• DOLAR 34.509
  • EURO 36.167
  • ALTIN 2974.448
  • ...
AB'de yeni yönetici kadrosu ve değişen dengeler
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

İstanbul / AA / Prof. Dr. Nail Alkan / Analiz

Mayıs ayında yapılan Avrupa Birliği parlamento seçimleri sonrasında Avrupa Birliği’nde (AB) yeni bir sayfa açıldı. Bu yeni dönemde Avrupa’da güçler dengesinin nasıl şekilleneceği, Brexit sonrası için Almanya-Fransa rekabetinde kimin öne çıkacağı, yükselen aşırı sağ karşısında AB yanlılarının nasıl hamleler izleyeceği merak ediliyordu. Bu soruların gelecek dönem için ne kadar önemli olduğunu sadece bir ay gibi kısa bir sürede yaşanan gelişmeler sonrasında bir kez daha gördük. AB yönetim kademelerine seçilecek isimlerin belirlenmesinde Fransa ve Almanya başta olmak üzere AB üyesi devletlerin hükümetleri, Avrupa Parlamentosu’na girmeyi başaran siyasi grupların inisiyatif almasına izin vermediler. Yaşanan mülteci krizleri sonrasında ise liberallerin elini, popülistlere karşı güçlendirecek yeni gelişmeler ortaya çıkarken, AB yönetim kademeleri için belirlenen adayların da liberal cenahta yer almaları dikkat çekti.

AB’nin zirvesinde iki kadın

Siyasi grupların Avrupa Birliği Komisyonu için önerdikleri liste başı adayları arasında, en fazla koltuğa sahip Avrupa Halk Partisi’nin (EPP) adayı Manfred Weber’in arkasında Alman hükümeti vardı. Buna karşılık Fransa Weber’e yeterli siyasi tecrübeye sahip olmadığı gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Sosyal Demokratların (S&D) adayı Frans Timmermans ise daha önceki dönemde Polonya ve Macaristan gibi ülkelerdeki demokratik gerileme iddialarının üzerine giden öncü isimler arasında yer almıştı. Bu nedenle AB üyesi Doğu Avrupa ülkeleri Timmermans’a sıcak bakmadılar. Bu durumda ülke hükümetlerinin istemediği adaylar tek tek elenirken, devlet liderlerinin komisyon liderliği için üzerinde uzlaşmaya vardığı isim Alman, Ursula von der Leyen oldu. Dikkat çekici şekilde, diğer liderlerin aksine Angela Merkel bu seçimde çekimser kalırken, Merkel’in Almanya’daki iktidar ortakları von der Leyen ismine karşı tavır aldılar.

Ursula von der Leyen Almanya hükümetindeki muhafazakar Hristiyan Birliği koalisyonunun (CDU/CSU) üyesi olsa da daha ziyade reformist kişiliği ile biliniyor. 2005-2009 yılları arasında Almanya Aile Bakanı olarak görev yapan von der Leyen, en son Alman milli savunma bakanı olarak görev yapmaktaydı. Von der Leyen, 2016 senesinde NATO’nun Ege’deki mülteci akınını yavaşlatmak ve insan kaçakçılarını durdurmak amacıyla devriye görevi üstlenmesi için yürüttüğü diplomatik çalışmalarla Brüksel’in ilgisini çekti. Bütçesinin kısıtlı kalmasıyla ABD tarafından eleştirilen Alman Milli Savunma Bakanlığı’nın Soğuk Savaş döneminden bu yana en yüksek savunma harcamasını yaptığı dönem von der Leyen dönemi oldu. Buna karşın, Almanya’da nepotizm eleştirilerine maruz kalan von der Leyen’in ülkesinde, Brüksel’deki kadar sevilip sevilmediği tartışılır. Manfred Weber, liderlerin bu seçiminin kapalı kapılar ardında almasını “AB demokrasisi adına kötü bir gün” olarak tanımlarken, Alman Komisyon Başkanı adayının başarısız olacağına inanan Almanların çok yüksek oranda olduğunu gösteren anket sonuçları da yayılmaya başladı. Ülkesinden seçilen parlamenterlerin bir kısmının oy vermeyeceği bilinen von der Leyen, tüm olumsuzluklara karşın parlamenterlerin yarısından fazlasının onayını almayı başarabilirse bu görevi üstlenen ilk kadın siyasetçi olmayı başaracak. Von der Leyen’in başkanlığının bu şartlar altında bir Alman zaferi olarak adlandırılması ise zor. Emmanuel Macron her ne kadar yönetici kadroların seçiminde Fransız-Alman ittifakına vurgu yapsa da ittifak içerisindeki rekabette Fransızların daha avantajlı bir seçim yaptıkları ortada.

Avrupa Merkez Bankası başkanlığı için önerilen Fransız Christine Lagarde da Macron’u memnun edecektir. Zira, Alman Bundesbank’ın başında bulunan Jens Weidmann’ın bu göreve önerilmesindense Lagarde’ın önerilmesi Macron adına bir kazanç olabilir. Fransa’nın başını çektiği ortak bütçe oluşturma fikrini destekler görünen Lagarde’ın, avro bölgesinin en büyük ekonomisi Almanya’yı zorlayacak bir “zor zamanlar fonu” oluşturma isteği biliniyor. Bu yedek fon ile gelecekte oluşabilecek krizler karşında daha güçlü bir ekonomik yapı oluşturmayı düşleyen Lagarde’ın sadece para politikalarına bel bağlanmasına karşı olduğu ise IMF döneminde görülmüştü. IMF’nin başındaki ilk kadın yönetici olan Lagarde, görevi devralması halinde Avrupa Merkez Bankası başına geçecek ilk kadın olacak. IMF deneyimi nedeniyle bu görev için yetkinliğinden şüphe duyulmayan Lagarde ile birlikte yenilikçilerin ve Fransa’nın elinin güçleneceğini varsaymak, cesur bir varsayım olmayacaktır.

Avrupa yönetiminde aşırı sağ karşıtı adaylar

Avrupa Konseyi başkanlığına önerilen Belçika Geçiş Hükümeti Başbakanı Charles Michel, Fransızca konuşan ve Avrupa Parlamentosu içerisinde Fransız hükümetiyle aynı grupta yer alan bir aday olarak dikkat çekiyor. Özellikle göçmenler nedeniyle Avrupa Birliği’nin ikili bir yapıya dönüşmeye başladığı iddiasında olan ve ileride göçmenleri almaya çekinen bazı devletlerin AB haklarını kaybedebileceği öngörüsünde bulunan Michel’in bu göreve önerilmesi aşırı-sağ, popülist partilerin son parlamento seçimlerinde göstermiş oldukları başarıdan sonra oldukça düşündürücü.

Aynı şekilde, İspanya Dışişleri Bakanı Josep Borrell’in Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi olmak üzere önerilmesi de özellikle göçmenler konusunda popülist politikalar izleyerek oylarını artıran aşırı sağ partileri kızdırabilir. Zaman zaman Rusya’yı “eski düşman” olarak niteleyen, ABD'nin politikalarını eleştiren, ülkesinin toprak bütünlüğünü bir Katalan olmasına karşın savunan Borrell, geçmişte İtalya’nın beklettiği bir yardım gemisinin 629 mülteci ile İspanya’ya getirilmesinden memnuniyet duyduğunu açıklamıştı.

Borrell, mültecilerle ilgili sorunun ortak bir sorun olduğunu dile getirmiş, İspanya’nın “aşırı” oranda mülteci aldığı iddialarına karşı çıkmıştı. Ürdün gibi ülkelerin aldığı sorumluluk ile kendilerinin aldıklarının kıyaslanamayacağını söyleyen Borrell, Avrupa’nın düşük doğum oranlarını göz önünde bulundurarak mültecileri “yeni bir kan” olarak görmesi gerektiğini savunmuştu.

AB’yi destekleyen ana-akım grupların elini kuvvetlendiren bu kadro oluşursa, başında mülteci karşıtlığı ile bilinen İtalyan Lega Nord Partisi’nden Matteo Salvini’nin bulunduğu aşırı sağ cephenin hareket alanının ne kadar kısıtlanacağı merak konusu. Geçtiğimiz günlerde Sea Watch 3 isimli kurtarma gemisinin iç hukuku gereğince limanlarına yanaşmasına uzun süre izin vermeyen İtalya, geminin 31 yaşındaki kadın kaptanı Alman Carola Rackete’yi, gemideki göçmenlerin durumunu göz önünde bulundurup sorumluluk alarak yaptığı manevra sırasında bir İtalyan Sahil Güvenlik botuyla temas etmesi ve yasaklanmış olmasına karşın İtalyan karasularına girmesi sebebiyle göz altına almıştı. İtalya hükümetinin çıkardığı bir yasa gereğince limanlarına kurtarılmış göçmenleri getiren devlet-dışı örgütlerin gemileri 50 bin avroyu bulabilecek cezalarla karşılaşabilecekti. İtalya’nın yardıma ihtiyaç duyan 11 yolcuyu alması sonrasında, gemide kalan 42 yolcunun “güvenli bir limana” ulaştırılması sorumluluğunun kaptanda olduğunu vurgulayan Rackete ise Lampedusa Limanı’na izinsiz girişini uluslararası yasalara uygunluğu ile savunmuştu. İtalyan hakim Alessandra Vella, İtalya’nın engeline uymayan Carola Rackete’nin yasaya aykırı davranmadığına karar verirken, Rackete’nin ev hapsinin de kaldırılmasına hükmetti.

Ana-akım AB grupları ile aşırı sağın mücadelesi

Bu son vaka ile AB üyesi ülkelerin kendi yasalarını çıkarırken, uluslararası yasaları göz önünde bulundurma zorunlulukları bir kez daha hatırlanmış oldu. AB’yi destekleyen ana-akım gruplar için de bu vaka örnek teşkil edecek ve gelecekte tek başlarına karar almaya niyetlenecek ülkelere hatırlatılabilecek.

Yönetim kadrolarına önerilen adayların da özellikle AB karşıtı adaylar arasından seçilmemesi, hatta ayrımcılığa karşı cinsiyet eşitliğini destekleyecek sayıda kadın ve erkek adayın önerilmesi de ana-akımın, AB karşıtlarına verdiği bir mesaj olarak okunabilir. Dolayısıyla aşırı sağ politikalar izleyerek popülarite kazanan son dönem siyasi partilerin düşüncelerini pratiğe geçirmeleri zorlaştırılıyor. Gelecek dönem, bu akımların önünü kapatmaya çalışan ana-akım AB grupları ile engelleri aşmaya çalışan aşırı sağ grupların mücadelesine sahne olacak gibi görünüyor.

Kaynak: Bu analiz AA'dan alıntıdır 

Bu haberler de ilginizi çekebilir