• DOLAR 32.502
  • EURO 34.955
  • ALTIN 2430.471
  • ...
Tekkeler MANEVİYAT dergâhıydı
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

HEDEF, İSLAMİ ŞUUR VE ÖRGÜTLÜ TOPLUMDU

Tekkeler, Osmanlı`dan Cumhuriyet`e toplum içinde örgütlü tek sivil yapıydı. İlmiye sınıfının büyükleri seslerini üç kişiye duyuramazken sıradan bir tekke bile binlerce insanı bir araya getirebiliyor, toplumun haklarını devlet karşısında savunabiliyor, isteklerini devlete kabul ettirebiliyordu. Kurtuluş Savaşı`na yaptıkları katkı, bu kurumları Cumhuriyet`in kurulduğu yıllarda daha da güçlendirmiş ve toplumun neredeyse tek sivil sözcüsü haline getirmişti. Nitekim Şeyh Said ve arkadaşları on binlerce insanı silâh altına alabilecek ve kıyama sevk edebilecek bir güce ulaşmışlardı.

Cumhuriyet yönetimi, kuruluş aşamasında hiçbir sivil etkinliğe tahammül etmiyordu, kendi kurduğu “Halk Evleri” dışında toplumun örgütlenmesine asla olumlu bakmıyordu. O yıllarda iki istenmeyen vardı: 1.İslami şuur 2. Örgütlü toplum. Tekkeler, İslami şuur üzerinden toplumu örgütlüyor, iki yönden de planları bozuyor, tehdit oluşturuyordu. Sistem, tekkeleri bu İslamî değerler üzerinden örgütlü toplumu dağıtmak, böylece devlet karşısında halk adına konuşabilecek bir güç bırakmamak için kapattı.

BÜYÜK HİZMETLER YAPMIŞLARDI

Osmanlı Devleti, toplumu bir arada tutmak, asayişi sağlamak ve savaş zamanlarında cephelere gönderebilmek için tekkelerden sivil toplum örgütü olarak yararlanmıştı. Osmanlı`nın manevi kurucusu Ahi tekkesi sahibi Şeyh Edebali`ydi. Başlangıçta Bektaşi tekkeleri, sonraki dönemde Mevlevi tekkeleri ordunun; Ahiler de esnafın maneviyatını inşa etmede önemli görevler üstlenmişler. Nakşibendîler de özellikle ahlaksızlığa karşı hassasiyetleri ve cihada önem vermeleriyle İslam toplumunu geliştirmede hayırlı hizmetler yapmışlardı.

Tekkeler, sadece bir zikir yeri değildi, çok yönlü maneviyat dergâhlarıydı, barış zamanında bir medrese, bir nasihat evi, bir misafirhane, bir yardım kuruluşu olarak çalışır; savaş zamanında halkı cihada teşvik eder, cephe gerisindeki toplumun maneviyatının bozulmasına engel olurdu. Bu yönüyle her biri, çok fonksiyonlu bir sivil kuruluştu.

HALK KANDIRILDI

Halkla özdeşleşen tekkeleri kapatmak kolay değildi, bunun için onları karalamak gerekirdi. Öncelikle, kimi yazarların kaleminden çıkan yazı ve eserlerle tekkeler karalandı; yozlaşan, hak çizgiden çıkan tekkelerde yapılanlar bütün tekkelerdeki günlük işlerdenmiş gibi topluma anlatıldı, halk kandırıldı. Ardından Şeyh Said Kıyamı da örnek verilerek tekkelerin devlete karşı isyan edebilecekleri haberleri yayıldı, tekkelere karşı savaş sıradan Türk vatandaşının gözünde meşrulaştırıldı.

TARİKAT FARKI DEĞİL, ŞUUR VE GÜÇ DİKKATE ALINDI

Batılılaşma devrimleri sürecinde, bütün tekkeler istisnasız olarak baskı görmüş, kimi hizmetlerine ara vermiş, kimi dergâhlarını kapatmak zorunda kalmıştır. Ama daha çok Halidi-Nakşibendi tekkeleri hedef alınmıştır. Bu bazı tekkelerin kayrıldıkları, bazılarının ise adeta yok edilme kararının alındığı yönünde bir kanaate yol açmıştır. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir. Bu noktada sadece iki ölçü dikkate alınmıştır:

1. Devrimlere karşı İslami hassasiyet 2.Toplum üzerinde etkili olma gücü

Bu ikisine veya ikisinden birine sahip olanlar cezalandırmanın hedefi olmuştur.  

O dönemde Anadolu`da etkinliği öne çıkan dört tarikat vardır:

1. Bektaşiler

2. Mevleviler

3. Kadiriler

4.Nakşibendîler

BEKTAŞİLER

Bektaşiler, daha Yeniçeri Ocağı kaldırılırken ağır darbeler yemiş, pek çok Bektaşi dergâhı kapatılırken bazı Bektaşi pirleri de idam edilmiştir. Bu tarikat, zamanla şeriat ve hakikatten uzaklaşmış, Cumhuriyet yıllarına gelindiğinde tarikatların kötülenmesi yönünde onun dergâhlarındaki uygulama ve aksaklıklar malzeme olarak kullanılmıştır. Buna rağmen Bektaşi dergâhlarının bir kısmı kapatılmış, bir kısmının başına ise sistemle çalışabilecek postnişinler ve çelebiler atanmıştır. Bektaşilerle sorunu, onların şuurundan değil, halk içinde bir taban sahibi olmalarından ve sisteme yakın bile olsalar bir bütünlük içinde hareket etme yeteneklerinden kaynaklanmıştır. Sistem, o günlerde kendi yanında bile olsalar halk içinde örgütlü hiçbir yapı istememiş, o yapıları sıkı bir denetim altına alma ihtiyacı hissetmiştir.   

MEVLEVİLER

Mevleviler, Selçuklu döneminden beri genellikle merkezi iktidarla özdeşleşmişler, halkla bağı zayıf, daha çok küçük ama etkili, aydın kesime seslenen bir yol edinmişlerdi. II. Mahmut Dönemi`nde Bektaşilerin etkisindeki Yeniçeriler dağıtılınca yeni ordunun ahlaki açıdan donatılmasında onlardan yararlanılmış, bir kısım devlet adamı da onların meclislerinde bulunmuştu, bu durum 19.y.y.`ın sonun ortalarında onlara Osmanlı saray çevrelerinde bir güç sağlamıştı. Ancak tarikat adına anlattıkları derin felsefi bilgiler halkın düzeyini aşıyordu, dolayısıyla halktan sevgi görseler de, tarikat mensubiyeti açısından ilgi görmüyorlardı. Buna rağmen Erzincan`da Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi`nin idamına karar verilmiş, şeyh, idam kararından bir gün önce vefat edince cenazesi mezarından çıkarılıp darağacına asılarak birkaç gün teşhir edilmiştir.

KADİRİLER

Kadiriler, Hakkari Nehri şeyhlerinin ve Van Arvasi şeyhlerinin Şeyh Halid`in etkisiyle Nakşibendiyye`ye dahil olmalarıyla etkinliklerini büyük ölçüde yitirmişler, karşı koyma yönünde herhangi bir tavır içinde olmamışlardır, bunun için onlara yönelik tavır da dergahlarının kapanmasından ibaret olmuştur.

NAKŞİBENDÎLER

Nakşibendîler, önce İmam Rabbani, sonra Şeyh Halid`in tecdid(yenilenme) hareketi doğrultusunda hem ilmen donanımlı hem halk arasında daha geniş ve daha sıkı örgütlü bir tabana sahip hem de karşı koyma fikriyatı açısından daha dinamiktiler. Batılılaşma devrimlerine karşı koyma yönünde tavır belirlediler ve Şeyh Said harekâtında doruğa çıkan bir kıyamda bulundular. Dolayısıyla sistemin bir numaralı hedefi haline geldiler ve tekkelerle ilgili uygulamalardan gerek Türkler gerek Kürdler arasında en çok onlar zarar gördüler. Bununla beraber, Kürdler arasında isimlerini vermeyi gereksiz bulduğumuz kimi Nakşibendî-Halidi dergahlar, Şeyh Said kıyamına katılmayarak ve bu tür bir kalkışmada bulunmayacaklarına dair güvenceler vererek belki Bektaşi dergahlarından bile daha az zarar gördüler. Kürdler arasındaki bu dergâhlara dokunulmadığı halde Batı`da Türklerin müdavimi olduğu pek çok dergâh kapatılmıştır.

O halde tekkelere yönelik tavırda şu tarikat veya bu tarikat, Ehl-i Sünnet-Alevi, Türk-Kürd farkı esasta gözetilmemiş; halk arasında taban sahibi olan herkese dokunulmuş, kıyam ruhuna sahip dergâhların şeyhleri darağaçlarına gönderilmiş, bu ruhu taşımayanların şeyh ve pirleri değişik yollarla denetim altına alınmış, sistem için etkisiz hale getirilmiştir.

Bazı dergâhların diğerlerinden daha çok zarar görmesinin nedeni onların bağlı olduğu tarikat ve bulundukları bölge olmaktan çok İslami şuuru daha diri tutmalarından ve halk arasında daha yaygın ve daha örgütlü olmalarından kaynaklanmıştır.

BAZI TEKKELER  AYAKTA KALMAK İÇİN GARİP YOLLARA BAŞVURDULAR

Şark illerindeki tekkelerden Şeyh Said`e destek olmayanların devlete karşı isyan etmeyeceklerine dair Ankara`ya güven mektubu göndermeleri onların üzerindeki baskının sınırlı tutulması için yeterli olmuştu. Devletin dağ köylerindeki tekkeleri denetlemesi de çok zordu. Bunun için bazı Şark tekkeleri ile Karadeniz tekkelerine göz yummak zorunda kalındı. İstanbul ve Anadolu`da durum farklıydı.

Örneğin Üsküdar`daki Özbekler Tekkesi (Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Celal Bayar, Halide Edip Adıvar, Mehmed Akif Ersoy, Ali Fuad Cebesoy ve Hamdullah Suphi Tanrıöver`in Anadolu`ya geçmesine yardımcı olmak gibi) Kurtuluş Savaşı`na yaptığı tarihi katkıdan dolayı kapatılmamıştı. Ancak rahatsız ediliyordu. Bunun üzerine tekkenin şeyhleri dergâhlarına Batılı anlamda bir sivil kuruluş süsü vermek için müzikli ilahi ziyafetleri düzenlediler. Hatta kimi haberlere göre bu ziyafetlerin içkili olduğunu göstermek için kapıya kasıtlı olarak boş içki şişeleri bıraktılar. Ama bu garip yöntemler, bu tür tekkeleri ayakta tutmaya yetmedi, onları zamanla özlerinden uzaklaştırdı; bu takiyye halleri, onların aslî haline dönüştü ve bu kurumlar maneviyatsızlıktan kapandı.   

Devrimler yapılırken İstanbul`daki ilmiye sınıfı, halk arasında örgütlü bir yapıya sahip olmadığı için kendisinde karşı çıkış cesareti bulamamış, bir kısmı Mısır, Hicaz, Şam gibi diyarlara göçmüş, bir kısmı evlerine çekilmiş, bir kısmı Cumhuriyet yönetiminde görev almayı kabul ederek kendilerince İslam`a daha çok zarar verilmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. İlk iki grup uzaktan veya yakından seyirci konumuna düşerken son grup Ankara eski müftüsü ve yeni Diyanet Reisi Rıfat Börekçi`nin kişiliğinde yeni yönetimi dini açıdan meşrulaştırma konumuna düşmüştür.

Neticede Cumhuriyet yönetimi İstanbul ve benzeri yerlerdeki ilmiye sınıfının kendi karşısına örgütlü olarak çıkmamasını onları cezalandırmamak için yeterli görmüş, onları yakından takibe almışsa da cezalandırmamıştır. Ama Üstat Bediüzzaman ve Hüseyin Hilmi Tunahan gibi kendisini toplumu ihya etmeye adayan alimlere göz açtırmamış, onlara ve onların talebelerine yönelik ağır baskılar uygulamıştır.

Ahmet YILMAZ

Bu haberler de ilginizi çekebilir