olduğunu unutarak aktörlük hülyalarına kapılmayı ihmal etmedi.
Oslo üzerinden Gülen cemaatinden ve ellerinde olduğunu geçen sene belirttiği “cemaat belgelerinden” bahsederken Hakan Fidan’dan “Farklı görüşmeleri bir araya getirmişler, daha çok da Hakan’ı zor durumda bırakacak bölümler” derken Hakan Fidan’dan askerlik arkadaşı tarzında bahsetmesi doğrusu “çok hoş” anekdotlar arasında yer almıştır. Kaldı ki Gülen cemaatine mensup köşe yazarlarının da bu anekdot üzerinden çizdikleri portre belki “daha da hoş” olmuştur.
Elbette Gülen cemaatinin avukatı falan değilim, ama o belgeleri hangi kurumun Kandil’e postaladığı merakı da yabana atılacak gibi değil. Kaldı ki ellerine geçtiği yaklaşık bir yıllık zaman sürecinde içerikleri tamamen doğru olsa bile belgeleri servis etmeyen Karayılan’ın, süreçle beraber bunu yeniden gündeme getirip Cemaat kanadının öfkelenmesine yol açan bu tutumunun zamanlaması hiç de tesadüf olmasa gerek. Sürecin gidişatından memnun olmadığını her defasında İmralı’ya rağmen yaptığı açıklamalarıyla ortaya koyan Karayılan’ın mükemmel zamanlamayla cemaati farklı tutumlara sevk etmeyi hedeflemesi, tıpkı Hizbullah üzerinden yapmaya çalıştıkları gibi, sürecin sekteye uğratılmasını birileri üzerinden başarma stratejisiyle dört dörtlük bir örtüşme arz etmektedir.
Sızdırılan Oslo belgelerinin “Cemaatin işi” olduğu yönünde kamuoyunda genel kabul görmüş bir kanı olmasına karşın Karayılan’ın deyimiyle “Hakan’ı zor duruma düşürme” amacı taşıyan bu sızıntının neden şifreli yayın yapan, PKK’ye oldukça yakın DİHA ajansı ve peşinden ANF üzerinden servis edildiğinin sebeb-i hikmeti hâlâ izaha muhtaç bulunmaktadır.
“HİZBULLAH’I DA SÜRECE KATMAK İSTİYORUZ, AMA…”
Gelelim Hizbullah’la ilgili açıklamalarına. Bazı cümleleri aynen şöyle: “Yeni dönemde hiç kimseyi karşımıza almak gibi bir durumumuz yok. Hizbullah siyasi bir oluşum olarak var olursa karşı değiliz. Herkes gibi onların da siyaset yapma hakkı vardır. Ama Dicle Üniversitesi’ndeki olaylar tertip gibi. Arkasında başka güçler olabilir. Sonrasında yazdıkları yazılar hep geçmişi hatırlatıyor. Oysa geçmiş pratikleri belleklerden silinmedi… Ciddi bir özeleştiri de vermediler. Biz onları sürece dâhil etmek istiyoruz. Fakat geçmişe dair hiçbir ciddi özeleştirileri olmadı. Hâlâ eski dili kullanıyorlar… Öcalan onları konferansa çağırdı. Ama bu pürüz var. Toplumumuz var, demokratik kamuoyu var. Bunlar kendilerini ikna edici şekilde izah etmeliler. Toplum ikna değil. Biz de tam olarak ikna değiliz. Öcalan istiyor ama bu bir kanun değil. Realite ne ise o uygulanır. Zaten Öcalan da kimse dışında kalmasın diye söylüyor bunu.”
Evvela Dicle Üniversitesi’ndeki “tertibi” es geçelim. Çünkü neresinden tutarsanız elinizde kalır. Üniversite olaylarına yaklaşım tarzı tamamen sebep oldukları çatışma döneminin söylem tarzıyla ilgili. Yani psikolojik bir vakıa. “Sonrasında yazdıkları yazılar hep geçmişi hatırlatıyor” sözü ise “buyur, buradan yak!” türünden bir şey. Acaba üniversite olayıyla ilgili KCK bildirisi hangi zaman diliminin üslubuydu? Yoldaşları olan Türk solunun marjinal fraksiyonlarının kullandıkları dil hangi zamanın diliydi? Kuş dili değildi ya!
Kaldı ki pratikteki uygulamaları hâlâ eskiyi canlandırma dürtüsünün sonucuyken yazılan kimi yazıları eskinin dili diyerek sözlü ya da yazılı itirazları bile kabule hazır olmadıklarını deşifre ediyor. “Yazdıkları yazılar” mı daha kötü yoksa Yüksekova’da insan öldürecek kadar gözü kararan uygulamalar, yüzlerce kez İslami kurumlara yapılan fiili saldırılar mı daha kötü?
Ya şu “Öz eleştiri” saplantısı?.. Efendim “toplumumuz var, demokratik kamuoyu var”mış! Yani bunun Türkçe tercümesi, yoldaşlarımız var, marjinal sol koldaşlarımız var, din, iman, İslam, Müslüman lafı duyunca ifrit kesilen ahbaplarımız var ve Hizbullah bunlardan “özür” dileyerek af talebinde bulunmalıdır!
“Öz eleştiri”de samimi olunsaydı, Hizbullah’ın “bağımsız komisyon” talebinden kaçınılır mıydı? Sahi yıllarca devletle yaşanan kanlı bıçaklı gerilim ve hayatını kaybeden elli bin insanın kanına rağmen “komisyon” kabulüne yanaşan bu kesim, neden Hizbullah’ın “komisyon” talebinden kaçınmaktadır? Mesela Karayılan ve ekibi, olası bir komisyonda çatışmalarda katalizör görevi gören malum aktörlerden Perinçek-Yalçın Küçük’le oluşturulan kanlı konsorsiyumun hesabını verememe endişelerini mi taşımaktadırlar?
Daha çatışmalar başlamadan Hizbullah tarafından çatışmaların yaşanmaması adına yürütülen görüşme ve mesaj trafiğine verdikleri kanlı seçeneklerin hesabını vermekten mi çekinmektedirler?
Hulasa, İslami derneklere yapılan yüzlerce saldırı ve Yüksekova’da olduğu gibi can almaya varan doksanlı yılların uygulamalarıyla eş zamanlı olarak yine o dönemin dilini kullanırlarken bunu görmezden gelen Karayılan, medyada yer almış bazı yazılardan yola çıkarak “geçmişin dilini” kullanıyorlar diye şikâyet etmesi, bilinçli bir tercih değilse ne olabilir?
Aslında olan şu. Doksanlı yılları bilirsiniz. Hem saldırdılar, öldürdüler hem de malum dili kullandılar. Karşılarında medya üzerinden karşılık verecek bir uygulama görmediklerinden tek yanlı propagandayı kural olarak bellediler. Ve şu anda kuralın bozulmasından oldukça rahatsızdırlar. Öyle ya, kesmek istedikleri raconları, yaptıkları saldırıların iç yüzünü deşifre eden bir medya var. Çarpıtmalara anında cevap veren güçlü bir sivil toplum var. Sivil alanda yürütülen çok güçlü etkinlikler var, pompalanan tek yanlı atışlara “bu kadarı da fazla” diyen devasa kitleler var. Asılsız propaganda geleneğine karşı bir dalgakıran işlevi görülmekte olduğundan, eski propagandist hal muhal olmuş durumdadır. Dolayısıyla eskiye dayalı ucuz söylemler eskisi gibi yutulmuyor artık. İşte bu durumdan rahatsızlık duyulmaktadır.
Takip ettiğim kadarıyla Hizbullah tarafı, çatışmaların başlangıcını, isimler, tarihler, mesajlar, yerler vs vererek sürece dair detaylı bilgilere yer vermiştir. Ancak Karayılan, “kendi toplumunun” bundan tatmin olmadığını iddia etmektedir. İyi de bir kerecik olsun PKK tarafı, çatışmalara dönüşen süreçle alakalı tek bir açıklama yapmış mıdır? Varsa yoksa karalamaya dönük aynı söylemler.
KİM KİME “ÖZ ELEŞTIRI” VERMELI?
Bugüne kadar devlete mal ettikleri cinayet sayısından az çok haberdarız. Fail-i meçhuller için ON YEDİ BİN, toplamda ölü sayısı olarak da ELLİ BİN sayısı telaffüz edilmektedir.
Elli binin yaklaşık otuzbeş kırk bini PKK’den ölmüştür. Peki şu anda devletle, MİT’le yaşadığınız bahar aşkı için devlet ya da MİT sizlere hangi “öz eleştiriyi” verdi? “Toplumunuzu, demokratik kamuoyunu” ikna etmek için ne oldu da aşka geldiniz?
Diğer Kürt oluşumların ya da sizlerden kaçan kişilerin kendi iç infazlarınızla ilgili verdikleri rakam hayli ürkütücü. En az ONBEŞ BİN kişiyi dağda kendi içinizde infaz ettiğiniz söyleniyor. Bırakın çatışmaları, sadece iç infazlarla çukurlara, mağaralara gömdüğünüz bunca insan sayısı, Hizbullah’a dayattığınız çatışmalarda ölen toplam sayının en az BEŞ KATI kadardır. Siz, dağa götürüp çeşitli bahanelerle infaz ettiğiniz bunca insan için kimden özür dilediniz? Bu insanların ailelerine “öz eleştiri” vermek gibi bir sorumluluğunuz yok mudur? “Öz eleştiri” deyince neden sadece Hizbullah aklınıza gelmektedir? Bu bir rastlantı mıdır, bilinçli bir tercih midir, yoksa saplantı mıdır?
Hizbullah’la çatışırken mesela sizlerden “savaş suçu” kapsamına girecek kaç tane çocuk öldü, kaç tane kadın infaz edildi? Kaç köyün yoluna mayın döşendi?
Ama tam tersi oldu. Hizbullah’tandır diyerek gerçekte Hizbullah’la hiç alakası olmayan yüzlerce insan infaz ettiniz. Onlarca köyün yoluna mayın döşemek suretiyle yaş ve cinsiyet ayırımı yapmadan toplu katliamlar yaptınız. Köy servislerini havaya “uçurma başarısı” gösterdiniz! Tarladan evlerine dönen aileleri mayınlarla havaya uçurdunuz. Köylere havan ve RPG dâhil en ağır silahlarla saldırdınız, mazot bidonlarıyla evleri içindekilerle beraber toptan yakmaya yeltendiniz. Kısacası savaş suçu kapsamına girecek her türlü eylem biçimine başvurdunuz. Artı, bu uygulamalarla derin güçlerin kirli operasyonlarına kapı aralayıp daha rahat hareket etme fırsatı sunarak iki taraftan da çok sayıda kişinin bu güçlerce infaz edilmesine sebebiyet verdiniz.
Ve tüm bunlara ek olarak, “bağımsız komisyon” fikrinden de kaçınarak “öz eleştiri” talebinde bulunuyorsunuz. Bu tablo karşısında hâlâ “öz eleştiri” talebinde bulunmak, olmayacak duaya amin demek değilse ne olabilir?
Bir de “öz eleştiri” vermedi diye “Kürdistan konferansı”na Hizbullah’ın çağrılmayabileceğini ima etmesi, hakikaten psikolojik bir vaka. Karayılan, “Hizbullah’ı da sürece katmak istiyoruz, ama…” diye devam ediyor. Öcalan istemiş, ama bu bir kanun değil, diyor. Yani çağrılmayabilecekmiş demeye getiriyor. Evvela sürecin kumandası Karayılan’ın elinde midir ki Hizbullah’ı süreçle imtihana kalkışıyor. Kaldı ki düzenlenen konferansların, eğer Öcalan’ın yeni süreçte farklı bir bakış açısı yoksa diğer kesimleri katılmaya çağırmak ve sadece PKK politikalarını benimseterek kendi örgüt politikaları doğrultusunda yönlendirmekten başka bir gayesinin olmadığı, geçmiş dönemin konferans kararlarının tuz buz olmasıyla zaten açığa çıkmıştır. Hizbullah lideri Edip Gümüş’ün, “herhangi bir uzlaşma olmadan kurumsal anlamda bu tür organizasyonlara katılmayacakları” açıklaması zaten meseleyi Hizbullah açısından sorun olmaktan çıkartmıştır.
Bu durumda Karayılan’ın bir yandan “Öcalan istedi ama bu kanun değil” sözü, Öcalan’a racon kesmek olduğu kadar, bunu Hizbullah’a karşı bir şantaj aracına indirgemesi de anlaşılabilir bir durum olmasa gerek.
YALÇIN AKDOĞAN HAKSIZ DEĞİLMİŞ!
Aslında Karayılan’ı bu şekilde racon kesmeye sevk eden temel neden, kendileri karşısından devletin pes ettiği, silahlı çatışma sürecinde her şeye hükmettikleri savıdır. Yani devletin Öcalan’la başlattığı “Çözüm süreci”nin sebeplerini bir bütün olarak kendileri ile devlet arasında Türkiye sınırları dâhilindeki şartlarla izah etmeye çalışmakta ve öyle inandığı görülmektedir. Oysa meselenin bir bölümü “iç şartlarla” alakalı olsa da küresel ve bölgesel aktörlerin tutumu ve oluşan yeni konjonktürün iki tarafa da dayattığı temel faktörler, çözüm sürecinin temel dinamizmini oluşturmaktadır. Karayılan’ın yerinde olsam, Hizbullah’la kafayı yoracağıma meselenin bölgesel etkilerini, bunun kendileri açısından ne tür “sürprizlere” gebe olduğunu anlamaya çalışırdım.
Eğer mesele Kürt halkının geleceği ise Kürtler arası diyalog ve işbirliğine daha fazla önem verirdim. Yarın öbür gün Karayılan ve silahlı unsurlarına “Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir!” türünden verilecek muhtemel komutlara karşı nasıl bir politika uygulamam gerektiğine yoğunlaşırdım.
Suriye sahasına ne amaçla yönlendirilmek istendiğimi anlamaya çalışırdım. İran’a yönelik olası “Marş! Marş!” komutlarının bana ne kazandırıp ne kaybettirebileceğine kafa yorardım.
Dahası, “İmralı sürecini” anlamaya çalışırdım. Hani Yalçın Akdoğan, “Karayılan süreci yanlış anlamış” diyordu ya! Aslında tamamen haklı. Bence Karayılan’a düşen, süreci doğru anlamaya çalışmaktır.
Kaldı ki Karayılan farkında değilse hatırlatmak isterim ki kendisi ve ekibi şu anda devletle müzakere yapmadığı gibi, sürecin aktörü falan da değiller. Kandil’in müzakere ilişkisini sürdürdüğü kişi/kurum devlet değil, bizatihi Öcalan’ın kendisidir. Mektuplar kanalıyla pazarlıklarını Öcalan’la yapmaktadırlar. Devletle müzakerenin ayrı bir şey, Öcalan’la müzakerenin apayrı bir şey olduğunu, aralarında dağlar kadar fark bulunduğunu herhalde belirtmeye gerek yoktur. Süreç karşısında kestikleri raconları çiğnemek adına ele güne muhtaç kalanların, başkalarını “sürece katmak istemesi” ise oldukça enteresan.