• DOLAR 32.585
  • EURO 34.788
  • ALTIN 2522.96
  • ...
Başka Bir Açıdan Bediüzzaman - 2
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Onun hayatı ve mücadelesi baştan sona ihlâs temeli üzerine kurulmuştur. O, bütün baskılara rağmen İslamî duruşunu gevşetmemiş, tevile gitmemiş ve asla sistemin kabullerini kabullenmemiştir. Rejimin din ve dindar insanlara karşı güttüğü düşmanca politikalara karşı sabır ve metanetle karşı durabilmiş ve sahadan çekilmemiştir. “Halkın imanına saldırı var” diyerek iman cephesini kuvvetlendirmeye çalışmıştır. İhtilaflı meselelere girmemiş ve aleyhinde olanlara karşı bile kucaklayıcı olmuştur.

Muhammed Şakir
Bediüzzaman Hazretlerinin vefatının yıldönümü münasebetiyle kendisini bir daha yâd etmek ve davasında onu başarıya götüren nedenleri anlayabilmek için geçen hafta başlattığımız yazımıza bu hafta da devam ediyoruz
 
Üstad ve cami
Üstad devlet tarafından camilerden engellenmedikçe camileri terk etmez. Dönemin şartları gereği camilerden pek istifade edememiş olabilir ama camiler onun davsının en müstesna mekânları olmuştur.

Daha Van’dayken (yani sürgün edilmemişken) kalacağı müsait yerler olmasına rağmen o camiyi tercih eder ve caminin içinde kalır. Camiyi okuma ve görüşmeleri için ev edinir… Sürgün gönderildiği Burdur’da evvela bir evde kalmışsa da bilahare bir camiye geçer, ders ve irşad vazifesini orada sürdürür. Buradan da Barla’ya gönderildiği zaman da aynı şekilde yine mescid hükmünde küçük camisinde kalır. Ve tahkiki iman hareketini esasen buradayken başlatır. Emirdağı’na sürgün olarak gönderildiğinde de 1944 yılından 1946 yılı kışına kadar düzenli aralıklarla camiye devam eder. Sözünü ettiğimiz bu yerlerin tamamına devlet tarafından engellenmediği sürece devam etmiştir. Sonraki yıllarda davet çalışmalarını (çok partili sisteme geçtikten sonra) fırsat ve imkân buldukça camilerde halka açık yapmaya gayret etmiştir. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki şayet Üstad imkân bulabilseydi camileri çalışma hizmetinin merkezi olarak ele alacaktı. Çok yerde teşebbüs etmesine rağmen sistemin baskılarından dolayı yol bulamadı. Ama o caminin insanıydı. Hâlbuki tam da bu dönemde diğer bazı dindarlar camilere gitmenin bid’at olduğu tartışması ile meşgul idiler.

Tamiri esas alan bir anlayış
Başkaları soğutup kaçırtırken Üstad toparlayıp ısıttıran olur. Tahrip değil, ta’mir eden, dağıtan değil toparlayan olur. “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve küçük bir haneyi ta’mir etmiyor, belki küllî bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı ta’mir ediyor ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müflis âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkar-ı ammeyi ve umumun bahusus avam-ı mümininin de istinatgahları olan İslamî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’an’ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor…” (RNK, 1: 931) Bu şekilde, cemaatsiz bırakılan Kur’an’ın cemaatine kavuşması için adeta çırpınıp duruyor. Kendini ve bütün hayatını kurban ediyor.
Bu ve benzeri birçok kuşatıcı ve kucaklayıcı metodu sayesinde ve tabii ki Allah’ın inayetiyle, iğneyle kuyu kazar gibi sıfırdan başlayarak Kur’an ve iman prensiplerinden bir cemaatin inşasına muvaffak olur. Kendi tabiriyle bu “Sahabe mesleğini (yolunu)” esas alan bir cemaattir. Gerçi Üstad sayıya pek önem vermez ama daha o dönemde (1950’lerde) Afyon Savcısı, bu cemaatin beş yüz bin mensup ve taraftarı olduğundan resmen söz eder. İşte cemaatin bu “tamiri esas alan” anlayışı ile şefkatle daveti cemaatin etkinleşmesine vesile olan başka bir etkendir.

İman hizmetinde cemaatin tek başına olması
Cemaati ve Üstadı etkin kılan hususlardan biri de, bu dönemde, iman hizmeti anlarında cemaatin neredeyse tek başına olmasıdır. Cemaat çapında ve tarzında mücadele eden başka bir İslamî hareket yoktur. Gerçi İslamî hizmetin tümden silindiğini ve hiç yapılmadığını söylemek büyük bir iddia olur ve doğru da olmaz. İslamî vecibelerini yerine getirmek için çabalayan birçok İslamî şahsiyetin varlığını biliyoruz… Hususen Kürdistan’da bazı belli dergâhlar, yanı sıra dar bir çerçevede olsa bile bazı medreseler ve yine sesleri pek çıkmıyor olsalar da İslamî bazı mecmua sahipleri vardır. Fakat bunların sesi etkin çıkmadığı gibi faaliyet alanı da dar ve sınırlıdır. Halka tesir etmekten, yönlendirmekten uzaktır. Aksiyon tecdidi bir hareket olarak bu meydanda sesi en gür çıkan Bediüzzaman ve onun Risale-i Nur Cemaatidir.

Zor zamanlarda davadan taviz vermeme
İslamî cenahtan İslam adına çıkan bazı sesleri, biz daha ziyade 1945 yılından sonra duymaya başlıyoruz. Bu da İkinci Dünya Savaşı sonrası, dünyanın, iki kutba ayrıldığı ve Türkiye’nin zorunlu olarak makas değiştirdiği yıllara denk düşmektedir. Sistemin işleyiş anlayışında esneme, âdeta olmazsa olmazlar arasına girmiştir… Bunlardan en dikkat çekici olanı çok partili sisteme geçiştir. Bu nedenle CHP de o ana kadar sıkı tuttuğu vidalarını gevşeme hesabına girmiş bulunuyor.
Bu dönemle paralel bir biçimde seslerini duyurmaya çalışan belirli sayıda birkaç dergi-mecmua (M. Kara’ya göre 1947’lerde 11 tane İslamî dergi çıkmakta…) nın ana gündemleri arasında İmam-Hatip kursları, İmam-Hatip okulları ve İlahiyat Fakültelerinin açılması gibi konular vardır. Üstadın halk içinde yaptığı hizmete denk ve benzer bir durum yoktur. Dergilerin işlediği konulara gelince, bunlar artık CHP içinde de tartışılmaktadır. Ve artık risk /tehlike olmaktan çıkmıştır. Burada şunu belirtmekte yarar var; CHP’nin bu gibi dini mevzuları tartışmaya açması, esasen Müslümanların hayrı için değil, tamamen ülkenin içine girdiği sürece ve dolayısıyla siyasi menfaatleriyle alakalı bir şeydir.

Hâlbuki Bediüzzaman tehlikenin dorukta olduğu bir zamanda işe el attı. “Tehlike geçsin, öyle, bir şeyler yaparım…” gibi bir düşünce içinde olmadı. Hayatının sonuna kadar nice büyük badireler atlattı, tirani zulümlerle boğuştu durdu. Sürgünden zindana, zindandan sürgüne sürüldü. Buna rağmen asîl duruşunu bozmadı davasından taviz vermedi. Bu durum, insanların kendisini duymasına vesile oldu. İnsanlar Bediüzzaman isminde kahraman bir hocayı duydu. Bu hoca tavizsiz bir şekilde İslam davasını savunuyor, kimseden menfaat beklemiyor, ihlâsına hâlel getirmiyor, tavizsiz ve korkusuzdur… Bu hoca inkılâp softalarına kafa tutuyor… Dilden dile aktarılan bu asîl duruşa ek olarak alternatifinin bulunmayışı da başka bir etkendir.

Sırran tenevveret
Bilelim ve kabul edelim ki Üstad son derece gizli çalışmış, faaliyetlerini gizli yürütmüştür. Derslerini gizli yapmış, risalelerini gizli te’lif etmiş ve aynı şekilde gizlice çoğaltıp dağıtmıştır. Cemaat mensuplarıyla ilişkisi, dayanışma ve haberleşmesini döneme göre son derece dikkat çekici yöntemlerle sürdürmüştür.

Üstad bu işte İmam-ı Ali’ye (ra) atıf yapmakta bu tarzını ondan aldığı derse bağlamaktadır. “Gerçi Nurlar girdikleri her yerde galebe eder, fakat mütemerrid ve muannid zındıkları, maddiyunlar, ellerinden geldiği kadar fütuhatına fütur vermek için desiselerle ve ehl-i siyasete evham vermeğe çalışıyorlar. İnşallah bir halt edemezler. Fakat ihtiyat her vakit iyidir… Vazifemiz, ihlâs ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyatla sırran tenevveret irşad-ı Aleviyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir.” (Emirdağ Lahikası)

Bediüzzaman, İmam-ı Ali (ra)’ye ait olduğunu söylediği “sırran tenevveret” sözünü “gizli gizli irşat et” manasında alıp kullanır. Bu şekilde, hizmetin mahrem kısmına taalluk eden bütün işlerini gizlice, kendi tabiriyle “perde altında” yürütmüştür. Şayet öyle yapmasaydı imanî faaliyetlerini o seviyeye ulaştırması müşkül olurdu, belki de olmazdı veya daha başka risklerle karşı karşıya kalabilirdi. Çünkü dönemin Ergenekoncuları rahat çalışmasına müsaade etmezlerdi ki ellerinden gelen her şeyi de yaptılar zaten…

Üstadın kendine has tarzı
Üstad, Külliyatın telifine 1926 yılında Barla’da sürgündeyken başladı. Ve iyine sürgündeyken, 1945 yılında Emirdağı’nda telifi tamamladı. Bu gün bir hazine değerinde elimizin altında bulunan bu eserlerin tamamı gurbetlerde, sürgünlerde ve önemli bir kısmı da sürgündeyken zindan hücrelerinde telif edilmiştir.

Şu inkâr edilmez bir gerçektir ki, üstadın te’lifine vesile olduğu Risale-i Nur Külliyatı, sıradan yazılmış herhangi bir esere benzememektedir. Risaleler bir amel ve cemaat programı olarak meydana gelmiştir. İnsanlar Risale metinleri vasıtasıyla tanışmış, bir birleriyle ilişkiye geçmiş, bir araya gel(e)meden mütesanid bir cemaat halini almışlardır. Sonraları zorunlu mekânlar (zindan ve mahkemeler) da ve çok sonraları ise geniş ortamlarda bir araya gelip etkinliklerde bulunmuşlardır. Bu nedenle Üstadın burada takip ettiği yol bir hayli dikkat çekici ve esasen yeni bir yol gibidir.

Bilebildiğimiz kadarıyla sair cemaat, hareket ve tarikatlar ekseriyetle ya bir mürşidin etrafında, ya karizmatik bir âlimin yanında veya aksiyoner fikre sahip bir liderin arkasında oluşmuşlardır. Ve işaret olunan zevatın önerdiği mevcut bir müfredat (Bu, her zaman kamil bir müfredat olmayabilir tabîî) tan okumak ve beslenmek suretiyle hizmetlerini yapmışlardır. Üstadın sisteminde ise, bu olmamıştır. O, Risalelerden başka hiçbir âlimin eserini önermemiştir… Bu şekilde, Risale-i Nur Cemaati, Risaleleri okuyarak ve ondan manevi manâda beslenerek oluşmuş bir cemaattir. Bu cemaatin oluşum aşaması için çok ilgi çekici yöntemler kullanılmıştır ki, yerimiz bunlara girmek için müsait değildir.

(Devam edecek)
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir