• DOLAR 32.418
  • EURO 35.447
  • ALTIN 2326.681
  • ...
Hakka yürüyüşün adı `Urfa`ya gideceğiz`
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Muhammed ŞAKİR

1960 Şubat...

Ramazan ayı Şubat’ın yirmi altısına denk gelir. O hasta haliyle ilk on beş gündeki teravihi talebeleriyle beraber cemaatle kılar. 17 Mart’ta hasta olmasına rağmen Emirdağı’na gider. Bir gün sonra 18 Mart’ta hastalığı artar. Talebesi Dr. Tahir Efendi tarafından iğne yapılır, serum verilir. Biraz kendine gelince Emirdağlı talebelerini çağırır. Onlarla helalleşir. Önceki ayrılışlarında “İnşaallah geçer görüşürüz” derken bu kez “Allah’a ısmarladık” diyerek hatır ister. Çok mahzundur. O haliyle Isparta’ya döner.

1960 MART...

Isparta… Zaman çok hızlı akıyor. Ateşi bir hayli yükselir. Dalıp dalıp uyanır. Ancak farz namazlarını kılabiliyor. Talebelerinden Tahiri, Zübeyr, Bayram ve Hüsnü var yanında. Nöbetleşe beklerler. Gece iki-üç sularında hastalığı iyice şiddetlenir. Zübeyr’le Bayram nöbette…

Bir ara gözlerini açar ve belli belirsiz bir söz dökülür dudaklarından: “Gideceğiz.” “Nereye gideceğiz üstadım?” “Urfa’ya gideceğiz, hazırlanın!” der. Zaman akmakta… Sahur vaktine girilir. Arabanın tamire ihtiyacı var. Üstad tekrar konuşur: “Başka bir arabaya bakılsın. İki yüz lira verebiliriz. Hatta cübbemi de satabiliriz.” Acele eder, talebelerinden de acele etmelerini ister…

20 Mart 1960...

Saat 9:00 sularında Bediüzzaman hazırlanmış arabaya bindirilir. Zübeyr tekrar sorar: “Üstadım! Urfa’ya mı gidiyoruz?” “Evet” anlamında bir baş hareketi ve yolculuk başlar. Hüsnü Bayram, şofördür. Bayram Yüksel ve Zübeyr Gündüzalp beraberindedir. Tahiri Mutlu ise evde kalır, gelip kendisini soracak polislere yanıltıcı cevaplar vermek ve dikkatleri başka taraflara çevirmek ve bir de evde kalması gerektiği için… Üstad, Hz. İbrahim Aleyhisselamı rüyasında görmüş, davetine icabet etmektedir.

Yola çıkacağı esnada yağmur ve fırtınamsı bir hava oluşur. Böylece çıkışı fark edilmez. Hava aydınlanır, evin önünde araba olmayınca polisler gelir, sorarlar. Tahiri ağabey yatmakla meşguldür. Ev sahibesi Fitnat Hanım polislere çıkışır: Ben bekçi miyim ne bileyim, siz bekliyorsunuz ya! Siz bilmiyorsanız da ben mi bileyim!? Polisler, Üstadın Isparta’dan ayrıldığını ilgili mercilere bildirirler. Üstadın muhtemel olarak gidebileceği Emirdağ, Barla gibi yerler mercek altına alınır ama Üstad yok, Emniyette telaş zirvede!...

Ebedin yolcusu misafir, yollarda… Tanınmasın diye arabasının plakası çamurla okunmaz hale getirilmiş.  Eğridir’den geçer. Şarki Karaağaç’ta dinlenir. Bir taşın üzerinde öğle namazı kılarlar. Sonra Konya’ya doğru hareket edilir. Konya valisi İslam’ın ve Müslümanların azılı düşmanlarından biri. “Ben Nur talebelerinin kökünü kazıyacağım” diye baba laflar etmiştir. Bu nedenle yol arkadaşları biraz endişeli, yakalanırlar diye… İlahi yardım, Konya’ya vardıklarında gittikçe hızlanan bir yağmur gökten yere boşanmaya başlar. Göz gözü görmez. Öğleden sonradır. Abdülmecit’in kapısı çalınır. Bakılır ki, Üstad! Arabadan inmez. “Abdülmecit! Ben Urfa’ya gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyeceğiz. Bana hakkınızı helal ediniz.” der. Karşılıklı helalleşmeler olur. Tam ayrılacaklarken tekrar eğilir kardeşi ve talebesi Abdülmecit Efendi’ye: “Abdülmecit! Abdülmecit! Bu kadar korkak olma? Vallahi mahpushanede sana Rabia’dan (A.Mecit’in hanımı) daha iyi bakarlar” diye latife yapar. Abdülmecit Efendi de: “Seyda! Ben neyleyim ki, Cenab-ı Hakk benim cesaretimi de sana lütfetmiş, seninki iki kat olmuş, bende hiç kalmamış” diye cevap verir.

Konya geride kalır. Daha Ereğli’ye varmadan Üstad arabasının arkasından öne doğru uzanır. İki talebesinin kulağından tutar ve: “Evlatlarım! Siz hiç merak etmeyin… Risale-i Nur dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur (dolayısıyla imani hakikatler m.ş.) davası daima galiptir…” der, üç defa tekrar eder. Bazı şeyler daha söyler; ama sesi tam çıkmadığı için anlaşılamaz. İkindi namazı vakti. Üstad arabada kılar. Akşam vakti girdiğinde Ulukışla’ya varırlar. Üstad: “Biraz yemek yiyebilir miyiz?” diye sorar. Lokantadan pirinç alınır. Arabada ayağı kırık bir gaz ocağı var. İşe yaramaz. Pozantı’da tren yolu bekçisi ateş yakmış, ısınmaktadır. Zübeyr “Hastamız var, parasını verelim, azıcık yemek ısıtacağız” der. Bekçi kabul eder. Hazırlanan yemekten Üstad, yalnızca bir kaşık alır, gerisine karışmaz. Adana geride kalır. Ceyhan’da bir saat kadar mola… yatsı, hem de teravih namazı kılınır. Yol boyunca Üstad zikir ve tesbihatla meşguldür. Şoför de biraz kestirir. Sonra yola devam… Osmaniye… Sahur vaktidir. Arabaya benzin… ve Sahur… Üstad sadece su alır. Sabah namazını ise Gavur (Nur) dağlarında Alman Pınarının başında kılarlar.

21 MART 1960

Sabah’ın yedi otuz’uyla (07:30) Gaziantep’e varılır. Durmazlar. Sadece Bayram Yüksel iner; hem biraz çorba alır ve hem de Urfa yolunu sorar. Süratle yola çıkılır. Kışın yağan kardan dolayı Nizip yolu çok bozuk ve çamurdur.

Yolda saplanıp kalmış arabalar var. Üstad’ın arabası arıza yapmaz, bozulmaz da. Ebedi misafirini istirahatgahına ulaştırmanın derdindedir. Rüzgar gibi yol almakta… Saat 11.00’de Urfa şehir merkezine varılır.

Urfa’da Üstad’ın talebelerinden Abdullah Yeğin bulunmaktadır. Kadıoğlu Mahallesi, Kadıoğlu Camii’nde kalmaktadır. Basında Üstad’ın leh ve aleyhinde çıkan haberleri okumakla meşguldür. Üstad’ın Urfa’ya doğru yola çıktığından ise bihaber. Pazartesi günüdür. Öğleye doğru. Abdullah ağabey abdest almakta. Tam o sırada bir genç heyecanla avluya girer Abdullah ağabeye: “Üstad geldi! Üstad geldi!” der. Kalan ayağını acele ile yıkarken bu kez Zübeyr Gündüzalp içeri girer. Heyecan ve telaş… “Üstad geldi acele gel!”  der. Ve beraber çıkarlar. Üstad “Beklemeye vaktim yok” deyip acele etmekte… Nerede kalınacak? “En iyi otel İpek Palas Oteli…” ve oraya doğru hareket… Abdullah Yeğin Üstad’ını çok zaif, halsiz görünce perişan olur. Hâlbuki Üstad: “Bana bağlanmayınız. Ben aciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır, ona bağlıdır… Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir zattır diye tanımayınız. Risale-i Nur’da konuşan delil ve burhan, hakikattir…” demiştir ve onların teveccühünü kendisine değil, davaya olması gerektiğini hep ders vermiştir.

Aynı gün saat 12:00… İpek Palas Oteli üçüncü kat, 27 numara… Üstad’ın ismini duyan otel sahibi ilkin biraz telaş gösterse de Üstad’ın yüzünü görünce hareketlenir ve hizmete başlar. Bediüzzaman Said-i Nursi’nin Urfa’ya geldiği haberi şehir içinde hızla yayılır. Ve Urfalılar otele akın etmeye başlarlar. Kısa zamanda otelin önü ana-baba günü gibi olur. Buraya gelmeden Isparta’da bulunduğu bu son zamanlarında Üstad,  yanındaki talebelerinin dışında en yakın talebeleri de dâhil hiç kimseyi kabul etmez. Ama burada gelenlerin tamamını kabul eder. Zübeyr Ağabey ziyaretçileri sıraya dizer, öyle içeri alır. Diğer talebeleri de kabulde Üstad’a yardımcı olurlar, ellerini tutarlar ve sair. Üstad’ın burada kalacağı bir buçuk gün içinde yüzlerce insan kendisini ziyaret eder. Devlet ise o otele yerleştikten biraz sonra onun Urfa’da olduğundan haberdar olur.

22 Mart Salı…

Üstad biraz kendine gelir. Yanıbaşında Abdullah Yeğin var. Ellerinden tutar ve ona hitaben: “Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra bir şey yapamazlar” der. Elini bırakmak istemez. Urfa’nın öneminden, İslam’a olan hizmetinden; Türk, Arap ve Kürt gibi Müslüman kardeşleri birleştirmeye vesile olacağından bahseder.  (Urfalıların kulakları çınlasın!!) Urfa’yı Türkiye’nin Medinesi gibi görür…

Otel polislerce sarılır, kuşatmaya alınır. Talebeleri rahatsız edilir. Kendisini Urfa’ya getiren arabanın anahtarı alınır ve bir an önce Urfa’dan ayrılması istenir. Urfalılar emniyetin bu muamelesine tepki gösterirler… Heyecan ve öfke bir gerilime doğru ilerler. Az sonra emniyet amiri bizzat otele gelir, Üstadla görüşmek ister. Üstad “Gelsinler” der. Amir, kendilerine verilen emrin kesin olduğunu, mutlaka Isparta’ya geri dönmesi gerektiğini söyler. Buna karşı Üstad: “Siz görüyorsunuz ben hastayım. Ben şimdi hayatımın son dakikalarını geçiriyorum. Belki de buraya ölmek için geldim. Bu vaziyette ben yola gidemem. Benim halimi şimdi görüyorsunuz. Siz benim namıma gidin, çalışın ben buradan gidemem…” şeklinde cevap verir. Ancak Emniyet, onu bir şekilde göndermek istemede ısrarlıdır. Talebelerinden Zübeyr ile Hüsnü’yü gözaltına alıp sorguya çekerler. Hakaret ederler ve “Üstadınızı mutlaka götüreceksiniz” derler.

Gerginlik had safhada. Beş-altı bin insan otelin önünde toplanmış vaziyettedir. “Bize misafir gelen bir din âlimini veremeyiz.” derler. İktidar partisi il başkanı Mehmed Hatipoğlu devreye girer, Üstad’a sahip çıkar. Ama hükümetin İçişleri Bakanı Namık Gedik, Emniyeti sıkıştırmakta ve iyice küstahlaşmaktadır: “Başka bir araba yoksa Said-i Nursi’yi çöp arabasına atın, gönderin…” diyecek kadar çıldırmıştır. Namık Gedik’in bu sözleri Üstad’a ulaşınca Üstad: “O kendi akıbetini söylemiştir” der. (ve gerçekten öyle olur. Üstad’ın vefatının üzerinden iki ay geçer geçmez 27 Mayıs 1960 askeri darbesi olur. Darbeciler Gedik’i öldürüp harp okulunun penceresinden atarlar, intihar etti, derler. Çöp arabası gelir cesedini alıp götürür…)

Namık Gedik’in “Çöp arabasına atın…” sözü halkın heyecanını son haddine çıkarır. Emniyet Üstadı zorla götürmek üzere arabasını otel önüne getirir. O sırada otel sahibi Üstad’ı göndermekle görevli komiseri merdivenlerden aşağıya iter… İl başkanı silahını çekip Emniyet Müdürüne “Eğer zorla Bediüzzamana bir müdahale olursa ilk önce ben ölürüm” der ve adamlarını silahlandırıp otelin etrafına yerleştirir. Kendisi de geceyi evinde telefon başında geçirir. Üstad’ın talebeleri ise bir yandan Üstad’a bakmakta, bir yandan Emniyetin tacizlerini bir şekilde savmanın uğraşında, bir yandan da durumu oraya toplanmış halk ile paylaşmaktalar. Halk kararlı: “Üstad’ı vermeyeceğiz..”  O gün Urfa’dan Ankara’ya yüzlerce telgraf çekilir. Aynı gün doktor gelip Üstad’ı muayene eder. Talebelere dönerek: “Siz ne cesaretle buraya geldiniz? Bu intihar bin kilometre yolu nasıl gelmiş, kırk derece ateşi var..” der ve neticede “yüksek derecede ateşi var, bir yere gidemez.” kararına varır, yarın gelin size heyet raporu vereceğiz deyip ayrılır. Ancak onların raporuna ihtiyaç kalmayacaktır… Devam edecek

Bu haberler de ilginizi çekebilir