28 ŞUBAT Soruşturmaları Mağdurlar… Mağduriyet İstismarcıları
"Operasyonlar sadece emekli ve son kullanma tarihi geçmiş zevata yönelik bir sınırlama içerisinde yürütülüyor, muvazzaflara, dolayısıyla karargâha sıçramadıkça eksik kalır."
M. İkbal Atak / Analiz
Ergenekon soruşturmalarının ilk safhalarını, yürütülen ilk dalga operasyonlarını bilirsiniz. Hep şu söylenirdi:
“Operasyonlar sadece emekli ve son kullanma tarihi geçmiş zevata yönelik bir sınırlama içerisinde yürütülüyor, muvazzaflara, dolayısıyla karargâha sıçramadıkça eksik kalır.”
“Operasyonlar sadece emekli ve son kullanma tarihi geçmiş zevata yönelik bir sınırlama içerisinde yürütülüyor, muvazzaflara, dolayısıyla karargâha sıçramadıkça eksik kalır.”
Nitekim sonraki süreçlerde dalgaların çapı genişledi ve karargâh da operasyonlardan nasibini almaya başladı. Operasyon süreçleriyle beraber belli oranda bir dezenformasyon ve sulandırma faaliyeti, buna paralel olarak da dezenformasyona çanak tutacak ve hukuki çerçeve yerine Emniyet ve yargı içerisindeki bazı odakların ihtiraslarıyla açıklanabilecek bir takım komplo iddiaları da birbirini izledi. Ancak bu durum, var olan karargâh eksenli başına buyruk odakları soruşturma kapsamı dışında tutmayı gerektirmiyordu.
* * *
Gelelim 28 Şubat soruşturmalarına…
Soruşturmanın artık belli bir cenahla anılıp komplo iddialarının merkezine oturmuş İstanbul yerine Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı eliyle yürütülmesi, medyada hiç yankı bulmasa da peşin hüküm vermek isteyenlerin sulandırma gayretlerinin önüne geçilmesi açısından iyi bir tercih olduğu söylenebilir.
Gelelim 28 Şubat soruşturmalarına…
Soruşturmanın artık belli bir cenahla anılıp komplo iddialarının merkezine oturmuş İstanbul yerine Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı eliyle yürütülmesi, medyada hiç yankı bulmasa da peşin hüküm vermek isteyenlerin sulandırma gayretlerinin önüne geçilmesi açısından iyi bir tercih olduğu söylenebilir.
Sürecin ilk görünür aktörleri askerlerdi. Özellikle de sivrilmiş malum isimler idi. Bunlara ilk dalga operasyonlar yapıldı. Ancak unutulmaması gerekir ki yakalananlar sadece öncü aktörlerdi. Süreç, komple göz önüne alındığında dev bütçeli, bol aktörlü, çok sponsorlu, sayısız figüranlı bir aksiyon-macera filmini andırmaktaydı. Açıkçası bu filmin “Gişe rekorları” kırması için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamıştı. Ve şu anda milletin maddi ve manevi değerleri hedef alınarak çevrilen bu devasa film sanık sandalyesine oturtulmuş bulunmaktadır.
İlk dalga operasyona hedef olanlar, Çevik Bir ve şahin ekibidir. Ki bunlar, bu kapsamlı filmin sadece öne çıkan kabadayı aktörleridir. Ergenekon soruşturmalarının karargâha ve dolayısıyla muvazzaflara sıçraması nasıl ki soruşturma sürecinin asil topuğu idiyse, 28 Şubat soruşturmalarının asil topuğu da bu sürecin olmazsa olmazları arasında bulunan çok farklı katmanların temsilcilerinin sorgu sürecinden geçirilmesi olacaktır.
Bunları başlıca iki kategoride ele almak mümkündür:
İÇ VE DIŞ AKTÖRLER
İç aktörler; 28 Şubat askeri cuntasının yanı sıra bu sürecin ileri karakol görevini yürüten medya ve sermaye çevreleri, başta YÖK olmak üzere devlet içerisindeki post-bürokratik elit, dönemin siyasi aktörleri, STK-dernek görünümlü darbe şakşakçıları ve “Beşli Çete”ye adı çıkıp darbecilerle doğrudan bağlantılı meslek odaları ile sendika baronlarından oluşmaktadır.
Burada sürecin mayın merkepliğini yapan medya baronlarına özel bir ehemmiyet gösterilmeli, sürecin olağandışı şartlarını tatlı ranta dönüştürüp milyonlarına milyarlar katan sermaye çevrelerinin kirli ilişkilerine ayrı bir mercek tutulmalıdır.
Doğası gereği medya ve sermaye çevreleri, koşullara uygun güç merkezlerine göre pozisyon almakta ve mevzilenme biçimlerinde farklı görüntüler verebilmektedirler. Onların bugünkü koşullarda aldıkları yanıltıcı pozisyonlarına aldanmamalı, sürecin en etkin failleri oldukları göz ardı edilmemelidir. Dün Çevik Bir cuntasıyla saf tutup inançlı insanların ensesinde boza pişirmenin keyfini çıkarırken aynı zamanda cuntanın işlevini kolaylaştırıcı hatta teşvik edici pozisyonları unutulmamalıdır. Medya-sermaye çevrelerinin süngülü politikaları olmasaydı cuntanın amacına ulaşma noktasında bu denli başarı göstermeyebileceği gerçeği herkesin ortak kanaatidir.
Soruşturmalar için ilk adım atılırken sürecin habis uru niteliğindeki medyada da korku ve telaş çabaları, soruşturmalara sınır tayin etmek şeklinde kendini göstermiş bulunmaktadır. Sürece adapte olmuşluk karşısında suç olgusu yerine ‘ahlakilik’ kavramı öne çıkarılmakta, suça bizzat iştirak edenlerin önemli bir bölümü, ‘ahlakilik’ perdesinin arkasına saklanarak selamete çıkmanın hesapları yapılmaktadır.
Medyada olduğu gibi siyaset ve sermaye kesimi de bu konsorsiyumun bizzat ortakları olduğu gibi, sürece “ahlaksızlık” ilkesizliğiyle adapte olanların olduğu da doğrudur. Bazı durumlarda siyaset ve medyanın takındığı tavır suç kapsamına dâhil olmayabilir, ancak etik yönden tükürülmeye layık pozisyon alabildikleri hep vaki bir durumdur. Dolayısıyla “ahlaksızlık” prensibiyle meseleye yaklaşanların önemli bir bölümünün suç kapsamına giren o günkü darbesever pozisyonlarını sadece “ahlaksızlıklarıyla” örtme telaşı, yanıltıcı bir durum oluşturmamalı, bu ayırımı medya üzerinden empoze etmek yerine “suçluluk ile ahlaksızlık” arasındaki ince çizgi” yargı önünde ayrıştırılmalıdır.
Karargahı mesken tutan, paşaları görünce takla pozisyonuna geçen, brifingleri alkışlamaktan elleri şişen, fişlemeleri pislemeye dönüştürenler, paşam şunu da yapsanız demek için sıraya geçenler ile oluşan rüzgara göre yelken açan ahlak yoksunlarını elbette ayrı kategorilerde değerlendirmek mümkündür. Ama yine de süreçte yegane ölçü, mağdur kitlelerin vicdanlarının rahatlayacağı hukuki eşiğin sonuna kadar işletilmesi olmalıdır.
Dikkat edilmesi gereken önemli nokta, 28 Şubat sürecinde darbecilerden dualarını esirgemeyen kimi çevrelerin tıpkı Ergenekon sürecinde olduğu gibi oluşan soruşturma süreçleriyle beraber mağduriyet postuna bürünmeleri ve mağdurların hak arama duygularını istismar ederek bunun yerine kendi taassupçu menfaatlerini bina etme gayretleri söz konusudur ki, buna dikkat edilmelidir. Aslolan, dünkü darbe duacılarının bugünkü sahte mağduriyet duygularını tatmin etmek yerine, asıl mağdurların duygularının tatmin edilmesine odaklanmaktır.
Bu anlamda Ergenekon sürecindeki hatalar tekrarlanmamalı, halkın adalet beklentisi, dünkü darbe duacılarının bugünkü konjonktürel menfaatlerine kurban edilmemelidir.
Dış faktör olarak da Amerika ile israil’in darbedeki rollerinin tamamen ifşa edilerek gereğinin yapılmasıdır.
Açık ya da örtülü darbelerin hiç birisinin Washington’un bilgi ve onayı olmadan yapılmasının mümkün olmadığı gerçeği herkesin ortak görüşüdür. Dolayısıyla sürecin içerdeki piyonları soruşturulurken dış bağlantıların boyutu da önem arz etmektedir. Elbette Amerikalı ve İsrailli aktörlerin sanık sandalyesine oturtulması gibi bir durum imkan dâhilinde değildir. Ancak sürecin cadı avına dönüştürülmesinin resmi Amerikan belgesi olan meşhur darbe kriptosunun ne anlama geldiği iyice irdelenmeli, Amerika’yı darbe kriptosunu göndererek süreçte takip edilecek yöntemleri belirlemeye iten saikler üzerindeki sır perdesi aralanmalıdır.
İsrail faktörüne ise özel bir parantez açılmalı, o günün şartlarında Türkiye’yi İslam dünyasına karşı israil eksenine çekip siyonizmin çiftliğine dönüştüren iç ve dış aktörlerin icraatlarına ışık tutulmalıdır.
Daha da önemlisi, o günün şartlarında israil’le cuntacı klik arasında imzalanan düzinelerce anlaşmanın gizliliğini gerektiren esrarengiz durum üzerindeki sır perdesi aralanmalı, bugün bile mahiyeti, “Gizlilik” nedeniyle açıklanmaktan çekilen sır anlaşmaların niteliği, kapsamı ve Türkiye’ye maliyeti deşifre edilerek kamuoyunun bilgisine sunulmalıdır.
1993 – 1996 yılları arasında israil’le imzalanan anlaşma sayısı 13 olarak ifade edilirken, 1996’dan 1997 yılının ortalarına kadar imzalandığı söylenen anlaşma sayısı 20 olarak telaffuz ediliyor. Kaldı ki bu anlaşmaların çoğu “Gizlilik” perdesine hapsedildiği için mahiyeti dahi bilinmiyor. O günkü hükümetten bile habersiz, kimisi için Meclis onayı gerekirken cuntanın başına buyruk imzaladığı o anlaşmaların kaç tanesinin halen yürürlükte olduğunu, bunlardan hangilerinin Mısır’ın “Camp David”i niteliğinde olduğunu bugüne kadar öğrenme şansımız olmadı. israil’le restleşmenin yanı sıra sürecin soruşturulması için siyasi ortam sağlayan bugünkü hükümetin bile açıklayamadığı o gizli anlaşmaların mahiyetini sorgulamak ve öğrenmek elbette kamuoyunun en büyük hakkı olsa gerek.
israil’le yapılan anlaşmalardan bazılarının sadece başlıkları biliniyor.
Bunlar; TSK envanterindeki tank ve uçakların modernizasyonu, israil’den silah alımı, ortak askeri tatbikatlar, istihbarat paylaşımı ve İran ile Suriye’yi gözetleyecek istihbarat ekipmanlarının ilgili ülkelerin sınırlarına yakın noktalara kurulması, Türk hava sahasının israilli pilotların eğitimine açılması, serbest ticaret anlaşmalarıyla israil’e bir tür modern kapitülasyonların yolunun açılması, israil’e su temini gibi ana başlıklardan oluşmaktadır.
İçerdeki aktörler, cuntayı gaza getirmenin karşılığında kasalarını doldurdukları bilinmektedir. Ancak israil’le dans eden sürecin aktörlerinin fos çıkan tank-uçak modernizasyonu karşılığında ne tür haksız kazançlar sağladıkları açığa çıkartılmalıdır.
İstihbarat paylaşımının halkın değerlerine ve İslami camialara yüklediği faturanın detayları netleştirilmeli, Türkiye’yi israillilerin manevra alanına dönüştüren etkenler görünür kılınmalıdır. israilli asker-pilotların Türk hava sahasını katliamlar için eğitim alanına dönüştüren saiklerin iç yüzü açığa çıkarılmalıdır.
Peki, ama tüm bu beklentiler karşılanır mı?
Başbakan’ın süreçle ilgili “sonu nereye varacaksa…” sözü, içerdeki aktörler konusunda ümit vermektedir. Ancak dış faktörlerle ilgili istem ve arzuların çoğunun belki de tümünün havada kalacağı ihtimali yok değildir.
“Bölgesel popülizm” adına kıyısından köşesinden israile dokunulacağı beklentisi vardır. Ancak israille cuntacılar arasında imzalanan anlaşmaların hala “Gizlilik” derecesine haiz durumunun cari olması, bu alanın sorgu sürecine dahil edilmesine pek ihtimal bırakmamaktadır.
Kürecik dağlarına kurulan israili koruma kalkanı bu dönemde oluşturulurken israil’le imzalanan istihbarat anlaşmaları ve bu anlaşmaların bölge ülkeleri üzerindeki yıkıcı etkilerinin deşifre edilerek mahiyetiyle beraber ortaya konma ihtimali pek de mümkün görünmemektedir.
Bu durumda doğrudan darbe veya değişik yöntemler içeren müdahale geleneğinin içerdeki aktörleri ile yetinilmesi gibi bir durum ortaya çıkmaktadır ki, Washington ve Tel Aviv gibi asıl merkezler bir sonraki müdahale için fitne ocakları olmayı sürdürmüş olacaklardır.