• DOLAR 32.595
  • EURO 34.883
  • ALTIN 2505.231
  • ...
Tarihte Bugün - 23. Mart. 2018
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

TARİHTE BUGÜN - DOĞRUHABER - 23 MART

624: Uhud Savaşı yapıldı. Bazı tarihçiler Uhud Savaşının 625 yılında yapıldığını söylerler. 11 Martta Mekke'den çıkan müşrikler, Bedir'in intikamını almak ve Medine İslam Devletinin yükselişine engel olmak istiyorlardı. Taktiksel açıdan müşriklerin zahiri bir zaferi söz konusu olsa da stratejik açıdan müşrikler eli boş dönmüşlerdir. Zira Uhud Savaşındaki hatalarından ders çıkaran sahabeler, Hendek Savaşına azim ve kararlılıkla girmişti. Uhud Savaşı İslam Devletinin ayaklarını sağlamlaştırmış, Ömer Muhtar'ın deyimiyle "İnsanın belini kırmayan darbeler insanı güçlendirir" kaidesince Uhud, her ne kadar Hz. Hamza, Hz. Musab bin Umeyr, Abdullah bin Cahş, Hanzala bin Ebû Amir gibi 70'in üzerinde sahabi şehid edildiyse de müslümanları bilemiş, güçlendirmiştir.

1781: Güneş sisteminin dokuzuncu gezegeni Uranüs keşfedildi.

1876: Türk milliyetçisi, Batı hayranı Ziya Gökalp doğdu.

Yapıtları ve görüşleriyle Türkçülüğü ve Türk milliyetçiliğini önemli ölçüde etkileyen Türk toplumbilimci, yazar, şair ve siyasetçi Mehmet Ziya Gökalp, Meclis-i Mebusan'da ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekilliği yapmıştır. "Türk millîyetçiliğinin babası" olarak da anılmıştır. Siyasi düşmanları onun Kürt kökenli olduğunu öne sürdüğünde, Gökalp, babası tarafından Türk ırkına sahip olduğundan emin olduğunu ama aslında bunun önemsiz olduğunu belirtmiştir. "Sosyolojik çalışmalarımdan öğrendim ki milliyet, eğitime dayalıdır" demiştir. Atatürk'ün "fikirlerimin babası " dediği Ziya Gökalp, Cumhuriyet öncesi Jön Türklerden etkilenen sıkı bir İttihatçıdır. İttihat ve Terakkinin genel merkezinde görev alacak kadar da etkindir.

1931: Türk çocuklarının ilköğrenimlerini Türkiye okullarında yapmalarını zorunlu kılan kanun kabul edildi. İlköğrenimin Türk okullarında yapılmasını zorunlu kılan bu kanunda, "İlk tahsil çağındaki çocukların bu terbiye ve tahsili ecnebi mekteplerinde almalarının yanlış ve zararlı olduğu" ifade ediliyordu.

1956: Pakistan, ilk İslam cumhuriyeti oldu.

1960: Bediüzzaman Said-i Nursi Urfa'da vefat etti.

1980: Cumhurbaşkanı seçimi bunalımı yaşandı. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresi dolduğu sırada meclisteki en büyük 2 partinin liderleri Ecevit ile Demirel daha Cumhurbaşkanlığı için aday bile belirlememişlerdi. Son anda adaylar bulundu. Seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeter oyu alamıyordu. Meclis onlarca defa tekrar oylama yaptı fakat bir türlü yeni cumhurbaşkanı seçilemedi.

1998: Batı Çalışma Grubu olarak bilinen ajan kurumunun hazırladığı bir raporda 230 tane kadın eli sıkmayan kaymakam tespit edildi. Batı Çalışma Grubu bu kaymakamları askere bildirdi. Askerde MGK toplantısında bunu dile getirerek hükümete gerekeni yapması için baskı yaptı. Aynı raporda tarikatlarla direk bağlantısı olduğu iddia edilen 27 vali de gündeme getirildi. Gelin hep beraber bundan onlarca asır sonrasına hayalde bir yolculuk yapalım. Bir üniversite sıralarında "Dinler Dersi" adlı derse giriyoruz. Öğretim görevlisi, öğrencilere soruyor; "Evet Gençler! Onlarca asır öncesinde bir ülkede, ülkenin en tepe yöneticileri adına kaymakam denilen en yerel mülki amirleri tek tek 'Kadın eli tutan, tutmayan' diye ajan bir kurum aracılığıyla fişliyor. Ve 230 tane kaymakamın kadın eli sıkmadığını tespit edip bunları görevden almak için mesai harcıyor. Sizce bu ülkedeki din anlayışı nasıldı ve bu ülke insanlarının dini hangi dindi?

Onlarca asır sonrasından bahsediyoruz. Zehir gibi ve araştırmacı bir üniversite gençliğini tahayyül edersek, Dinler Dersine giren bu öğrenciler, fosillerden, arkeolojik kalıntılardan, mağaralardaki çizimlerden filan insanların inançları hakkında tahminde bulunabiliyorlar. Hocalarının verdiği bu bilgi üzerinden cevap vermek için gençlerin birer ikişer elleri kalkıyor. Hoca her birine sırayla göz işaretiyle izin verdikçe cevaplar da geliyor; "Hocam bahsettiğiniz ülke bence Yahudilerin ülkesi", bir diğeri "Bana kalırsa Hıristiyanlığın ağır bastığı bir ülke" bir başka öğrenci "Hayır, Yahudi ve Hıristiyanlar dini bir duruma bu kadar tepkili olamaz. Bence Ateist bir din", değişik bir öğrenci "Hayır! Hayır! Bence çok tanrılı ve putlara tapan bir din"

Hoca hiç birinin doğru cevabı veremediğini görünce "Hayır! Hepiniz yanıldınız. Burası halkının % 99'u müslüman olduğu sık sık söylenen, dedeleri Hacca deveyle gidenlerin ülkesi" der. Öğrencilerin ağzı bir karış açıkta kalır. Nasıl olur?

O günden sonra Dinler Dersi öğretmeni öğrencilerinin bu duruma bir anlam verebilmesi için Türkiye Cumhuriyetini Osmanlı İttihatçılarından başlayarak anlatması gerekmiş. Askeri vesayeti, darbeleri, 28 Şubatı, laik elit bir kesimin icraatlarını bir bir anlatmak zorunda kalmış. Dinler Dersi öğrencileri "Vah vah! O zamanda yaşayan müslümnalrın haline!" demiş...

1998: Dünya Sağlık Örgütü, intihar eğiliminin her yıl artış kaydettiğini, geçen yıl 16 milyon intihar girişimi olduğunu, 800 bin kişinin de bunu gerçekleştirdiğini bildirdi. İntiharların önemli bölümünün kişisel sorunlardan kaynaklandığı, kendisini tecrit edilmiş, yalnız, reddedilmiş, iş, okul, aile veya aşkta başarısız kabul edenlerin yaşamlarına son verme yoluna gittiğine vurgu yapılan raporda; "Her yıl 830 bin kişi intihar ediyor. En fazla intihar olayının görüldüğü ülke Çin`` dendi. İntiharın diğer nedenleri arasında işsizlik, yaşamdan umutsuzluk, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı bulunduğu, intihar nedenleri arasında son yıllarda ‘moda` olanların dikkat çektiği bildirildi. Özellikle ABD'de çok sevdiği sanatçıların intihar etmesi üzerine birçok hayranlarının da ölümü seçtiği kaydedilirken, Filistindeki istişhadi eylemler de intihar vakaları arasında gösterilerek "fikirleri nedeniyle intihar" kapsamında değerlendirildi.

2004: İsrail Kabinesi tüm Hamas liderlerini öldürme kararı aldı. İsrail Genelkurmay Başkanı Yaalon, Arafat ve Hizbullah lideri Nasrallah'ın da hedef olabileceğini söyledi. Bu arada, İsrail İç Güvenlik Bakanı, Şeyh Yasin'in bir gün önce öldürülmesinden sonra bütün Filistinli liderlerinin kendi hedef alanları içinde olduğunu söyledi. Bir müslüman, bir Yahudinin tavuğunu kışkışladığında ayağa kalkanlar ve Yahudi için gözyaşı dökenler, Ahmed Yasin'in şehadetinden sonra bir kınama bile yapmazlarken, Müslüman mahallesinde soğan doğrayıp ağlayanlar Yahudilerin "Filistin'in tüm liderlerini öldüreceğiz" açıklamasına gık etmediler.

2004: Fişleme deşifre oldu. Kocaeli'de evlilik işlemleri için belge isteyen bir kişi, "fişlendiği"ni tesadüfen öğrendi. Evlilik işlemleri için talep ettiği vukuatlı aile nüfus kaydında hakkında ''terör örgütü THKP/C Dev Sol örgütü üyesi'' değerlendirmesi olan şahıs, hukuk dışı bir şekilde kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu iddiasıyla, İçişleri Bakanlığı aleyhine 10 milyar liralık manevi tazminat davası açtı.

2012 : Suriyedeki Olayların Üzerinden Bir Yıl Geçti.

Ne Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin Ateşkes Uyarısı, Ne De İnsani Yardım Örgütlerinden Gelen Çağrılar Çatışmaları Durdurabildi.
Öte Yandan Suriye'den Kaçışlar Da Sürüyor.

Bugüne Kadar 30 Bin 829 Suriye Vatandaşı Türkiye'ye Sığındı.

Suriye'de Bir Yılı Aşkın Süredir Devam Eden Şiddet Olaylarında Ölenlerin Sayısı Da 9 Bini Aştı.

MERCEK

UHUD SAVAŞI
23 Mart 624: Uhud Savaşı yapıldı. Bazı tarihçiler Uhud Savaşının 625 yılında yapıldığını söylerler. 11 Martta Mekke'den çıkan müşrikler, Bedir'in intikamını almak ve Medine İslam Devletinin yükselişine engel olmak istiyorlardı. Taktiksel açıdan müşriklerin zahiri bir zaferi söz konusu olsa da stratejik açıdan müşrikler eli boş dönmüşlerdir. Zira Uhud Savaşındaki hatalarından ders çıkaran sahabeler, Hendek Savaşına azim ve kararlılıkla girmişti. Uhud Savaşı İslam Devletinin ayaklarını sağlamlaştırmış, Ömer Muhtar'ın deyimiyle "İnsanın belini kırmayan darbeler insanı güçlendirir" kaidesince Uhud, her ne kadar Hz. Hamza, Hz. Musab bin Umeyr, Abdullah bin Cahş, Hanzala bin Ebû Amir gibi 70'in üzerinde sahabi şehid edildiyse de müslümanları bilemiş, güçlendirmiştir.

Bedir Savaşından sonra Ebu Süfyan, Mekke Şirk Devletinin başkanı olmuştu. Bedir'de yakınları öldürülenlerin akrabalarının müslümanlara duydukları kini siyasi kariyerine rant yapmak isteyen Ebu Süfyan bu kini sürekli okşayıp durdu. Medine İslam Devletini yıkmak için yine bu kinden yararlanarak 3 bin kişilik tam teçhizatlı bir ordu kurdu. Bu ordu, 11 Marttta yola çıkarak Uhud Dağına yakın, Ayneyn denilen mevkide konakladı. Hicri olarak takvimler Hicretin 3. yılı Şevval ayını gösteriyordu.

Olay Resulullah'ın güçlü istihbarat ağı sayesinde hemencecik duyulmuştu. Resulullah (asv) ashabını istişare için topladığında O'nun fikri, Medine'de kalıp savunma savaşı yapmaktı. Baş münafık İbni Ubey de bu fikirdeydi. Buna göre, Medine evleri sur gibi kullanılacak, sokak başlarını mücahidler tutarken kadınlar da damların üstünden savaşacaktı. Fakat Bedir'e katılmamış olanlar ve gençler özellikle savunma savaşına itiraz ederek şehir dışında meydan savaşında ısrar ettiler. Resul-i zişan Efendimiz her ne kadar kendi fikrini defalarca savunduysa da meydan savaşı isteyenlerin ısrarları karşısında kalkıp evine girdi ve zırhını kuşanarak geri geldi. Bu arada peygamberlerini çok sıkıştırdıklarını farkedenler helak olmak korkusuyla; "Ey Allah'ın Resulü, Medine'de kalmak istiyorsan, öyle yap!" dediler. Fakat Resulullah (s.a.); "Bir peygambere, zırhını giydiğinde Allah kendisiyle düşmanları arasında hükmünü verinceye kadar çıkarmama¬sı yaraşır" dedi.

Resulullah (s.a.), 1000 kadar sahabenin başında sefere çıktı. Medine'de kalanlara namaz kıldırması için İbni Ümmi Mektum'u vekil bıraktı. Resulul-lah (s.a.) Medine'de iken bir rüya görmüştü. Rüyasında kılıcında bir körelme ve boğazlanan bir sığır, bir de elini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü. Kılıcındaki körelmeyi Ehl-i Beytin'den bir adamın bela¬ya uğraması, sığırı ashabından bir grubun şehid edilmesi, zırhı da Medine şek¬linde yorumlamıştı.

Resulullah Efendimiz (sav) ve ordusu Cuma günü yola çıkıp da Medine ile Uhud arasında bulunan Şavt'a var¬dıklarında Abdullah b. Ubey 300 tane münafığı alarak Medine'ye geri döndü. İbni Ubey'in ayrılma gerekçesi görüşüne itibar edilmemesiydi. Münafıklar ihanet ederek yarı yolda Allah Resülünün ordusundan ayrılmış. Lakin Allah Azze ve Celle bu ihaneti müslümanlar için rahmete çevirecekti. Şöyle ki; Uhud Savaşı sonrasında müslümanlar dağılmış, savaş yorgunu ve yaralıydılar. Hemen orda ikinci bir savaş olsa, çoğunun kılıç kaldırmaya takati bile olmazdı.

Bu durumda bazı müşrikler, Medine'ye saldırıp kadın ve çocuklarına kadar müslümanları yok etmeyi ve bu işi kökünden çözmeyi önerdiler. Ancak bazı müşrikler hemen atılarak; "Sakın ha! Muhammed çok akıllıdır. Daha savaşa başlamadan 300 tane adamını Medine'ye geri yolladı. Şimdi siz Medine üzerine 'bu işi kökünden halledelim' diye yürüyecek olsanız karşınızda hiç savaş yorgunluğu olmayan 300 tane silahlı adam çıkacaktır. Siz ise savaş yorgunu olduğunuz halde onlarla baş edemezsiniz" dediler. Bu, Medine'ye yürümeyi söyleyenlerin gözlerini korkutmaya yetti.

Böylelikle münafıkların ihanet edip döndüğü 300 kişilik güç, müşrikleri Medine'den uzat tutan bir hikmete dönüşüvermişti. Bu ihanetin arka planında bir hususu daha sorgulamak lazım... Münafıkların yarı yolda geri dönmeyi daha Medine'deyken planladıkları aşikardır. İbni Ubey'in de desteklediği Medine'de savunma savaşı verme fikri kabul edilmemiş, yola çıkılmış ve yarı yolda aniden "Ben Medine'de kalalım diyorum. Siz görüşüme itibar etmiyorsunuz" diyerek aniden geri dönüşü önceden bir plan olduğunu gösteriyor. Hani istişare Şavt denen mevkide karara bağlanmadı ki, münafıklar oradan geri dönsün. Peki, o halde; Niye yola çıkıp yarıda geride döndüler. Bu farazi sorunun cevabı elbette göreceli olacaktır. Ama kanımızca bu şekilde daha çok tahribat yapacak ve İslam askerlerinin morallerini daha fazla bozacaktı ve münafıklar da bunu iyi biliyordu. Medine'den hiç çıkmadan tavır alsalardı bu belki tarihe kaydedilecek kadar öneme dahi haiz olmayacaktı. Ama bakın bugün yarı yolda dönüşleri tüm siyer kitaplarında yerini alacak kadar önemli bir anekdot olmuştur. Bilmiyoruz, belki o 300 kişinin içinde münafık kopuşun galeyanına gelen saf kalpli kişiler de vardı. "Biz gidiyoruz, isteyen bizimle gelsin" ikiliğine aldanan ama münafık olmayanların da 300 kişinin içinde olamayacağını en azından belgelerle söyleyemiyoruz.

Resulullah (s.a.v) Uhud'a varıp vadinin ağzındaki Şib mevkiine kadar yoluna devam etti. Uhud dağını arkasına aldı. Ashabına, kendilerine emredinceye kadar savaşmalarını yasakladı. Cumartesi günü olunca aralarında 50 atlının bulunduğu 700 kişinin başında savaşa hazırlandı. 50 kişi olan okçuların başına Abdullah bin Cübeyr'i koyup, yırtıcı kuşların askeri pençeleyip gagaladığını görseler bile mevzilerinde durmalarını ve yerlerini asla terk etmemelerini emretti. Bu okçular ordunun arkasında yer alıyorlardı. Okçuları Müslümanları arkadan çevirmemeleri için müşrikleri okla püskürtmelerini emretti.

Resulullah (s.a.v) o gün iki zırhını içice giyerek ortaya çıktı. Bayrağı Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Ordunun iki kanadından birisine Zübeyr bin Avvâm'ı, di¬ğerine Münzir bin Amr'ı tayin etti.

Kureyşliler de savaşa hazırlandılar. Aralarında, 200 atlının bulunduğu 3.000 kişiydiler Sağ kanadı Halid bin Velid'in, sol kanadı İkrime bin Ebi Cehil'in komutasına verdiler.

O gün müslümanların parolası "Emit! Emit" idi. Yani, "Öldür! Öldür!"

Savaşa başladığında müşrikler kırılmaya başladılar. Her şey müşriklerin aleyhinde müslümanların lehinde gidiyordu.

Allah düşmanları bozguna uğrayıp yüz geri dönüp kaçtılar. Okçular onların hezimetini görünce, Resulullah'ın (s.a.) korumalarını emir buyurduğu Ayneyn tepesini terk ettiler ve: "Arkadaşlar! Haydi ganimete!" demeye başladılar. Komutanlarının, Resulullah'ın (s.a.) sözünü hatırlatmasına rağmen onu dinlemediler. Müşriklerin geri dönemeyeceğini zan¬nederek ganimet toplamaya gittiler ve geçidi boşalttılar. Askeri deha, Halid bin Velid bu durumu kaçırmadı. Okçuların tepeden indiğini görünce İslam ordusunun arkasından dolanarak geçitten geçtiler ve müslümanları arkadan çevirmeye imkân bulup kuşattılar. Önlerinde Mekkeli müşrikleri kovalarken arkalarında Halid bin Velid'in süvarilerini gören müslümanlar haliyle şaşkınlık yaşadı. Bu şaşkınlık Resulullah'ın dişinin kırılmasına, Hamza Ve Musab gibi çekirdek kadrodan mücahidlerin şehid edilmesine varan bir süreci tetikledi. Sahabe geri çekildi. Müşrikler Rasûlullah'ın (s.a.) yanma ka-dar geldiler. O'nu taşlamaya başladılar; yüzünü yaraladılar, alt çenesinin sağ tarafındaki küçük azı dişini ve başındaki miğferini kırdılar. Resulullah, fa¬sık Ebu Âmir'in müslümanlara tuzak kurmak için kazdığı çukurlardan biri¬ne sağ yanı üzerine düştü. Hz. Ali elini tuttu. Talha b. UbeyduIIah kucaklayıp bağrına bastı ve vücudunu ona siper etti.

Bu sırada Mus'ab b. Umeyr O'nun (s.a.v) önünde öldürüldü. Bayrağı Ali b. Ebî Tâlib'e verdi. Miğfer halkalarından iki tanesi o mübarek yüzüne batmıştı. Bunla¬rı Ebu Ubeyde bin Cerrah çıkarttı. Öyle asıldı ki, Resulullah'ın (s.a.v) yüzün¬deki o iki halkayı ısırmasının şiddetinden alt ve üst çenesinin ikişer ön dişi söküldü. Elmacık kemiğinin üstündeki yaradan sızan kanı Ebu Saîd el-Hudrî'nin babası Mâlik b. Sinan yavaşça emdi.

Müşrikler O'nu (s.a.) fark etmişlerdi. Dehşetle Allah'ın Resulüne saldırdılar. Müslümanlardan 10 kadarı, öldürülünceye kadar O'na (s.a.v) siper oldular. Sonra Talha müşriklere, Resulullah'tan (s.a.v) uzaklaştırıncaya kadar kılıç salladı. Ebu Dücâne, yüzünü Peygamberi¬mize dönerek sırtını siper etti. Oklar sırtına saplanıyor fakat o hiç kıpırda¬mıyordu. O gün Katâde b. Numan'ın gözü isabet alıp dışarı çıktı. Onu Resulullah'a (s.a.) getirdi. O da gözünü yerine koydu. Gözlerinin en sağlıklısı ve en güzel göreni o gözü oldu.

Müşriklerden biri ihtimalle Musab'ın cesedini Peygamberimize benzetince "Muhammed öldürüldü!" diye bağırdı. Bu haber, müslümanların çoğunun gön¬lüne düşünce birçoğu kaçtı.

Enes b. Nadr, bir grup müslümana rastladı; elleri yanlarına düşmüş, silahlarını atmışlardı.

— Ne bekliyorsunuz? dedi.

— Resulullah (s.a.v) öldürüldü, dediler.

— O'ndan sonraki hayatta siz ne yapacaksınız? Kalkın ve O'nun (s.a.v) öldüğü şey uğruna ölün, dedi. Sonra düşmana doğru yöneldi. Sa'd b Muaz'a rastlayınca; "Ey Sa'd! Uhud dağının yanında cennet kokusunu duyuyorum." dedi. Sonra öldürülünceye kadar savaştı. Vücudunda 70 darbe izi bulundu. O gün şehi olan 70'in üstündeki her bir sahabi'nin şehadet hikayesi oldukça yanık ve iç yakıcıdır. O gün o savaşta, er meydanında destan yazan her gazinin kılıç sallayışı emsali görülmemiş bir kahramanlık ve hamaset hikayesidir.
Neticede zahiren müslümanlar yenik düşmüş gibi görünse de sahabinin bu savaştan aldıkları dersler zafer yolunun en önemli kilometre taşı olagelmiştir.

Nitekim bir sonraki savaş olan Ahzap ya da diğer adıyla Hendek savaşında Resulullah Medine'de savunma savaşı deyince kimse itiraz dahi etmemişti. Hendek savaşı da tüm tarihçilerce ifade edildiği üzere Mekke Şirk  Devletinin belini kıran ve bir daha doğrulamadığı savaştır. Zira müşrikler  İslam üzerindeki tüm iblisane emellerini, müslümanların yok edilmesi hayallerini, Lat ve Uzza'ya ibadet garantisini hendekte gömüp gitmişlerdi. Farazi olarak 6. yıldaki Hendek Savunma Savaşını, 3. yıldaki ve Resulullah'ın savunma savaşı olmasını istediği Uhud Savaşına dönüştürebilseydik şunu da diyebilirdik; Eğer Uhud'da meydan değil de Resulullah'ın fikri üzere savunma savaşı yapılsaydı 6. yıldaki Hendek zaferi, 3, hicri yılda kazanılmış olacaktı. Farazi bu kıyasa bağlı kalırsak şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Uhud Savaşını meydan isteyenler ve bunda Allah'ın Resulüne ısrar edenler ve Ayneyn Tepesi Okçuları, zaferi 3 yıl geciktirmişlerdir. Münafıkların aslında rahmete çevrilen ihanetinden daha ağır bedeller ödeten hatalar zinciri olmasaydı Hendek zaferi 3 yıl erkene taşınacaktı. Rakamsal olarak 1, 2,3 demek kolay gelebilir. Ancak bu 3 yılın sebep olduğu sosyal kayıplar ve toplumsal planlar onlarca yıllık bir zarara tekabül eder. Sosyolojide bir toplum üzerinde 3 yılın etkileri, sonraki onlarca yılı etkiler.
Ama her anı ile ümmete bir gelecek çizen Allah Resülünün hayatında bu da olmalıydı ki, binlerce yıl sonra dahi müslümanlar kendilerine pay çıkarabilsinlerdi.

*************************************************************************************
Stanford Hapishane Deneyi
23 Mart 1933: Stanford Hapishane Deneyi ile tanınan ABD'li psikolog
Philip Zimbardo doğdu.

Amaç
Phillip Zimbardo, kendi deyimiyle “iyi insanları kötü yerlere koyduğunuzda” neler olacağını merak ediyordu. Çevremizden ne ölçüde etkileniyorduk? İçsel özelliklerimiz, örneğin inançlarımız ya da tutumlarımız, bazı durumlardan sıyrılmamızda ve çevresel etkenler ne olursa olsun kendi yolumuzda ilerlememizde ne derece etkindi? Bu sorularla yola çıkan Zimbardo, cevapları bulabilmek amacıyla sonradan Psikoloji literatüründe bir kilometre taşı olacak olan meşhur deneyini tasarladı.

Ön hazırlıklar

Zimbardo, “kötü yer”e karşılık olarak bir hapishaneyi seçti. Deneyin tamamen kontrollü olabilmesi için Stanford Üniversite`si Psikoloji Bölümü binasının bodrum katı hapishane görüntüsü verilecek şekilde düzenlendi. Bunu yapmak için, örneğin, bu katta bulunan ofislerin kapıları demir parmaklıklı hapishane kapılarıyla değiştirildi. Ofislerin, yani hücrelerin, içine üçer yatak yerleştirildi. Ufak bir kiler büyüklüğündeki depo benzeri bir oda da ceza odası olarak tasarlandı. Mahkûmlar, cezalandırılacakları zaman tek başlarına bu karanlık ve ufak odaya kapatılacaklardı.

Hapishanenin fiziksel görünümünün yanında mahkûmların ve gardiyanların giyecekleri şeyler de en ince ayrıntısına kadar düşünüldü. Gardiyanlar, resmi üniformalar giyeceklerdi. Bir de, yansıtmalı güneş gözlüklerinden takacaklardı. Bu güneş gözlüklerinin seçilme nedeni, karşı tarafın gözlerinizi görmesini engelliyor olmalarıydı. Bu sayede mahkûmla gardiyan arasında kurulabilecek ikili insani bağın engellenmesi hedefleniyordu.

2 hafta sürmesi tasarlanan deney için gereken tüm koşullar oluşturulduktan sonra geriye tek bir şey katılıyordu; katılımcıları bulmak.

Gazeteye verilen ilana yanıt veren 75 öğrenci arasından yapılan bir dizi fiziksel ve psikolojik test sonucu seçilen 21 sağlıklı erkek, rastgele gardiyan ya da mahkûm rolüne atandı. Zimbardo da hapishane müdürü görevini üstlendi. Böylece deney başlamış oldu.

Deney Süreci

Zimbardo`nun ilk işi gardiyanları bir araya toplayarak onları hapishanenin kuralları konusunda bilgilendirmek oldu. Kurallar çok basitti. Gardiyanlar hapishane içinde düzeni sağlamakla yükümlüydüler. Herhangi bir mahkûm kaçtığı takdirde deney sona ererdi ki, bu saat başına günümüz parasıyla yaklaşık 75 dolar alan katılımcılar için çok büyük bir para kaybı demekti ve mahkûmlar üzerinde şiddet uygulamak yasaktı.

Gardiyanlar da hazır olduğuna göre sıra mahkûmları hapishaneye getirmeye gelmişti. Deneyin her adımının gerçeğe uygun olması için mahkûm rolündeki katılımcılar evlerinden polis arabalarıyla tutuklanarak ve gözleri bağlı bir biçimde getirildiler. Böylece üniversitenin bodrum katında olduklarını anlamayacak ve deneyin verdiği gerçeklik hissi tehlikeye düşmeyecekti. Hapishaneye getirildikten sonra soyuldular, arandılar ve aşağılayıcı bir kısalıkta olan tek tip beyaz bez elbiseler giydiler. Bu elbiselerin her birinin üzerinde mahkûmun numarası yazılıydı. Mahkûmlar, bu süreç tamamlandıktan sonra, hücrelerine yerleştirildiler. Böylece deneyin ilk günü sona ermiş oldu.

İkinci gün, olaylar kızışmaya başladı. Mahkûmlar, bir isyan başlatarak yataklarını hücrelerinin içinde gardiyanlara karşı barikat kurmak için kullanmışlardı. İsyanın lideri, mahkûm 8612, gardiyanlar tarafından ceza odasına kapatıldı. Bu olayın üstüne gardiyanlar, kimin patron olduğunu mahkûmlara göstermeleri gerektiğine karar vererek onlar üzerinde büyük bir baskı uygulamaya başladılar. Gardiyanlar tarafından gece yarısı, hiçbir neden yokken, sık sık uyandırıyorlardı. Gardiyanlar onlara çıplak elleriyle tuvaletleri temizletiyordu. Mahkûmlar sürekli hakarete maruz kalıyor, gardiyanların saçma isteklerine itaat etmezlerse cezalandırıyorlardı.

Bu koşullara daha fazla katlanmak istemeyen 8612, deneyden ayrılmak için Zimbardo`yla görüşmek istedi. Zimbardo, bir psikolog değil bir hapishane müdürü olarak onunla konuştu ve bir teklifte bulundu. 8612`yi gardiyanlara karşı koruyabilirdi. Ancak, karşılığında mahkûmların ne yapıp ne ettiğine ilişkin bilgilendirilmek istiyordu. Başka bir deyişle Zimbardo, 8612`ye ispiyonculuk yapması gerektiğini söylüyordu. 8612`ye bu teklifi bir düşünmesi, kabul etmeyip de yine de çıkmak isterse gidebileceği söylendi.

Kafası karışmış bir halde hücresine dönen 8612, hücre arkadaşlarına çıkmak istediği halde izin verilmediğini ve “kimsenin dışarı çıkarılmayacağını söyledi. 8612`ye, daha önce de anlattığımız gibi, istediği zaman çıkabileceği söylenmişti. Zimbardo`ya göre deneyi gerçek bir hapishaneye çeviren, isyanın lideri olan 8612`nin hücredekilere kimsenin çıkamayacağını söylediği gün oldu.

8612, hücresine döndükten kısa bir süre sonra tuhaf davranışlar göstermeye başladı. Davranışları, yoğun stres altında ortaya çıkan ciddi psikolojik rahatsızlık işaretleri taşıyordu. Zimbardo`ya göre, 8612`nin planı delirmiş gibi davranmak böylece mecburen hapishaneden çıkarılmaktı. Ancak 8612 rolüne kendisini öylesine kaptırdı ki bir süre sonra belirtileri iyice kontrolden çıktı. Böylece Zimbardo ve ekibi, onu hapishaneden çıkarmak zorunda kaldı.

Kurgu ve gerçeklik arasındaki çizgi giderek belirsizleşmeye, çıkarılan 8612`nin bir grup arkadaşını toplayarak geleceğine ve mahkûmları özgür kılacağına ilişkin söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Bu söylentilerin gerçek olmasından korkan Zimbardo, deneyini korumak amacıyla hapishaneyi ve mahkûmları başka bir binaya taşıdıktan sonra eski hapishanenin boş koridorlarında oturup 8612 ve arkadaşlarının gelmesini beklemeye başladı. Onlara deneyin sonlandırıldığını söyleyecek, böylece hapishanesinin devamlılığını sağlamış olacaktı. Bu noktada Zimbardo`nun yanına bir başka araştırmacı geldi ve ona bu deneyin bilimsel dayanağı hakkında sorular sormaya başladı. Zimbardo öfkeden delirmişti. Birazdan burada büyük bir isyan ve karmaşa olacakken bu adam bilimsel verilerle ilgili sorular soruyordu. Görüldüğü üzere, Zimbardo da deney sürecinde değişim geçirerek bilim insanı rolünden sıyrılıp hapishane müdürü rolüne kendini iyice kaptırmıştı.

8612`nin geleceğine ilişkin söylentiler boşa çıktı. Hapishane, orijinal yerinde yeniden inşa edildi ve mahkûmlar eski yerlerine transfer edildiler. Tüm bu işi yapmak zorunda kalmış olan gardiyanlar, sinirlerini elbette mahkûmlardan çıkarmaya karar verdiler. Gardiyanların yeniden sınırları zorlar hale gelmiş olan aşağılayıcı tavırlarına isyan eden bu kez 819 oldu. 819, hücresinden çıkmayarak sabah sayımlarına katılmayı reddetti. İsyanı kırmak için gardiyanlar 819`un hücre arkadaşlarına yüklenmeye başladılar. Bu olay, mahkûmlar arasındaki bireyselliği iyice ortaya çıkarmıştı. Daha fazla ezileceklerine gardiyanlar ne derse yapmaya razı oluyorlardı. Kimse birbirine destek çıkmıyordu.

819 da araştırmadan ayrılmaya karar verdi. Zimbardo, 819`a katılımından dolayı teşekkür etti. Erken ayrılıyor olsa da 2 haftalık paranın ona ödeneceğini söyledi. Zimbardo ile 819 arasında bu kapanış konuşması geçerken, hapishaneden mahkûmların sesleri duyulmaya başlandı. “819 kötü bir şey yaptı” diye hep bir ağızdan bağırıyorlardı. Bunları duyan 819, gitmekten vazgeçti. Hapishaneye geri dönüp oradaki diğer kişilere kötü bir mahkûm olmadığını kanıtlamak istiyordu. Zimbardo, 819`un bu sözleri üzerine aslında sıradan üniversite öğrencileri olan bu erkeklerin gerçeklik algısının ne kadar bozulmuş olduğunu gördü ve 819`a şöyle cevap verdi; “Sen kötü bir mahkûm değilsin. Çünkü sen bir mahkûm değilsin!” 819 ancak bu sözleri duyunca kendine gelip gerçek dünyaya dönebildi ve deneyden ayrıldı.

819`un boşalan yerine, yedek listesinden biri çağırıldı. Yeni mahkûm, sürecin en başından beri orada olan diğerlerinin aksine, kuralları ve rolleri çoktan oturmuş ve aslında kontrolden çıkmış bir hapishaneye geliyordu. Hapishanenin işleyişini görüp gördüklerinden hiç hoşlanmayan bu yeni mahkûm, gardiyanlara bunun bir delilik olduğunu ve çıkmak istediğini söyledi. Ancak, gardiyanlar onu bunun gerçek bir hapishane olduğuna ve çıkma imkânının bulunmadığına ikna etmeyi başardılar.

416, gardiyanların acımasız davranışları karşısında bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Hapishanede bulunduğu kısa süre içerisinde bile kimliğini kaybetmeye ve birey olmaktan çıkıp ‘416`laşmaya başladığını hissediyordu. Böylece, 416, açlık grevine girdi. Gardiyanların tüm yaptıklarına karşılık olarak onları zor durumda bırakmanın bir yolunu bulmuştu. Gardiyanlar ise şöyle düşünüyordu “Tam 3 gün uğraşarak elde ettiğimiz gücümüzü bu yeniyetme nasıl olur da elimizden almaya kalkar? Bunun bedelini ödeyecek!”.

Böylece gardiyanlar, daha doğrusu gardiyanların arasından lider pozisyonuna geçmiş John Wayne (Jon Weyn) lakaplı olanı, onu ceza odasına kapattı. Diğer mahkûmları da onun yaptıklarından dolayı cezalandırarak hücre arkadaşlarının öfkelerini doğrudan 416`ya yöneltmelerini sağladı. Kızgın mahkûmlar ve gardiyanlar sürekli olarak 416`nın içerisinde kilitli olduğu ceza odasının kapısını yumrukluyor ve tekmeliyordu. 416 üzerindeki baskı giderek artıyordu. John Wayne`in mahkûmların çarşaflarını vermelerine karşılık 416`yı salıverme teklifi bile reddedilmişti. 416 ceza odasında kalmış, mahkûmlar da çarşaflarından ayrılmamıştı.

4. günün sonuna gelindiğinde 4 mahkûm baskıya dayanamamış ve salıverilmişti. 416, açlık grevinin 2. günündeydi. Ve deneyin daha 9 gün devam etmesi gerekiyordu.

Bu arada Zimbardo`nun deneyini gözlemlemeye Christina Maslach (Kıristina Maslaş) adında bir meslektaşı geldi. Maslach, hapishanede gördüklerine inanamadı ve derinden etkilendi. Zimbardo onun bu duygusal tepkisini yadırgadı ve hatta onunla bu olaya profesyonel açıdan bakamadığı için bilimsellik üzerine bir kavgaya tutuştu. Maslach ise buna şöyle cevap verdi; Genç çocuklar acı çekiyorlar ve bunun sorumlusu sensin. Bu sözler üzerine, ertesi gün yani 20 Ağustos 1971`de, başlangıcından bu yana henüz 6 gün geçmişken Zimbardo deneye son verdi.
Sonuçlar

Stanford Hapishane Deneyi adıyla anılan bu deney Psikoloji literatüründe, sosyal roller ve itaat başta olmak üzere pek çok alanda bulgu sağladı. Sıradan ve sağlıklı üniversite öğrencilerinin 6 gün içinde sadist gardiyanlara ya da tamamen itaatkâr ve pasif mahkumlara dönüşebilmiş olması, bu sosyal faktörlerin kişisel davranışlar üzerinde ne ölçüde etkili olabileceği konusunda önemli bir gösterge oldu. Kuşkusuz deneyin en ilgi çeken noktalarından biri de öğrencilerin çoğunun bunun bir deney olduğunu ve istediği zaman çıkacaklarını bilmelerine rağmen hapishane ortamını ve buradaki rollerini içselleştirip dışarı çıkmayı denemek yerine ya itaat ederek koşulları kabullenmesi ya da isyan çıkarması oldu. Birkaç örnek hariç katılımcıların çoğu hapishane için çözüm yolları ürettiler.

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir