• DOLAR 32.6
  • EURO 34.808
  • ALTIN 2491.072
  • ...
Geçmişin Yükü Altında Ezilen Ülke: Lübnan
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

İşte SDAM'ın kamuoyuyla paylaştığı analizi...

I. Körfez Savaşı'yla birlikte bölgenin Sykes-Picot Anlaşması'ndan kalma düzeninin bozulmasından sonra bölgede ortaya çıkan yapılardan DEAŞ'ın Irak ve Suriye'deki alanlardan çekilmesiyle bölgeyi paylaşma sürecine girildi. Bölgedeki söz konusu gelişmelerden kazançsız çıktığı gibi, bu gelişmelerin sonuna doğru gelindiğinde bölünme ve yıkılma tehdidi hissetmesi, Suudi Arabistan'ı ABD ve İsrail'e daha çok yaklaştırdı. İsrail'le ilişkisini açığa vuran Suudi Arabistan, ABD merkezli küresel Yahudi lobisini kendisini himayeye ikna etmek için İsrail'i ödüllendirmek istemekte ya da İsrail'in bu yöndeki talebini yerine getirmekte istekli görünmektedir. Bu durum, İsrail'in öteden beri yayılma alanı olarak gördüğü Lübnan'ın istikrarsızlaşarak savaşın eşiğine gelmesine yol açmaktadır.

Lübnan Başbakanı Saad Harirî'nin 4 Kasım'da Riyad'da bulunurken Lübnan'daki can güvenliğini öne sürerek istifası, Suudi Arabistan'ın Lübnan'a duyduğu ilgiyi bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Harirî'nin Suudi Arabistan Veliahdı Muhammed b. Selman'ın baskısıyla istifa ettiği ve Bin Selman'ın bu istifayla oluşacak istikrarsızlığı İsrail lehine değerlendireceği yönündeki belirtiler; Harirî'nin 22 Kasım'da Beyrut'a dönüp istifası Cumhurbaşkanı Mişel Avn tarafından kabul edilmediğinden görevine dönmüş olmasına rağmen azalmış görünmemektedir.

Analizimiz Lübnan'la ilgili son gelişmeleri tarihsel arka planıyla birlikte irdeleyerek muhtemel gelişmelere ışık tutmayı amaçlamaktadır.

Anahatlarıyla Lübnan Tarihi

Kuzeyi ve doğusu bir hilâl şeklinde Suriye topraklarıyla kuşatılmış olan, güneyde 60 kilometrelik bir sınırla İsrail işgali altındaki topraklara komşu; batıda ise genişçe Akdeniz'e açılan Lübnan, Hz. Ömer döneminde başlayıp Emeviler döneminde devam eden fetihlerle İslâm coğrafyasına katıldı ve Şam bölgesi içinde görülerek yönetildi.

Muaviye Dönemi'nde Bizans'a karşı yürütülen deniz savaşlarının ve Bizans'a karşı denizden gelecek saldırılara karşı savunmanın merkezine dönüştürülen Lübnan'ın imar ve iskânı Emeviler dönemi boyunca önemsendi. Bu amaçla, Benî Rebîa ve Benî Hanîfe gibi Arap kabileleri bölgeye yerleştirildi; bazı İranlı kabileler de Beyrut, Sûr ve Sayda şehirlerinde iskân edildi. Bu iskân politikası İslâmiyet'in Lübnan'da yayılmasını sağlarken bölgenin nüfus yapısında önemli yeri olan Mârûnîler de aynı süreçte Bizans'taki mezhep çatışmalarından dolayı bölgeye yerleştiler. Bütün bu grupların yanında Bizans kaynaklarında Mardaites (Merdeîler), Arap kaynaklarında Cerâcime olarak adlandırılan ve çıkardıkları isyanlarla sık sık problem oluşturan bir grup da VIII. yüzyılda bölgeye yerleşti. Bizans gazâlarıyla meşgul olan ve kendilerine “zühhâdü's-sugur" denilen dervişler ise daha çok sahil bölgelerinde iskân edildi. Böylece Emevîler döneminde genel olarak Lübnan'da tarımla uğraşan Hrıstiyanlarla Trablus, Beyrut, Sayda ve Sûr gibi sahil şehirlerinde gazâ ile meşgul olan Müslümanlardan oluşan bir toplumsal yapı ortaya çıktı. Abbasîler de Emevilerin Lübnan politikasını sürdürerek başta Sûr olmak üzere Lübnan limanlarını Bizans'a karşı tahkim ettiler ve Tenûhîler, Kilâbîler gibi Arap kabilelerini Lübnan'a yerleştirdiler.[1]

Lübnan 9. yüzyılın sonlarına doğru Mısır'ın yönetimini ele geçiren Tolonoğulları'nın hâkimiyetiyle Mısır'ın etkisi altına girdi. Aynı dönemde ortaya çıkan Şii İsmailîlik Hareketi'nin Arap Yarımadası'ndaki etkin kolu Karamatilik, Suriye ve Lübnan'da etkili oldu. Bölgeye Emevîler döneminde yerleştirilen sözü geçen Arap kabilelerin bir bölümü Karamatiliği benimsedi.[2]

Abbasilerin zayıflaması Lübnan'da istikrarsızlığa yol açıp İsmailîliğin büyük kolu Fatimîliğin Mısır'ı ele geçirmesi ve doğuya doğru açılmasıyla Lübnan, İsmailîliğin etkisine girerken bu grubun Halife Hâkim-Biemrillâh döneminde bölünmesiyle grubun uç kesimi Dürzîler Lübnan dağlarına yerleşti.[3] Haçlılar, bölgeye geldiklerinde Ali Bin Vefa liderliğindeki İsmailî grup Haçlılarla birlikte hareket ederken[4] bazı İsmailîler ise Haçlılar ile mücadele eden İslâm kuvvetlerinin yanında yer aldı.

Bölgedeki İsmailîler, Dağların Şeyhi olarak bilinen Reşidüdin Sinan'ın Basra civarından bölgeyi gelmesiyle güçlendi[5],  İran'ın Alamut Kalesi'ni merkez edinen Haşhaşilerin bir kolu olarak bölgede önce Haçlıların yanında yer aldı, sonra birden çok kez suikast düzenledikleri[6] Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin çabasıyla kısmen Haçlıların karşısında bulundu.

Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin Hittîn zaferine ve ardından Kudüs'ü fethine rağmen büyük çoğunluğu Haçlı istilasında olan ve toprakları üzerinde Trablus Haçlı Kontluğu Kurulu bulunan Lübnan'ın Beyrut ve çevresi Selâhaddîn-i Eyyûbî tarafından kurtarılırken Trablus çevresi Memlûklar döneminde Haçlılardan arındırıldı.

922/1516'da Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi'yle Osmanlı'ya katılan Lübnan'da istikrar sağlanamadı. Osmanlı, “Milletler Sistemi" içinde Lübnan'ı Müslümanlar ve gayrimüslimler diye iki ana gruba ayırırken her iki grubun da homojen olmaması bölgede işleyen bir nizamın kurulmasını güçleştirdi. Osmanlı, 16. yüzyılın sonlarından itibaren zayıflama işaretleri verdiğinde ise bölgede istikrarı sağlamada kendilerine Osmanlı tarafından rol verilen Dürzîlerin lideri Maanoğlu Fahrettin Paşa isyan etti, Dürzîlerin aslında Hrıstiyan olduğunu ilan ederek Papalıktan yardım istedi ve İtalyan bayraklarını kalelerine çekti. Bir süre İtalya'da kalan Fahrettin Paşa, İtalyan devletleri gibi İspanyollar tarafından da İslâm dünyasına müdahale etmek için fırsat olarak görüldü.[7]

Fahrettin Paşa isyanı, Lübnan'ı yönetmenin zorluklarını gösterirken isyanın bastırılmasından sonra da Lübnan tam bir istikrar kazanmadı. Yine Osmanlının zayıflaması ile Kanunî Sultan Süleyman Dönemi'nde kabul edilen imtiyazların (kapitülasyonların), suiistimal edilmesi Fransızların bölgeye gelip yerli Hrıstiyanlarla birlikte ticaret kolonileri kurmalarına ve Hrıstiyanların Müslümanlar karşısında güçlenmesine yol açtı.[8]

Vehhabi İsyanı'nı (1816-1818) ve Yunan adalarındaki isyanları bastırmada (1824) Osmanlıya yardım eden Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın Mısır valiliği sınırlarını genişletme talebiyle Lübnan'ı yönetimi altına alması (1831-40), onun Osmanlıya karşı Batı ile iyi geçinme politikası doğrultusunda Lübnan'da Fransız kolonileri ile güçlenen Hrıstiyan etkinliğini daha da artırdı. Bu süreçten sonra Marunî Kilisesi, Lübnan Dağları siyasetinin ana aktörlerinden biri hâline geldi.[9]

Tanzimat Fermanı'nın ilanıyla (1839) Hristiyanların haklarını genişletmek isteyen Marunî Hrıstiyanlar ile bundan rahatsız olan Dürzîler arasında çıkan çatışmalar, Lübnan'ı iç savaşa sürükledi. 1845-1858 yılları arasına yayılan bu iç savaşı sonlandırmak için Osmanlı Şekip Efendi'yi görevlendirdi.[10] Marunî Kilisesi ile güçlü ticari bağlar kuran Fransa, bu olayları bölgedeki etkinliğini artırmak için kullandı.[11] Fransa'nın bölgedeki etkinliğini artırması ile Hrıstiyanlar zenginleşirken Müslümanlar yoksullaştı, Lübnan'da sermayenin el değiştirmesiyle toplumsal yapı da değişti. Bu dönemde İngilizler de Filistin'e geçmek için Lübnan siyasetine dâhil oldu.[12] İngilizlerin müdahil olmasıyla Lübnan, Osmanlı ile Batı arasında bir soruna dönüştü.

Tanzimat Dönemi'nin Batı yanlısı Hariciye Nazırı Fuat Paşa bölgeye gönderildi, onun çabalarıyla Osmanlı ikna edilerek İstanbul'da Fransa, İngiltere, Avusturya, Rusya, Prusya temsilcileri ile Osmanlı Devleti arasında "Lübnan Nizâmnâmesi" adı verilen bir yönetim tarzını ön gören bir protokol 9 Haziran 1861'de imzalandı. 17 maddeli bu Nizâmnâme ile Şam ve Sayda vilayetlerinden koparılan Lübnan'a yeni bir düzen getirildi. Bu nizâmnâme ve protokolle Lübnan'ın yönetimi Hrıstiyan bir mutasarrıfa (kaymakama) bırakıldı. Mutasarrıfın yanından Lübnan halkını oluşturan tüm topluluklardan ikişer naip verildi.[13] İki Marunî, iki Latin Ortodoks, iki Latin Katolik, iki Dürzî, iki Sünni Müslüman, İki Şii Müslüman olarak belirlenen daha sonra ise 1864'te 7 Hrıstiyan-6 Müslüman şeklinde düzeltilen naipler meclisiyle[14] Şiiler, yüzyıllar sonra ilk kez Lübnan yönetimine katıldı.[15] Bu düzen Osmanlı'nın yıkılışına kadar (1918) sürdü.

Mutasarrıflık yönetimiyle Lübnan'da Marunîler üzerinden etkinliğini pekiştiren Fransa, Sykes-Picot Anlaşması (1916) ile Lübnan'ı egemenliği altına alma yolunu buldu. Lübnan halkı bağımsızlık yanlısı olsa da İngiltere ile Fransa arasında yapılmış bu anlaşmaya karşı koyamadı. Lübnanlıların bağımsızlığın mümkün olmaması durumunda Suriye ile birlikte tutulma talebi de Fransa tarafından reddedildi. Fransa, “Büyük Lübnan" adı altında Lübnan'ı Suriye'den ayrı bir yönetime bağladı.

II. Dünya Savaşı'nda Fransa'nın güç kaybından yararlanan Lübnanlı Müslüman ve Hrıstiyanlar, Fransa'dan bağımsız hareket etmeye başladılar. 1 Eylül 1943'te toplanan Lübnan Meclisi, Cumhurbaşkanlığına bir Hrıstiyanı, Meclis başkanlığına Şii bir Müslüman'ı, daha sonra Başbakanlığa ise Sünni bir Müslüman'ı getirdi. Böylece bugünkü Lübnan idaresinin temelleri atıldı.[16]  Aynı yıl Lübnanlıların Misak-ı Vatanî dedikleri anayasa kabul edildi. Anayasa, bazı Hrıstiyanların karşı çıkmasına rağmen Lübnan'ı bir Arap cumhuriyeti olarak tanımladı. Lübnan, bu doğrultuda 22 Mart 1945'te Arap Birliği'ne, 3 Aralık 1946'da ise Birleşmiş Milletler'e üye oldu. Bu süreçte Fransız-Lübnan anlaşmasının imzalanması ile Fransız askerleri Lübnan'dan tamamen çekildi.

Günümüz Lübnan'ında Etnik ve Mezhepsel Topluluklar

Günümüz Lübnan'ında 18 etkin topluluktan söz edilmektedir:

Sünni Müslümanlar

Sünni Müslümanlar, ülkenin kuzeyi ile Beyrut, Sayda, Trablus gibi sahil şehirlerinde konumlanmışlardır. Bir bölümü Haçlılara karşı savaşmak üzere bölgeye yerleşmiştir. Lübnan siyasetinde hep söz sahibi olan bu topluluk, son dönemde sekülerleşme ve Arap ülkelerine iş amacıyla yapılan göç yüzünden nüfus ve nitelik kaybına uğramışlar, bu durum Lübnan idaresindeki nüfuzlarını tehlikeye düşürmüştür. Buna rağmen hâlâ etkili Başbakanlık makamı uhdelerindedir.

Sünni Müslümanlar, dini olarak Darü'l-İfta'ya bağlıdırlar ve en yüksek resmi dini makamları Cumhuriyet Müftüsü'dür.

Fethi Yeken tarafından kurulan Mısır İhvân-ı Müslimîn Hareketi'nin Lübnan kolu Cemaat-i İslâmî ve Şeyh Said Şaban tarafından kurulan Tevhid Hareketi, Sünni Müslümanların önde gelen hareketleridir. Fethi Yeken, daha sonra Cemaat-i İslâmî'den ayrılmış, İslâmi Eylem Cephesi'ni kurmuştur. Ancak gençlerin Suudi Arabistan ve Mısır'ın etkisiyle Selefîliğe yönelmeleri ile gerek İhvân-ı Müslimîn Hareketi gerek Tevhid Hareketi zayıflamış; Lübnan Sünni Müslümanlarının siyaseti Suudi Arabistan etkisindeki seküler Harirî ailesine kalmıştır. Suriye İç Savaşı, Sünni Müslümanların siyasi etkisini daha da zayıflatmıştır.

Şii Müslümanlar

Güney Lübnan'da ve Bekaa Vadisi çevresindeki nüfus çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Resmi dini kurum olarak Meclisü'l-İslâmî eş-Şii el-Ala'ya bağlıdırlar.

Ekonomik bakımdan yoksul, sosyalizme yatkın ve dağınık olan Lübnan Şiileri Musa Sadr'ın 1959'da liderliklerini üstlenmesiyle toparlandılar, siyasi ve sosyal bakımdan örgütlenerek gittikçe Lübnan'ın en etkili yapılarından biri haline geldiler. Musa Sadr, 1978'de ziyaret amacıyla gittiği Libya'dan bir daha dönmemiş ve akıbetinden haber alınamamışsa da 1979 İran devrimi ve Suriye BAAS Partisi'nin desteğiyle Lübnan Şiileri yükselişlerini sürdürmüşlerdir. Değerlerine bağlılıkları ve cemaatsel yapılarıyla nüfuslarının yanında nüfuzları da artmış; İsrail'e karşı duruşlarıyla varlıklarını dünyaya duyurmuşlardır. Şii Müslümanlar, geçirdikleri bu değişime rağmen, hâlâ resmi olarak sadece etkisiz Meclis Başkanlığını uhdelerinde bulundurmaktadırlar.

Günümüzde Lübnan Şiileri, sol görüşlü EMEL Partisi ve Hizbullah tarafından temsil edilmektedir.

Marunîler

İnanç olarak Ortodoks olmalarına rağmen Bizans'la aralarındaki ihtilaftan dolayı 7. yüzyılda papalığa bağlanmış Hrıstiyan bir topluluktur.

Modern Lübnan devletinin kuruluşu sırasında en büyük topluluğu oluşturan Marunîler, göçler ve değer aşınmasıyla nüfus kaybına uğramış, nüfus kayıpları Lübnan'da nüfuz kaybını da beraberinde getirmiştir. Buna rağmen hâlâ Cumhurbaşkanlığı makamını uhdelerinde bulundurmaktadırlar. Marunîler, 34 milletvekilliği ile Lübnan Meclisi'ne en çok milletvekili gönderme hakkına sahip topluluktur.

Dürzîler

Şii İsmailîlerin Mısır Fâtımî Halifesi Hâkim-Biemrillah'a bağlanan bir topluluğudur; sonraki dönemde inançsal anlamda daha da değişime uğramışlardır. Müslümanlar tarafından gayrimüslim kabul edilen ama kendilerini muvahhid olarak gören Dürzîler, Lübnan siyasetinin Osmanlı Dönemi'nde en etkili topluluklarındandırlar.

Teyme ve Cebel-i Lübnan'da nüfus yoğunluğuna sahip Dürzîler, günümüzde Canbolad ailesinin yönetimindeki İlerici Sosyalist Parti içinde, sosyalist bir çizgide siyaset yapmaktadırlar.

Ortodoks Rumlar

Daha çok Kuzey Lübnan'da yerleşik Ortodoks Rumlar, Bizans kalıntısı Hrıstiyanlardır; zamanla Araplaşmışlardır. Günümüzde bir bölümü Antakya Patrikliğine bağlıdır. Lübnan Meclisi'nde 14 milletvekilliğine sahip olmakla Lübnan siyaseti üzerinde etkinlikleri devam etmektedir.

Katolik Rumlar

Melekîler olarak bilinen Rumlardır; papalıktan ayrılıp tekrar ona tabi olan Rum kalıntılarıdır. Günümüzde Antakya Katolik Patrikliğine bağlıdırlar. Lübnan Meclisi'nde 8 milletvekilliği hakkına sahip olmakla Lübnan siyasetinde varlıklarını hissettirmektedirler.

Ortodoks ve Katolik Ermeniler

Ortodoks Ermeniler 5, Katolik Ermeniler 1 milletvekilliğine sahip olmakla Ermeniler, Lübnan siyasetinin sözü edilen toplulukları arasındadır.

Lübnan'ın diğer toplulukları, Ortodoks ve Katolik Süryaniler, Haçlı kalıntısı Latinler, Keldaniler, Nusayrîler, İsmailîler ve İncil Ehli denen topluluktur.

Lübnan bu karmaşık dinsel, mezhepsel yapısıyla bir mozaik oluştursa da Arapçanın bütün topluluklar tarafından benimsenmiş olması, ülkede milliyetçilik üzerinden bir buluşmayı sağlayabilmektedir. Bu topluluklardan Latinlerin 1, diğer Hrıstiyan azınlıkların da 1 milletvekilliği var iken Nusayrî ve İsmailîlere milletvekilliği verilmemiştir.

Lübnan İç Savaşı 1975-1989

Lübnan İç Savaşı, 1975'te farklı taraflar arasında başlayıp 1989'da Taif Anlaşması ile biten savaştır. Savaş, ilkin Müslümanlarla Marunî Hrıstiyanlar arasında başlamışsa da sonradan karmaşık bir yapıya bürünmüştür.

Lübnan İç Savaş'ına neden olan iki temel etkenden söz edilebilir:

Lübnan'ın Fransızların desteğiyle başında bir Hrıstiyan cumhurbaşkanın bulunduğu bir sistemle yönetilmesinin Müslümanlar tarafından kabul edilmemesi

İsrail'in yurtlarından çıkardığı Filistinlilerin Lübnan'a sığınması

Birinci etken, Müslümanlarla Hrıstiyanların arasını gergin tutarken ikinci etken savaşın doğrudan nedenini oluşturmuştur.

İsrail, 1948, 1967, 1970, 1971'de yüz binlerce Filistinliyi Lübnan'a sürdü; özellikle Kral Hüseyin'in 1970'te Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)'nü Ürdün'den çıkarmasıyla Lübnan, Filistin militanlarının ana karargâhına dönüştü. FKÖ, 1969'da Kahire Anlaşması'yla Lübnan Hükümeti ile anlaşmış, Lübnan topraklarını İsrail'e yönelik gerilla saldırıları için kullanma hakkını elde etmişti. Hrıstiyanların etkisindeki ve Lübnan'a sığmayan Filistinli mültecilerle savaşan Lübnan ordusu, anlaşmadan rahatsız oldu, Filistinlilere karşı İsrail'le işbirliği yaptı. Öte yandan 1978'deki Camp David Anlaşması ve 1979'daki İsrail-Mısır Barış Anlaşması, Arap solunu rencide etmiş, Arap solu İsrail'e saldırılar düzenleyerek Enver Sedat'ın bozduğu imajlarını düzeltmek istiyorlardı. Bu durum, Filistinli sol grupları İsrail'e karşı saldırılar düzenlemeye yöneltirken Filistinlilerin ülkeye gelmesinden rahatsız olan Lübnan Hrıstiyanlarının İsrail'in yanında Filistinlilere karşı savaşmasına yol açtı.

Özellikle “aşırı sağcı" diye nitelenen Falanjistler Partisi, doğrudan İsrail'le birlikte çalıştı. Liderleri Beşir Cemayel'in öldürülmesi üzerine Ariel Şaron komutasındaki İsrail ordusunun Lübnan'daki Filistin kampları Sabra ve Şatilla'ya girmelerinin yolunu açtılar, Ariel Şaron ve Falanjistler, burada Eylül 1982'de Lübnan-Filistin tarihinin en büyük katliamını gerçekleştirdiler. Lübnan'ın çoğunluğu Şii olan güneyi İsrail tarafından işgal edildi. Bu tarihe kadar Lübnan siyasetinde etkisiz olan Lübnan Şiileri İsrail'in kendi topraklarını işgal etmesi üzerine Lübnan siyasetinde öne çıktılar. Sol görüşlü EMEL Partisi'nin ideolojisi ve mücadelesinin Şii Müslümanları ikna etmemesinin oluşturduğu zeminde Lübnan Şiileri arasında Hizbullah yeni bir güç olarak doğdu ve Lübnan'da İsrail'e karşı en önemli aktör olarak öne çıktı.

17 Mayıs 1984'te Lübnan, İsrail ve ABD arasında yapılan bir anlaşma ile İsrail Lübnan'dan çekilirken Lübnan'ın İsrail'le diplomatik ilişkiye geçerek anlaşmasından rahatsız olan Suriye Lübnan'a, Hizbullah'la birlikte hareket ederek kendisine yakın solcu grupların lehine müdahale etmeye başladı. Suriye'nin bu müdahalesi ile söz konusu anlaşma iptal edildi. Ama Suriye, Lübnan siyasetinde daha güçlü bir aktör olarak öne çıktı. Suriye'nin Lübnan müdahalesinden sonra Lübnan sorunuyla daha çok ilgilenen Suudi Arabistan'ın gözetiminde Lübnan'ın Müslüman ve Hrıstiyan tarafları Taif'te bir araya gelerek 23 Ekim 1989'da Taif Anlaşmasını imzaladılar. 1990'da Lübnan Meclisi'nde oylanarak yasalaşan anlaşma, 1943 tarihli Lübnan anayasasının yerini aldı ama tam olarak uygulanamadı. 22 Mayıs 1991'de Suriye ve Lübnan arasında imzalanan “Kardeşlik, Koordinasyon ve İşbirliği Anlaşması" ile Suriye, ilk kez Lübnan'ı tanırken iki ülkenin ekonomik ve askeri çıkarları “birbirinden ayrılamaz" olarak tarif edildi, Suriye'nin Lübnan'a müdahalesi yasal hale getirildi. Taif Anlaşması, Suriye'nin Bekaa Vadisi'ndeki askerlerini Eylül 1992'ye kadar çekmesini öngördüğü hâlde, Lübnan'daki Suriye birlikleri Lübnan'ı terk etmedi.[17]

Suriye-Lübnan anlaşması, Taif Anlaşması'na karşı yapılmış bir anlaşma olsa da Lübnan, 14 Şubat 2005'te aynı zamanda Suudi vatandaşı olan ve Suudi ile büyük ortaklıklara sahip Refik Hariri'nin öldürülmesiyle yeniden karıştı; suikasttan Suriye sorumlu tutuldu.[18] Sünni Müslümanlar, Dürzîler ve bazı Hrıstiyan gruplar ortaklaşa gösteriler düzenleyerek Suriye yanlısı Başbakan Ömer Karamî'nin istifasını sağladı. Bunun üzerine 8 Mart'ta Hizbullah önderliğindeki Suriye yanlıları, Lübnan tarihinin en büyük gösterilerinden birini gerçekleştirdi, 14 Mart'ta ise Hariri yanlıları büyük bir gösteride bulundular.[19]

Lübnan siyaseti, 2005'ten bu yana Hariri suikastının gölgesinde gelişmektedir.

Lübnan'da Siyasi Cepheler[20]

Lübnan'ın toplumsal yapısı Fransızların etkisiyle bizzat anayasa tarafından bölünmüştür. 20. yüzyılın ilk yarısından kalma ölçülerle Hrıstiyan nüfus abartılarak oluşturulan bu bölünme, o günden bu yana hiçbir nüfus değişikliği söz konusu olmamışçasına aynen sürdürülmektedir.

Lübnan'da Hrıstiyanların genel nüfusa oranı bugün en çok % 35 olmasına rağmen, Meclis'teki 128 sandalyenin yarısı onlara verilmektedir. Lübnan seçimleri, 34 Marunî,14 Grek Ortodoks, 8 Grek Katolik, 5 Ermeni Ortodoks, 1 Ermeni Katolik, 1 Anglikan, 1 Küçük Azınlıklar temsilcisi çıkaracak şekilde yapılmaktadır;  Müslümanlara kalan 64 sandalyenin dağılımı ise, 27 Sünni, 27 Şii, 8 Dürzî, 2 Nusayrî şeklindedir.[21]

Lübnan'daki siyasi taraflar, bu bölünmeden korunmak için ittifaka gitme eğilimindedirler. Mevcut siyasi yapı bu eğilimle 8 Mart İttifakı ve 14 Mart İttifakı adında iki ittifak etrafında şekillenmiştir. Başını Hizbullah'ın çektiği Suriye yanlısı 8 Mart İttifakı, Hizbullah'ın (12)[22] yanında EMEL Partisi (13) ve Marunî Hrıstiyanların lideri Mişel Avn'ın Özgür Yurtsever Hareketi Partisi (19),[23] Lübnan Demokratik Parti (4), el-Marada Hareketi (3), Mecd Hareketi (2), Ermeni Taşnak Federasyonu (2), Suriye Sosyal Milliyetçi (Komünist) Partisi (2), Arap Sosyalist BAAS Partisi (2), Birleşik Parti (1), Halkçı Nasırcı Parti Skaff Bloku ve Arap Demokratik Partisi'nden oluşmaktadır. İttifak, Lübnan Anayasası'nın Şii olmasını zorunlu kılmasıyla Meclis Başkanlığı'nı elinde bulundururken yine Anayasa'nın Cumhurbaşkanının Hrıstiyan olma zorunluluğundan yararlanarak, Marunîlerin adayı Mişel Avn'ı 31 Ekim 2016'da Cumhurbaşkanlığına seçtirmiş; bu makam üzerinden Hizbullah'ın askeri gücünü Lübnan siyasetine de taşımış ve Hizbullah'ı Lübnan'ın en önemli siyasi gücü kılmıştır.

Laik kimlikli Saad Hariri'nin el-Müstakbel Partisi aracılığıyla Sünni Müslümanların başında bulunduğu Suriye karşıtı 14 Mart İttifakı ise Hariri'nin partisinin (26) yanında Maruni Katolik Lübnan Güçleri (8), yine Maruni Katolik Kitabe Partisi (5), Ermeni Sosyal Demokrat Hınçak Partisi (2), Ermeni Demokratik Özgürlük Partisi(1), Demokratik Sol Parti (1), İhvân-ı Müslimîn kökenli el-Cemaatü'l-İslâmiyya (1), Demokratik Yenilik Partisi, Lübnan Milli Kitle Partisi, Özgür Şia Hareketi, Süryani Birlik Partisi, Asurî Partisi ve Lübnan Barış Partisi'nden oluşmaktadır.

Neredeyse her yapının aynı zamanda kabinede yer aldığı düşünüldüğünde ortaya etkisiz bir Lübnan kabinesi çıkmaktadır. 2016'da göreve başlayan mevcut kabinede Marunî Cumhurbaşkanı Mişel Avn'ın partisinden 5 bakan vardır, bu bakanlardan Çevre Bakanı Tarık Kâtib Sünni Müslümandır. Sünni Başbakan Saad Harirî'nin partisinden ise 7 bakan vardır; bu bakanlardan Kültür Bakanı Marunî, Kadınlardan Sorumlu Devlet Bakanı ise Ermenidir. Sünni Müslümanların Harirî ile birlikte toplam 6, Şii Müslümanların da 3'ü Emel, 2'si Hizbullah 1'i Suriye Sosyal (Komünist) Milliyetçi Parti'den olmak üzere 6 bakanlığı vardır. Dürzîlere ise 3 bakanlık düşmüştür. Toplamda ise 15 Hrıstiyan, 12 Müslüman ve yine anayasanın Müslümanlardan saydığı Dürzîlerden 3 bakan vardır.

İlk bakışta sağlam bir temsile dayandığı düşünülebilecek bu dağılım, gerçekte parçalanmış, dolayısıyla dış güçlerin daha kolay müdahale edebildiği bir Lübnan anlamına gelmektedir.

2006 Hizbullah-İsrail Savaşı

Güney Lübnan'da Hizbullah'la İsrail arasında Temmuz 2006'da başlayıp yaklaşık 33 gün sonra Ağustos 2006'da biten savaştır.

Savaş, 12 Temmuz 2006'da Hizbullah'ın Filistin İslâmî Direniş Hareketi (HAMAS) ile dayanışma çerçevesinde 8 İsrail askerini öldürüp 2 İsrail askerini tutuklamasıyla başlamıştır. İsrail, bu operasyondan sonra Hizbullah'ı Lübnan'la özdeşleştirmiş; Hizbullah'ın operasyonunu egemen Lübnan devletinin İsrail'e savaş ilanı olarak kabul etmiş; askerlerinin serbest bırakılmasını Lübnan Hükümeti'nden talep etmiştir.

İsrail, 13 Temmuz'da Beyrut Havalimanı'nı bombalamış, Lübnan hava sahasını işlemez hâle getirmiş; 14 Temmuz'da Hizbullah karargâhına yönelik bir hava saldırısı düzenlemiştir. Saldırılar karşısında Lübnan Başbakanı Fuad Senyora'nın ateşkes talebine karşılık Hizbullah, İsrail'e roket fırlatmış, 16 Temmuz'da Lübnan'dan fırlatılan roketler İsrail tarihinde bir ilk olarak Hayfa'ya ulaşmıştır. Hava saldırılarıyla Hizbullah'ı yenemeyen İsrail, 30 bin askerle 1 Ağustos'ta kara savaşını başlatmış, askerlerini helikopterlerle Lübnan'ın 125 kilometre derinliğine taşıyarak Bekaa Vadisi'nin dahi tehdit etmiştir. 11 Ağustos'ta ise hedefinin Hizbullah'ı Litani Nehri'nin kuzeyine kadar sürüp Güney Lübnan'ın bu bölümünü istila etmek olduğunu açıklamıştır. İsrail bu kararını uygulamada başarısız olurken Lübnan ekonomisine ağır zarar veren İsrail saldırıları Lübnan'da infiale yol açmış; İsrail kabinesi 13 Ağustos'ta ateşkese razı olmuş; BM 14 Ağustos'ta ateşkesi duyurmuş; İsrail birlikleri ve Hizbullah gücü cepheden çekilmiş, 17 Ağustos'ta BM barış gücü ve Lübnan askerleri Güney Lübnan'a yerleşmiştir. Savaşta, İsrail'in ilan ettiğine göre 117 veya 119 İsrail askeri ve 37 sivil ölmüş; farklı kaynaklara göre ise Hizbullah güçlerinden 250-800 arasında kişi; Lübnanlı sivillerden ise 1191 kişi hayatını kaybetmiştir.[24]

İsrail, bu savaşta, Hizbullah'ı silahsızlandırma ve İsrail hedeflerine roket fırlatma gücünden yoksun bırakma, Güney Lübnan'ı istila etme ve Amerikan politikaları doğrultusunda İran ve Suriye'nin Lübnan üzerindeki etkisini kırma hedeflerinden hiçbirine ulaşamamıştır.[25]

Savaşta Hizbullah'ın nizami bir orduya sahip olacak güce ulaştığı anlaşılmış; savaştan sonra Hizbullah, Lübnan savunmasının asıl gücü olarak belirmiş,[26] Lübnan halkının yanında Arap Yarımadası'nda ve İslâm dünyasında popülerliği artmıştır. Hizbullah, bu savaşla Lübnan siyasetine egemen olurken Arap Yarımadası'nda diğer problemlerin de taraflarından birine dönüşmüştür.

Suudi Arabistan Hizbullah'a neden karşı?

Suudi Arabistan'ın Hizbullah'la ilgili yaklaşımının bir kısmı bölge gerçeklerinden öte Suudi Arabistan'ın ABD ve İsrail'le ilişkisinden kaynaklanmakta; Suudi Arabistan, sair hususlarda olduğu gibi Hizbullah konusunda da ABD ve İsrail'le ittifak içinde hareket etmektedir. Bununla birlikte Suudi Arabistan'la Hizbullah'ı karşı karşıya getiren bölgesel gerçekler de Suudi Arabistan'ı Hizbullah'a karşı harekete geçirecek potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır.

Hizbullah, 2011'de çıkan Suriye İç Savaşı'na Suudi Arabistan'ın desteklediği muhalif gruplara karşı Suriye BAAS Partisi'nin yanında katılmış, düzenli bir ordu gibi savaşarak[27] BAAS Partisi'nin devrilmesinin önüne geçmiş; farklı kaynaklarca Suriye'deki savaşın asıl kazananı olarak görülmüştür.[28]

Hizbullah, Suudi Arabistan'da Şii muhalefetin yanında yer almış; Suudi Arabistan'ın söz konusu muhalefete karşı tutumunu şiddetle eleştirmiştir. Hasan Nasrullah, Nemr Bakır el-Nemr'in Suudi Arabistan tarafından idam edilmesi (Ocak 2016) üzerine yaptığı konuşmada Suudi Arabistan'ı terörizmi desteklemekle suçlayarak Arap Yarımadası'nda “tekfirci" gruplar tarafından yapılan bütün eylemlerden sorumlu tutmuş; Suudi Arabistan'ı tehdit etmiştir.[29]

Suudi Arabistan, Bahreyn'deki el-Halife iktidarının en önemli destekçisi ve hamisi olarak öne çıkarken Hizbullah, Şii muhalefetin yanında yer almaktadır.[30] ABD ve İsrail'le iyi ilişkilere sahip Bahreyn Hükümeti, bunun için Hizbullah'la ilgili itirazlarını öteden beri duyurmaktadır.[31]

Suudi Arabistan, Yemen'de Husi Ensarullah Hareketine karşı savaşırken Hizbullah, Ensarullah Hareketi'nin en önemli destekçilerindendir.[32]

Suudi Arabistan'la problemleri bulunan bölgesel güç İran'la bağlantısının yanında Hizbullah, kısmen 2006'dan sonra ama daha çok Suriye İç Savaşı'ndan bu yana bölgenin her tür sorunu ile ilgili görüş bildiren, taraf tutan ve yönlendiren bir bölgesel güç rolüne bürünmüştür.[33] Hizbullah'ın bu açılımı, kuruluşundan bu yana bölge siyasetinde yönlendirici bir güç olarak görünen Suudi Arabistan'la Hizbullah'ı karşı karşıya getirmektedir.

Suudi Arabistan, bölgesel bir güç rolüne bürünen Hizbullah'a karşı İran desteğini de dikkate alarak bölgesel bir ittifak söz konusu olmadan mücadele edemeyeceğine inanmaktadır. Suudi Arabistan, Lübnan'ın Sünni Cemaatleri Tevhid Hareketi ve İslâmi Eylem Partisi'nin desteğini alamamış; bölgenin hassasiyetinden dolayı Lübnan'da güçlü bir Selefçi yapı da oluşturamamıştır. Mevcut durumda kendisiyle ekonomik bağlara sahip Sünni kökenli laik Lübnanlıların dahi İsrail'le ittifaka razı olacağının kesin olmadığını anlayan Suudi Arabistan, bütün riskleri göze alarak İsrail'le açık bir ittifaka gitmektedir.

Hizbullah, HAMAS'la birlikte İsrail'in yenemediği, kazanımlarını yok edemediği bir güç olarak belirmiştir. Hizbullah'ın bölgesel bir güce dönüşmesi, İsrail'i Hizbullah'a karşı mücadele için bölgesel ittifaklara götürmekte; Mısır'la İran arasındaki ilişki, bu ittifakın bölgenin son “devlet" çapındaki yapılanmalarından ve içine girdiği süreçte İsrail'le ilişkisini saklama tutumunu geçmişte bırakan Suudi Arabistan'la gerçekleşmesinin yolunu açmaktadır.

Suudi Arabistan ve İsrail'in Amaçlarına Ulaşmaları Mümkün müdür?

Suudi Arabistan ve İsrail'in bölge ile ilgili bilinen amaçları, Hizbullah'ın İsrail'i tehdit eden ve bölge sorunlarına müdahale etme kabiliyetine sahip bir güç olmaktan çıkmasıdır.

Hizbullah'ın Lübnan'da ve Arap Yarımadası'nda ulaştığı güç, Suudi Arabistan ve İsrail ittifakının Hizbullah'la ilgili amaçlarının önünde en önemli engeli oluştururken Hizbullah'ın Marunî Hrıstiyanlar üzerinden Avrupa ile kurduğu bağ ve Avrupa'nın İsrail'in genişleme taleplerine kuşkulu yaklaşımı söz konusu cephe için başka bir engeli teşkil etmektedir. Ancak Suriye'nin bölünmesinin söz konusu olması durumunda Hizbullah'ın Lübnan'dan çıkarılarak Dımaşk'a doğru itilmesi Suudi Arabistan için olmasa da uluslararası sistem ve İsrail açısından bir başarı olarak görülebilir. Böyle bir formülün Avrupa'da ne ölçüde kabul göreceği meçhul olsa da ABD'nin bölgeyi dizayn etmeye dönük ana projesine uzak görülmemelidir. ABD, bölgede mezhepsel oluşumlar ve etnik yapılara dayalı devletçiklerin kurulması fikrine uzak değildir. Bu tür devletçikler arasındaki ihtilaflar, ABD'nin ve dolayısıyla İsrail'in bölgedeki varlığını sürdürmesinde doğrudan veya dolaylı yardımcı rol oynayacaktır.

Sonuç ve Değerlendirme

Lübnan'da dış güçler tarafından oluşturulup Lübnan sosyal gerçekliğine uymayan siyasi düzen, sosyal gerçekliğin değişmesiyle düzeni sağlama işlevinden daha da uzaklaşmış; iç sorunların ana etkeni olmuştur.

Siyasi düzen, 20.  yüzyılın ilk yarısında Hrıstiyanlar devlet hiyerarşisinin tepesinde konumlandırılıp Şii Müslüman nüfus neredeyse göz ardı edilerek oluşturulmuşken 20. yüzyılın sonlarından bu yana Hrıstiyan nüfus ile Sünni Müslüman nüfus göçlerle sekülerleşmenin getirdiği planlama ve aile yapısıyla azalıp etkisizleşmiştir. Şii nüfus ise dindarlaşma, cemaatleşme ve dış destekle artmış, güçlenmiştir. Şii nüfus, konjonktürel yeni yapısıyla devlet yönetimindeki nüfuzunun yeniden düzenlenmesini talep etmektedir. Bu talebi karşılayacak bir devlet düzeninin bulunmaması, Lübnan'ı içeride her an krizlerle yüz yüze bırakacak potansiyeli oluşturmaktadır.

Öte yandan; İsrail'e karşı ülkenin savunmasını üstlenen ve Suriye İç Savaşı'yla Lübnan dışına açılan Hizbullah Hareketi, İsrail için geçmişte olduğundan daha büyük bir endişe kaynağı haline gelmişken Arap Yarımadasındaki sair sorunlara taraf olarak Suudi Arabistan ile karşı karşıya gelmekte; İsrail'le ittifakta sakınca görmeyen Suudi Arabistan'ın İsrail'le birlikte Hizbullah'a karşı harekete geçmesi, güçlü bir ihtimal olarak belirmektedir.

Hizbullah ve İsrail arasındaki savaşın, Hizbullah ve Suudi Arabistan arasındaki bir savaşa dönüşmesi, İsrail'in pozisyonunu güçlendirecektir ve İsrail'e bölgesel problemlere açıkça müdahale olanağı verecektir. Bütün Arap Yarımadası'na yayılacak böyle bir savaş, İsrail'in düşmanlarının İslâm dünyası değil, bir mezhepsel yapı olduğu yönünde küresel bir izlenim oluşturacak, İslâm dünyası mevcut durumdan daha karmaşık ve derin problemlerle yüz yüze kalacaktır. Bu, İsrail açısından tarihinin en büyük zaferi anlamına gelecektir.

İslâm dünyasındaki sorunların çatışma ile değil, müzakere ile çözülmesi bütün tarafların yararınadır. İslâm dünyasındaki iç çatışmaların, Batı'nın iddia ettiğinin aksine mezhep temelli değil, dış müdahaleler ve kimi iç sorunlardan kaynaklı olduğu unutulmamalıdır.  Lübnan'la yakından ilgili olan ve çekişmeleri Lübnan'a da yansıyan İran ile Suudi Arabistan arasındaki sorunlar müzakere ile çözülmeli, İslâm dünyası bütünlük içinde İsrail'in ve onu destekleyen uluslararası sistemin karşısında yerini almalıdır.

MAKALENİN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Kaynak: Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM)

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir