• DOLAR 32.573
  • EURO 34.982
  • ALTIN 2426.74
  • ...
 Wall Street`i İşgal Hareketi ve ABD Oligarşisi
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Wall Street’i İşgal hareketi’nin amaçlarına ulaşıp ulaşmayacağı ucu açık bir soru olarak önümüzde durmaktadır. 17 Eylül’de başlatılan hareket çoğu gözlemcinin beklediğinden daha uzun süredir devam ediyor, hatta küreselleşti bile. 15 Ekim’de doğudan tutun batıya güneyden tutun kuzeye, dünyanın 82 ülkesinde gösteriler vardı. Bu süre boyunca, bilhassa ABD’de, hem protesto hareketini işe yaramaz olarak gösterme hem de hareketi kabul etme yönünde teşebbüsler oldu.
Amerika’nın süper zenginlerinden oluşan %1’lik kesimden Nobel ödüllü Joseph Stiglitz’ten tutun, ABD Kongresi’nde kiraladıkları adamlara ve medyadaki dostlarına kadar, hepsi sinir hastası oldular. Cumhuriyetçi Parti’de çoğunluğun lideri olan Eric Cantor, Zuccoti Park protestocularını ayaktakımı olarak etiketleyerek, hareketi ‘Amerikalıların Amerikalılar aleyhine çukurlarını kazmak’ olarak niteledi. Cumhuriyetçi adaylardan Mitt Romney protestocuları ‘sınıf savaşı’ çıkarmakla suçlarken bir diğer Cumhuriyetçi aday olan Afro-Amerikalı Herman Cain de işsizlerse kendi kendilerini suçlamaları gerektiğini söyledi. Yaptıkları aktiviteyi ‘Gayri Amerikalılık’ olarak niteledi.
 
Sağ kanattaki sinir bozukluğu bulundukları pozisyonun ne kadar da savunulamaz olduğunu gözler önüne seriyor. Hareketi ‘Beyaz Saray’ı İşgal Et’ değil de ‘Wall Street’i İşgal Et’ olarak adlandıran protestocular böylece sorunun kökenini işaret etmiş oldular. Beyaz Saray makamını işgal eden zatın kendisi bile süper zenginlerin kölesi değil mi? 2008 başkanlık seçiminde Barack Obama’yı sıradan Amerikalıların ayak sesi olarak nitelendiren medya aldatmacasına rağmen, kendisine en büyük bağış Wall Street tarafından yapılmıştı. Protestoculara karşı durduğu için bu yıl da Wall Street’ten yüklü miktarda bağış alan en yakın Cumhuriyetçi rakibi Mitt Romney’i bile geride bıraktı. Bu yüzden Beyaz Saray’ı kimin işgal ettiği önemli değil, şovu yapanlar Wall Street baronları. Tıpkı New York Times’taki köşesinde (10 Ekim) “Bunu anlamanın yolu mevcut durumun kendi lehlerinde hileyle oluşturdukları sistemin nimetlerinden yararlanan varlıklı Amerikalıların, bu sisteme karşı çıkarak sistemin kokuşmuş olduğunu dile getirenlere karşı isterik davranışlarını ortaya çıkaran çok daha büyük bir sendromun parçası olduğunu fark etmektir” diyen Paul Krugman’ın dediği gibi.
 
Sağ görüşlü medya, protestocuları taleplerini açık seçik biçimde ortaya koymadıkları için de suçluyordu. Defalarca zenginlerin vergilendirilmesini, bankaların değil halkın kurtarılması çağrısı yaptılar. Dile getirdikleri taleplerinin tutarlı olmadığını ileri sürmek için insanın ancak sağır olması gerekir. Apaçık talepler ileri sürmemiş olsalar bile bunu sorun addetmemeli. Halk Irak ve Afganistan’da sürdürülen savaşın aşırı derecede maliyetli olduğunu ve ekonomik erimeyi hızlandırdığını dile getirerek bundan vazgeçilmesini talep ediyor. Seçkinler dinliyor mu? Obama, 21 Ekim’de yaptığı konuşmada yılsonunda ABD ‘muharip’ birliklerinin Irak’tan çekileceklerini ilan etti ama bunu yapmasındaki amaç halkın taleplerini karşılamak değil, Iraklıların ABD’nin çekilmesini istemesiydi. ABD bugünlerde de kendi halkı istemese bile, seçkinlerin, temsilcisi olduklarını ileri sürdükleri halkın rağmına, diğer ülkelere savaş açacağı tehdidinde bulunuyor.
O zaman şöyle soralım; ABD’yi gerçekten rahatsız eden şey nedir? Northwestern Üniversitesi’nden Jeffrey Winters, Oligarşi adlı yeni ve harikulade kitabında konu zenginlere dokunmayla ilgili politikaya gelince Amerikan demokrasisinin nasıl kronik biçimde işlevsizleştiğine değinir. “Seçim sonuçları her daim büyük kitlelerin Amerikalı zenginlerin vermesi gereken verginin arttırılmasını istediğini gösterse de, bu yönde yürütülen politika yıllardır tersi istikamette işlemektedir. Hükümetin, çocukları, fakirleri ve yaşlıları rahatlatma amacıyla altyapıyı korumasını sağlayan kapasitesine zarar verse de, ultra-zenginlerden ve hükmettikleri şirket ve bankalardan alınan düşük vergiler, hükümeti mali yönden zayıflatmaya devam etmektedir”.
Süper zenginlerin servetlerini nasıl korudukları ve orta sınıf Amerikalılardan nasıl daha az vergi verdikleri gibi hususların iyice anlaşılması ve tahlil edilmesi gerekmektedir. 1925 ile 1950 yılları arasında Amerikalı çalışan kesimin ortalama geliri gerçek anlamda ikiye katlandı ve 1970lerde üç katına çıktı. Ama son kırk yıldır Amerikan ailelerinin %90’ının durumlarında herhangi bir gelişme olmadı. Ve bu, ekonomik durgunluktan kaynaklanmıyordu, ekonomi gelişmeye devam etse de orta sınıf vatandaşların hayatlarında bir ilerleme yoktu.
 
Süper zenginlerin hikâyesi ise tam tersi şekilde gelişti. 1970’lere kadar gelirleri göreceli olarak tekdüzeydi. 1970’te ve bilhassa son on yılda gelirlerinde fırlama oldu. Mal varlıklarını vergi memurlarıyla iyi geçinmek için kullandılar, avukat, lobici ve danışmanlar kiraladıkları gibi, rüşvetçi kongre üyelerini tutarak çıkarlarına ters düşen kanunların çıkmasını da engellediler. Amerika’nın paranın alabileceği en iyi demokrasi olduğunu söyleyenler haklıymış! 17 Haziran 2007 tarihli bir Senato raporuna göre, avukat, muhasebeci ve lobicilerin Amerika’nın süper zenginlerini, (oligarklar) Amerikan Maliye Bakanlığı’nın “vergi kaçakçılığı düzeni” olarak nitelediği 70 milyar dolar vergi vermekten kurtardıkları belirtiliyor. Bu tutar Bush’un vergi kesintisiyle (Amerikalı oligarklardan 20 kat daha büyük olan ) çalışan kesimin %2’sinin tamamına yaptığı iyilik meblağına denktir ve şirketler tarafından kullanılan benzer kayıplar da bunun dışındadır.
 
Süper zenginlerin vergiden imtinalarının ve vergi kaçakçılıklarının yüzyıllık bir geçmişi vardır. 1894’te nüfusun 0.1’ini oluşturan en zenginleri hedef alan federal gelir vergisi yasası geçtiğinde süper zenginler avukat tutarak Yargıtay’a savaş açtılar. 4’e karşı 5 oyla kazanılan dava sonucu yasa düştü. 1913’te Kongre’de en zengin %1’lik kesimi hedef alan ve vergilerini adil biçimde ödemelerini sağlayacak 16. Anayasa değişikliği yapıldı. Süper zenginler yeniden servetlerini kullandılar, avukatları, muhasebecileri ve lobicileri hilelerle bir araya getirerek yasayı yürürlükten kaldırdılar. O günden bugüne çok sayıda kongre üyesini satın alarak düzenlerini devam ettirdiler. Kongre üyeleri de Amerikan halkının hakkını yemede pay sahibidir, çünkü onların da %60’ı benzer şekilde milyarderlerden oluşuyor. Üstelik seçim kampanyalarını yürütürken zengin bağışçılar bulma noktasında da sorunları yok. ABD Anayasa Mahkemesi geçen yıl şirketlerin bile seçim kampanyalarına katkı yapma hakları olduğunu, aksi durumda hükümetle ilgili lobicilik yapma ‘hakkından’ mahrum kalacaklarına hükmetti!
 
1970’ten sonraki kırk yıl boyunca süper zenginlerin servetlerini katlamalarına hizmet eden birçok gelişme yaşandı. Rahatlıkla lobi faaliyeti yürüttüler ve büyük şirketleri kendi başlarına düzenleme hakkı elde ettiler. Bu da Dotcom balonu, Emlak balonu, Hedge fonlar gibi Ponzi şemalarına neden oldu. Hatta ileri gelen finans uzmanları bile çevrilen dolapların ne anlama geldiğini veya nasıl çalıştığını anlamıyorlardı. Bazı ekonomistler bir tür kontrol mekanizması geliştirilmezse feci sonuçlara yol açabilecek sonuçların oluşacağı uyarısında bile bulundular. Ama piyasanın bu türden endişeleri boşa çıkaracağı düşünülüyordu. Bu entrikaların hiçbirinin piyasayla bir ilgisi yoktu; yapılan işlemler piyasanın dışında cereyan ediyordu. İpotekli mortgage’lar faizleriyle birlikte birikiyor ve yatırım portföyü olarak diğer bankalara satılıyordu. Bu entrikayı yapan banksterlar ve hedge fon direktörleri daha sonra hisseleri satmakta ve böylelikle bu işlemler sonucunda milyonlarca dolar para kazanmaktadırlar. Bu yatırımların iflasla sonuçlanacağını biliyorlardı. Bu sahtekârlıktan sonra bile hiçbir tepe yönetici veya direktör bırakın hapse yollanmayı yargılanmıyor bile.
 
Dotcom balonundan sonra 2007–2008 yılları arasında iskânla ilgili iyi dönem sona erdi ve ekonomik çöküntü başladı. ABD, 1929-1930’lardaki Büyük Bunalım’dan sonraki en büyük finansal krizle karşı karşıya kaldı. Başkan Bush Hazine Bakanı Henry Paulson ve Savunma Bakanı Robert Gates’e acilen uyarıda bulunarak ya ipotekli mortgageların tuzağına düşen bankaları ve şirketleri kurtarmaları için 750 milyar dolarlık paketi kabul etmeleri ya da sıkıyönetim kanunlarını uygulamak için hazırlık yapılması için bir grup kongre üyesini seçmek için gönderdi. Kongre üyeleri anlaştılar. Hazine Bakanı olmadan önce Goldman Sachs’ın CEO’su olan Paulson dâhil ‘finansal yöneticiler olarak yapmakta oldukları harikulade iş için ikramiye olarak milyonlarca dolar araklamış olan belli başlı şirketlerin tepe yöneticileri vergi ödeyenlerin parasından verilen destekle milyon dolarlarla ödüllendirildiler. Paulson bizatihi destek anlaşması haricinde 500 milyon dolar aldı.
 
Orta sınıf Amerikalı ise tepe yöneticilerin tamahkârlığı ve kötü yönetiminden dolayı ortada kalmıştı. Milyonlarca Amerikalı evlerini kaybettiler ve o günden sonra çadırlarda yaşamaya başladılar. Önemli bir konumda çalışan hiçbir yönetici herhangi bir suçla suçlanarak hapse girmedi. Bu işlerle ilgili yorum yapan Garfinkle, Plutocracy ve Demokrasi adlı makalesinde Amerikan demokrasisinin süper zenginlerin gücüne karşı çok az sınırlama getirmekle kalmadığını bu tasarımla aynı şekilde paranın gücüne karşı da daha hassas olduğunu yazıyordu. (The American Interest; Ocak/Şubat 2011).
Finansal krizin patlak verdiği 2008’de bu şirketlerin batmayacak derecede büyük oldukları ve milyonlarca Amerikalının işlerinin bu şirketlere bağlı olduğu dile getirilerek batmalarına izin verilmeyeceği tartışılıyordu. Banksterlar ve en büyük şirketlerin CEO’ları ABD ekonomisiyle rulet oynayarak milyonlarca prim kazanıyorlarken sıradan Amerikalılar işlerini kaybediyorlar ve bu nedenle evsiz kalıyorlardı. Bugün (nüfusun %15,1’ini teşkil eden) 46,2 milyon Amerikalı açlık sınırının altında yaşıyor. Benzer şekilde resmi olarak ilan edilmiş %9,2’lik işsizlik oranıysa resmin tamamını göstermekten uzaktır. 18–30 yaş grubunda işsizlik oranı %17 iken Afro-Amerikalılarda oran %30 civarındadır.
 
Dikkate alınması gereken bir diğer faktör daha var. Amerika geçmişte yeraltı kaynaklarını talan etmek için diğer ülkelere karşı savaş açıyordu. Savaşlara milyar dolarlar harcanırken diğer ülkelerden elde edilenler finansal kayıpları karşılıyordu. Amerika, tarihinde ilk kez Afganistan ve Irak’taki savaşlarda savaştan bir yarar elde edemedi. Aslında iki savaşın ABD’ye maliyeti 4 trilyon doları geçti. Savaşlar devam etseydi bu paha artmaya devam edecekti. Amerika’nın üslerden dolayı yaşadığı kaybı ve Çin fonlarına duyduğu ihtiyacı göz önüne alınca ABD’nin 14,2 trilyondan daha fazla dış borcunun olduğu anlaşılmaktadır. İç borcu da buna katarsanız bu miktar 52 trilyonu bulmaktadır. Böylesi bir borcun bırakın anaparası, faizi bile astronomiktir.
 
Tüm faktörleri; bitmeyen savaşlar, israil tarafından yönlendirilen dış politika, devasa kültürel erozyon ve yozlaşma, süper zenginlerin vermeleri gereken vergiden kaçınmaları ve Amerika’nın imalat kapasitesindeki düşüşü ele aldığınızda bir zamanların kudretli ABD ekonomisinin diz çöktüğünü anlamak daha da kolaylaşacaktır. Gençleri de dâhil orta sınıf Amerikalılar sonunda gerçek düşmanlarının Wall Street banksterleri ve yöneticileri, hareketlerinin de Wall Street’i İşgal hareketi olduğunu anlamış görünüyorlar.
 
Makalenin başında da söz ettiğimiz gibi, sistemi değiştirme davalarında başarılı olup olmayacakları açık uçlu bir soru olarak durmaktadır. Şüphe duyulmaması gereken nokta ise Amerikan halkının Müslüman ve diğer milletlerden tanımadıkları yabancı grupların değil, kendi yöneticilerinin, gerçek düşmanları olduğunu sonunda anlamış olduklarıdır. Bu da başlı başına bir başarıdır.
 
Zafar Bangash
Crescent International`den Süleyman Kaylı tarafından İnzar için tercüme edildi.
İnzar Dergisi / Aralık 2011

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir