• DOLAR 32.51
  • EURO 34.783
  • ALTIN 2499.528
  • ...
Bir Yarış ki Bu
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Açılmış gül ve çiçeklerden bahsetmiyorum tabi… Yeşil bir fistana bürünen çayır ve bayırlardan, nisan yağmurlarıyla beraber nazenin bir gelin gibi boy atan ekinlerden, ağaçlardan, bağlardan da bahsetmiyorum. Fokur fokur kaynayan pınarlar ve şarıl şarıl akıp giden nehirlerde, derelerde ve arklarda da değilim. Mevsimle birlikte yepyeni bir hayatla dirilen enva-i çeşit hayvanlar ve hayvancıklar konuşmamızın konusu değildir. Bunlar ve bunlara benzer daha yüzlerce, binlerce, belki milyonlarca şey vardır ki, hepsi de bu mevsime damgasını vuran, bu mevsimin tablosunu nakşeden nakış ve süslerdir. Usta bir elin kalemiyle çizilmişlerdir tabloya. Ama benim sözünü ettiğim bunlar değil, daha başka bir şeydir.

Bu mevsime mührünü vuran başka bir şey vardır. Bir hareket görüyorum. Bir akıştır bu. Bir akıntı, dahası bir sel, hem de dalga dalga ve dikkate değer bir heyecan var. Bir uğultuydu önce, dipten dibe geliyorken şimdi güneşe çıkmış bir yürüyüş, nefesleri kesen bir heyecan ve coşkudur, coşku halinde ama elle tutulur bir gül gibi. Coşku ve yarış… Ya da coşku ile yarış… Nisan yağmuru gibi düşen, düştüğü yere şifa veren, hidayet ve hayat veren muhteşem bir faaliyet ve gittikçe büyüyen bir mayi, bir etkileşimdir söz konusu olan. Bir mayi! Sıvıyı yapışkanlaştıran, katılaştıran ve parçacıkları birleştiren bir mayi…
Küçüğüyle büyüğü, genciyle ihtiyarı yeniden bir dirilişteler şimdi. Mevsim, onlara ve aslında herkese bir hayat vesilesi olmuş. Mevsim, kudretin Sur’u gibi ölü cesetlere ruh üfürmüş. Ceset hareketlenmiş yani. Uzaktan bir izleyen gibi duruyorum. Bir izleyen gibi bakıyorum. Bakıyorum bakmasına ama müthiş bir koşu, hararetli bir yarış var, görüyorum. Önüne her ne gelirse çekip sürüklüyor, götürüyor kendisiyle. Bir heyecan! Tutunamıyorum durduğum yerde. Önce ruhumun derinliklerinde bir kaynama hissediyorum. Fokurdayıp duran bir kaynama. Derken bir hareket… Duvarlar çatlayıp yıkılıyor. Ve ben bütün benliğimle durduğum yerden o koşuya, o yarışa katılıyorum. Kendimi o coşkun kalabalıklar arasında buluyorum. Onların akın ettiği yerden onlarla beraber akıverip gidiyorum.

Şimdi, hep birlikte, gözümüz ve gönlümüzü bağladığımız, ruhumuzla kilitlendiğimiz, varacağız, varmamız gerek, diye ahd u peyman ettiğimiz o ulvi menzile doğru, o taraftan yana, yani vuslata doğru güzel bir yarış ile koşuvermekteyiz. Koşarken latif bir nida düşüyor önümüze. Kesiyor bizi bir bıçak gibi, duruyoruz ve biz bu nidaya kilitleniyoruz. “Öyleyse, yarışırcasına hayır işlerine koşuşun…” 1 Yani ‘Hayırda yarışınız’ diyor.

Tamam diyoruz. Başlarımızı büyük bir saygıyla eğerek, baş göz üstüne diyoruz. Ses ciğerlerimizin derinliklerini yararak çıkıyor. Daha bir canla, daha bir coşkuyla, daha bir aşk ve heyecanla koşuyoruz. Koşuyoruz ha koşuyoruz…

A ha! diyoruz. Unutmuşuz. Çocuklarımızı evde, sokakta unutmuşuz. Dönüyor, ellerinden tutarak onları da alıyor, kendimize katıyoruz. O da ne! Ana-babalarımız, bacı-kardeşlerimiz, eş-dostlarımız, onlar da, onlar da katılıyor kalabalıklara. Sağ-sol, uzak-yakın bütün akraba ve komşuları da dâhil ediyoruz maratona. Koşuya daha bir ruh gelmiştir şimdi. Muhteşem bir sevinç var. Çocuklarımızı ellerinden ve gönüllerinden tutarak koşuyoruz. Kardeşlerimiz önümüzde, eş, bacı ve ablalarımız yanımızda, öyle koşuyoruz. Ana babalarımızın kollarına girerek, bazılarını sırtımıza alarak koşuyoruz. Yük ağırlaştıkça hayrı, sevabı çoktur diyoruz. Konu komşuya, akraba u iyala sokuluyoruz. Koşunun maksadı ile varılacak menzilin izah ve tarifini yapıyoruz. Coşuyorlar. Heyecanları ateşten dalgalar gibi. Cezbe halleri bir âlem… O kadar ki bazıları bizi geçiyor, uçuyorlar sanki. Derken bir ses daha… Evet, bir nida daha düşüyor önümüze. Güneş yerinden sökülüp düşmüş gibi oluyor. Güneş doğmuş gibi oluyor üstümüze ve gece ve karanlık duygular bir parça daha aydınlanıp nurlanıyor, nura gark oluyoruz sanki: “Rabbinizden” diyor ses, gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun, koşuşun…” 2 neredeyse göğüslerimiz yarılacak ve neredeyse ruhumuz oradan yol bulup dışarı fırlayacak, böyle oluyoruz.

Daha çok koşmak, daha çok yorulup ter dökmek lazım diye birbirimize ve etrafımıza bakınıyoruz. “Ter, gözyaşı ve bu uğurdaki kan, ab-ı hayattır.” diye sesler işitiyoruz. “Bu bir seferberliktir” diyenlerimiz, “bu bir mücahede, mücadele, bu bir cihadun fi sebilillahtır” diyenlerimiz oluyor. Hem dinliyor hem koşuyoruz. Sokaklar kilitleniyor, caddeler taşıyor, salonlar boğuluyor ve derken biz kendimizi geniş olan meydanlarda buluyoruz. Caddeler, şehirler ve alanlar lahuti bir sesin, Rabbani bir nefesin nurani huzmeleriyle nakışlanıyor. Semaları ihata eden bu sesin etkisiyle cezbeye düşmüş eşyayı seyrediyoruz. Kendimizi eskilerden anlatılan kıssalar içinde bir hakikat olarak müşahede ediyoruz. Asırlar öncesinden duygular gelip ruhumuzu sarmalıyor. Asırlar öncesinin anılarında kendimizi görüyoruz. Kendimiz mi oraya, orası mı buraya gelmiş, çıkaramıyoruz. Ensar ve Muhacirunun imanı önümüzü aydınlatıyor. Nurani bir top gibi önümüzde, biz onun peşindeyiz, koşup gidiyoruz. Bir noktada, bir meydanda yekleşiyoruz. Ve tam da bu esnada bir nida daha iniyor meydana. Bir ses, bir müjdedir bu: “Muhacirlerden ve Ensardan yarışanların öncüleriyle, onlara güzellikle tabi olanlardan Allah razı olmuştur, onlar da Ondan…”3 Kalabalıklar dalgalanıyor. Heyecan zirveye çıkıyor. Bu dalgalanma ve bu akış içerisinde kulaklarımıza sesler geliyor; daha çok çalışın. Daha çok koşturun ve yarışta öne çıkın!

Sonra bir ses düşüyor orta yere; biliyor musunuz, diyor, muhacirler kadar Ensarın da bugün yardıma ihtiyacı var. Topyekûn, ekmekle hurmaya değil, fikirle amele, zikirle taate, ibadete ihtiyaç var. Tahkiki bir imanla ameli bir mefkûre azığını istiyor. Haydin diyor, daha çok koşuşun!

Muallimlerimiz bir adım öne çıkıyorlar. Seydalarımız azığı hazırlamakla meşgul, âlim ve fakihlerimizin işleri başlarını aşkın. Bir ayet hatırlatıyor; “… Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim; Bana şükredin (fakat) nankörlük etmeyin!” ve “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (4)
Dönüp mevsime mana veren değere bakıyoruz. Mevsimi daha güzelleştiren manaya bakıyoruz. Kalabalıkları cadde ve meydanlara indiren güce bakıyoruz. Kalplere inşirah veren hidayete bakıyoruz.

Dağınıklığımızı cem’ eden mürşide bakıyoruz. Dargınlıkları ortadan kaldıran muslihe bakıyoruz. Güneşe, gündüze ve suya bakıyoruz. Ensar ve Muhacirine dönüp soran gözlerle bakıyoruz. Kitaptan okuyorlar; “… Size, kendi içinizden, ayetlerimizi size okuyan, sizi arındıran, size kitap ve hikmeti belleten ve bilmediğiniz şeyleri öğreten bir peygamber gönderdik.” (5) Biz de kendileriyle beraber tekrar tekrar okuyoruz. Ve ardından da hep bir ağızdan nisan yağmurları gibi salât ve selamlar yağdırıyoruz. Rabbimiz böyle buyurdu, dedi ki: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, peygambere salâvat getirirler. Ey iman edenler! Siz de Ona salât getirin ve selam verin.” (6) ve biz “İşittik Ya Rabbi!” Diyoruz, “taat ettik Ya Rabbi!” diyoruz…

Mevsime mana veren işte bu!

Mevsimi güzelleştiren bu!

Bizi bir araya getiren bu!

Deyip, imanı yeniledikten sonra, kaldığımız yerden koşuya devam etmek ve hiç durmamak üzere sözleşiyoruz. Hiç durmamak, son nefese kadar İslam yolunda yarış halinde olmak ve kalbi, fikri ve ameli salâvatları hayatımızın her noktasına sağlamca yerleştirmek ve bunu teşkilati bir yaşam biçiminde ebedileştirmek için sözleşiyoruz. Allah sözümüzde bizleri mahcup etmesin. Âmin!

Ona emanet olunuz.

Muhammed Şakir / İnzar Dergisi Mayıs 2011
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir