• DOLAR 32.428
  • EURO 35.031
  • ALTIN 2325.97
  • ...
Merak Edilen Veya Bilinmeyen Görüşleriyle Bediüzzaman Said-i Nursi -2
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Muhammed Şakir / doğruhaber

NEDEN RİSALE-İ NUR?
Bu sorunun cevabı, Üstad’ın yaşadığı dönem yani Cumhuriyetin hususen ilk ve daha sonraki yıllarında gizlidir. Bu yıllarda İslam ve iman aleyhindeki savaşı bizzat hükümet; sahip olduğu bütün propaganda ve ilan vasıtalarını, bütün münafık, yardakçı ve İslam düşmanı yazar ve gazetecilerin kalemlerini kullanarak vermekteydi. İslam’a hizmet edenlerin ağızlarına kilit vurulur, itikad ve inançlarını savunmalarına engel olunurdu. Bu yüzden İslamiyet’in esasları, kökleri ve en mühim prensipleri, önlerinde bir mürşid ve yönlendirici bulunmayan gençlerin ruhunda şüphe ve inkâra maruz kalırdı.

Üstad, tehlikenin farkındaydı. Ayrıca eski yöntemlerle bu yeni saldırıların hakkından gelinemeyeceğini de bilmekteydi. Onun için mantıki delillere dayanan, ilmi delillere istinad eden, tedavisinde gerçekçi olan, asrın ruhuyla uyumlu ve ele aldığı hakikatleri açık ve sade bir üslupla bütün akıllara yaklaştıran yepyeni bir metod lazımdı. Üstad’ın bu konudaki değerlendirmesi şöyledir:

“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı imaniye sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatlı (örgütlü/organizeli) bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu, has müminlere hitap ederler. Bu zamanın dehşetli taarruzunu defetmiyorlar.

Risaletü’n-Nur ise Kur’ân’ın bir manevî mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.” (Kastamonu Lahikası)

RİSALE-İ NUR NEDİR?
Üstad, “Risale-i Nur’u zahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur’ân’ın bir tefsiri ve Kur’an’dan mülhem bir tercüman-ı hakaikisi ve imanın hüccetleri ve dellalı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum.” (Kastamonu Lahikası) demektedir. Risale-i Nur’un ne olduğunu ise şöyle tarif etmektedir: “Şems-i Kur’an-ı mu’cizü’l- beyanın elvan-ı seb’ası Risale-i Nur’un menşur-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr u davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı ilm-i kelam, hem bir kitab-ı ilm-i ilahiyat, hem bir kitab-ı teşvik-i sanat, hem bir kitab-ı belağat, hem bir kitab-ı isbat-ı vahdaniyyet, muarızları bir kitab-ı ilzam ve iskattır.” (Emirdağ Lahikası)

RİSALE-İ NUR’UN ÜSLUBU
“Bu, yer yer değişiklik gösterir. Bazen neredeyse bir kalbin fısıltıları gibi ince ve canlı nefesler halinde hissedilecek şekilde yumuşak ve okşayıcı olur. Bazen akıl ve fikri dikkate davet eden dakik, mantıkî ve düşündürücü olarak bulursunuz. Bazen de -hususen müdafaalardaki gibi- deniz dalgaları misali, bastırıcı, muarızların hamlelerini boşa çıkarıcı ve sanki bir orduyu baskında korkutuyor gibi müşahede edersiniz.”

“Üsluptaki bu farklılıklar aslında tamamen birbirinden ayrılmış değildir. Bazen hepsinin birden tek bir risalede birleştiklerini görmemiz mümkün. Çünkü risale metinleri, bir taraftan ince, fıtri, akli ve mantıki ölçülerle hitap ettikleri gibi, diğer taraftan, tefekkür âlemlerine pencereler açarak ruhlarda gizli imani hayat düğümlerini harekete geçirir ve varlıklar üzerindeki Esma-i Hüsna tecellilerini gösterir. İnsan kalbinin elinden tutarak ruhi seyahatlara çıkarır ve onu yüce mertebelere doğru yükseltir. Böylece gerçeklere daha iyi bir şekilde karşı koymasını sağlar. Bütün bunları yaparken de hayal kanatlarını alabildiğine açarak onun da insan fıtratındaki rolünü oynamasını temin eder”

RİSALE-İ NUR’U BİLİYOR MUYUZ?

İstisnaları ayrı tutarsak İslami kesimin mühim bir kısmı Risale-i Nur’u okumuyor, dolayısıyla muhtevasından haberdar değiller. Dili ya da üslubuyla ilgili öne sürdükleri mazeretlerin ekseriyeti bahane gibi geliyor insana. Daha ziyade muarızların Üstad aleyhinde pompaladıkları propagandaların etkisinde kalarak mesafeli duruyorlar. Hâlbuki bize rağmen dışarıdan birileri bu büyük hazineye sahip çıkıyor ve sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanından ondan istifade etmeye çalışıyorlar. Camiamız başta olmak üzere Türkiyeli Müslümanlar açısından bu büyük bir kayıptır. Üstad’ın şu sözleri manidardır.

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığın içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle de meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler te’lif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdanı ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’an’ın te’sis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum. Ki İslam cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur.” (Eşref Edip/ a.g.e)

ESKİ SAİD DÖNEMİ ESERLERİ
“Risale-i Nur Külliyatı dışında çeşitli makale ve eserleri bulunan Bediüzzamanın teliflerine 1899 tarihinden itibaren başladığı tespit edilmiştir. 1907’ye kadar yazdığı bilinen eserleri şunlardır: Mantığa dair Bürhanü’l Gelenbevi üzerine talebelerinin derlediği Arapça bir ‘Ta’likat’; biri, insanın ruhu ve vücudu arasında ilişkileri konu alan, diğeri riyazi hesap ve matematik üzerine kürdçe olarak yazılan, bir yangında yandığı kaydedilen iki eser; yine mantık üzerine Arapça olarak kaleme alınan ‘Kızıl İcaz’. Yangında kaybolan iki eseri dışında Ta’likat ve Kızıl İcaz eserleri matbu olarak mevcuttur. (Abdulkadir Harmancı/ ilm-i Kelâm ve Risale-i Nur)

1909 yılından itibaren telif ettiği eserleri ise şunlardır: Divan-ı Harb-i Örfi, Hutbe-i Şamiye, Devaü’l Ye’s, Münazarat, muhakemat, Reçetetü’l-Âvam, Reçetetü’l- Havass, Nutuk 1, Teşhisü’l-illet, İşaratü’l- İcaz fi Mazanni’l İcaz, Bediüzzamanın Tarihçe-i Hayatı, Nokta, Hakikat Çekirdekleri, Sünühat, Hutuvat-ı Sitte, Hakikat Çekirdekleri II, Kızıl İ’caz, Lemaat, Şuaat, Rumuz, Tulûat, İşarat, Katre, Zeylü’l- Katre, Habbe, Zerre, Şemme, Zeyl, Zehre, Zehrenin Zeyli, Habab, Zeylü’l- Habab.

YENİ SAİD DÖNEMİ ESERLERİ
Bunlar, 1926 ile 1949 yılları arasında peyderpey yazılan eserlerdir:
Et-Tefekkürü el- İmaniyyu er- Refi, Nurun ilk kapısı, Sözler, Mektubat, Barla Lahikası, Lem’alar, Şualar, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası I, Emirdağ Lahikası II, Nur Aleminin Bir Anahtarı. (Niyazi Beki/ Bediüzzaman Said Nursi’nin Eserleri)
Badıllının araştırması ile, Üstad’ın Eski Said ve Yeni Said dönemlerinde telif ettiği eserlerin toplam sayısını 196 olarak öğreniyoruz.

BEDİÜZZAMANIN MERAK EDİLEN BAZI GÖRÜŞLERİ

Bediüzzaman’ın merak edilen bazı görüşlerine gelince, bunları kısa başlıklar halinde arz etmeye çalışacağız. Gerçekten de bunlar, Bediüzzaman söz konusu olduğunda en fazla merak edilen konular arasındadır. Sözgelimi Üstad yönetimle ilgili, imamet ve hilafet hakkında ne diyor? Cumhuriyet, Laiklik vb. konulardaki görüşleri nedir? Din- siyaset ilişkisi, DP’yle ilişkileri nasıldı, ne düşünürdü? Kısa başlıklar halinde bunları arz etmeye çalışacağız.

İMAMET VE HİLAFET
Üstad, imamet meselesini fer’i bir mesele olarak görür, fakat “Fazla ehemmiyet verildiğinden imani bir mesele olarak kelami meselelere dâhil olmuştur” der. Bununla beraber, kelam ilminde münakaşa konusu olduğu için ve Kur’an’a, imana ait hizmetle münasebeti yönünden birkaç sayfayla da olsa eserlerinde yer verdiğini belirtir.

Hilafeti, Peygamber (SAV)’in “Hilafet benden sonra 30 sene devam edecektir” mealindeki hadis-i şerifini esas alarak değerlendirir. “Raşid dört halifeye ek olarak İmam Hasan’ın altı aylık hilafeti Efendimiz (a.s)’ın verdiği haberi doğrulamaktadır” der. Böylece Üstad, İmam Hasan (r.a)’ı da Raşid Halifelerden hesap eder. Ayrıca Üstad, Hulefa-i Raşidin’i hem halife, hem cumhurbaşkanı olarak değerlendirir. Mesela; Hz. Ebu Bekir’in aşere-i mübeşşere ve Sahabe-i Kirama cumhurbaşkanı hükmünde olduğunu, fakat o ve diğer halifelerin manasız isim ve resimden ibaret olmadığını, aksine hakiki adaleti ve şer’i hürriyeti taşıyan dindar bir cumhuriyetin reisleri olduğunu söyler.

MEŞRUTİYET VE CUMHURİYET

Üstad, meşrutiyeti (Bir hükümdarın başkanlığında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi) şer’i delillere dayanıyorsa kabul eder. Şeriat çerçevesinde ve terbiyesinde kalmak şartıyla “Asya’nın bahtını, İslamiyet’in talihini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir” diyen Üstad, şeriat hakikatlerine muhalif olan şeylerin meşrutiyete de ters düştüğünü, bu tür hususların meşrutiyetin ya günahları veya zarureti gereği olduğunu ifade eder. Üstada göre, bir yönetim şeriata muhalif olsa bile şeriatın bin kısmından bir kısmının siyasete taalluk etmesi sebebiyle o kısmın ihmaliyle şeriat ihmal olunmuş sayılmaz.

Meclisi oluşturacaklar içinde Hıristiyan ve Yahudi gibi çeşitli din mensupları da bulunabilir diyen Üstad, siyasi ve iktisadi meselelerde bunların söz ve oylarının geçerli olabileceğini, ama ahkâm ve hukuk konularında ise bunların zaten aslının değiştirilemeyeceğini söyler. Milletvekillerinin vazifesi, bu hükümlerin nasıl uygulanacağıyla ilgili meşveret etmek ve asılları koruyan kanunlar yapmaktır. Mecliste çoğunluk Müslüman olup alınan kararlar da çoğunluğun görüşleri doğrultusunda olacağından gayr-ı müslimlerin oylarının bu konularda zaten geçersiz kalacağını belirtir. (Münazarat)

Üstad’ın meşrutiyetle ilgili görüşleri Cumhuriyet için de geçerlidir. Kendisinin dindar bir Cumhuriyetçi olduğunu, dört halife devrinde de gerçek manada bir Cumhuriyet bulunduğunu söyleyerek İslami esaslara dayalı bir Cumhuriyete işaret eder.

LAİKLİK
Laikliğin en katı ve en dinsizce olanının uygulandığı bir zamanda yaşayan Bediüzzaman, sırf laikliğe aykırı söz ve fiillerinden dolayı hayatının mühim bir kısmını mahkeme koridorlarında ve zindan ile sürgünlerde geçirmek durumunda bırakılmıştır. Buna eserlerinde fazla yer vermemekle beraber, münasebet düştüğünde savunmalarında değinmiştir.

Laik kelimesinin manasının bitaraf kalmak olduğuna dikkat çeken Üstad, Laik Cumhuriyetin ise dini dünyadan ayırmak olup dini reddetmek, büsbütün dinsiz olmak manasına gelemeyeceğini söyler. Yönetim, dinsiz ve sefihlere tanıdığı vicdani hürriyeti, dindarlara da tanımalı ve diğerlerine ilişmediği gibi Müslümanlara da ilişmemelidir.
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir