Devrimler ve Dizaynlar
İster halk ayaklanmaları şeklinde olsun, isterse ihtilal yöntemiyle gerçekleşsin, nihayetinde "Devrim ya da İnkılâp" kategorisine giren bariz değişimlerin yaşandığı tarihi süreçler vardır.
Devrimler, duruma göre yerel, bölgesel veya küresel statükoya karşı başkaldırı ilkesi üzerine gelişir ve şekillenir. Dolayısıyla bariz bir şekilde ortaya koyduğu ideolojik yönüyle çevresini etkileme potansiyeline sahip yeni aktörler üretir. Dinamizmini etkileyici ideolojik alt yapısıyla birleştiren devrimler, bu yönüyle her türden statükocu aktörlerin boy hedefi haline de gelir. Bu şekilde başlayan devrimci süreç, aynı zamanda mevcut statükoyu koruma telaşına düşen bir “Karşı devrimcilik” fitilinin de ateşlenmesi sonucunu doğurur.
Malumunuz hem Türkiye’nin hem de dünyanın bir numaralı gündem maddesi “Arap devrimleri” olmuş durumda. Eski zamanlarda dünyanın belli başlı stratejik yerleri dışında meydana gelen radikal değişimler, belki pek fazla önemsenmezdi. Ancak küresellik olgusunun dünyayı bir köye dönüştürdüğü bu zaman diliminde artık önemsiz hiçbir ülke söz konusu olmamaktadır. Dolayısıyla küresel aktörler de dolaylı da olsa tahakkümleri altına aldıkları hiçbir ülkeyi kaybetmek istememektedirler.
Geçen yüzyılda komünist devrimlerle dünyanın nimetlerini paylaşmak zorunda kalan küresel kapitalizm, İran’da İslam Devrimi’nin gelişmesiyle beraber ilk başta İslam gerçekliğinin bu çağda ülkelerin idaresinde etkili olamayacağı gibi sığ bir mantıkla meseleye yaklaştılarsa da, bilahare İslam âlemini derinden etkileyen bir potansiyeli bünyesinde taşıdığını fark etmeleriyle beraber amansız bir “Karşı devrim” fitilinin ateşleyicisi oluverdiler. Komünist bloğun yıkılmaya doğru gittiği zaman dilimine denk gelen İran İslam Devrimini boğmaya dönük çabalar, bir yönüyle Şah yönetimi gibi stratejik bir müttefikin kaybedilmesinin hazmedilmemesi ise de, asıl önemli sebep, hiç kuşkusuz devrim ateşinin başka müttefiklerin kaybına sebep olma potansiyelini kırmaya dönük idi.
Emperyalist Batı bloğunu bir vücuda benzetirsek, bugün dünya dengelerine yön veren jeo-politik konumuyla İslam dünyası da bu bloğun hem nefes hem de yemek borusunu teşkil etmektedir. İslam dünyasının merkezini oluşturan ve adına Ortadoğu denen coğrafyanın Batı’nın tahakkümünden çıkması, Batı’nın aç, susuz hatta nefessiz kalması anlamına gelecektir. Dolayısıyla dünya siyasetinin başlıca kurallarından olan “Domino ilkesi”nin oluşmaması için Batı âlemi, stratejik veya ekonomik anlamda en zayıf durumda olsa bile hiçbir ülkenin kendi tahakkümünün dışına çıkışına izin vermemeyi hayati bir kural olarak benimsemiştir.
Elbette tahakkümün devam etmesi için her bölgenin şartlarına uygun farklı yöntemler geliştirilmiştir. Temelde İngiliz orijinli olan İslam dünyasındaki tahakküm metodu, yapay sınırlarla kendi arasında sorunlu düzinelerce ülkenin oluşturulması, oluşturulan ülkelerin deyim yerindeyse kâhyalık sistemiyle idare edilmesi, bu coğrafyanın asıl sahibi halkların, ağanın marabaları muamelesine tabi tutulması, ağaya vekâleten kral, emir, şeyh vs. gibi ne devlet idaresinden ne de siyasetten anlamayan despotların işbaşına getirilmesi gibi garip ve dramatik bir düzen oluşturulmuştur.
Önemli yer altı ve enerji kaynakları dalavere yöntemlerle Batı’ya taşınırken, kâhyalar da petrolden elde edilen bahşişlerle saltanatın sefasını sürmektedir. Ama idarenin esaslı kurumları, ordu, istihbarat, emniyet gibi kurumların tamamen Batılı efendilere bağlı olması da gözlerden kaçmamaktadır. Elbette her canlı organizmanın doğma, büyüme, yaşlanma ve ölüme doğru giden değişmez evreleri, imparatorluklar için olduğu gibi kurulu düzenler için de geçerlidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma İslam dünyasındaki bugünkü düzen artık işlemez hal almıştır. Eskiden gelme alışkanlıklarla bugünün şartlarında bu düzenin işleme imkânı kalmamıştır. Çünkü marabalar artık kâhyayı da kâhyanın ağasını da istememektedir. İşleyen bugünkü düzenin, tüm kötülüklerin anası olduğunu yüksek sesle dillendirmekten çekinmemektedirler. Halkta zirveye çıkan memnuniyetsizlik, ağayla eş zamanlı olarak kâhyaya korkulu rüyalar gördürmektedir.
Bu düzenin artık yürüyemeyeceğini halklar bilmekte, halkta patlama noktasına gelen memnuniyetsizliği Batılı ağalar da fark etmektedir. Nitekim Tunus’la başlayıp Mısır ve Libya’ya sıçrayan “Bahar rüzgârları”, bir yönüyle halklardaki memnuniyetsizliğin patlama yapması olsa da diğer bir yönüyle kâhyalara arka çıkmamakla memnuniyetsizliği farklı bir suiistimal yöntemiyle kendi menfaatine kanalize etmeyi düşünen Batılı ağaların yeni bir dizayn projesi olarak algılamak mümkündür.
Tunus’ta Bin Ali’nin tek bir kurşun bile sıkmadan bavulunu toplaması, sadece halkın sokaklara dökülmesiyle izah edilebilecek bir mesele değildir. Daha doğrusu, Bin Ali yönetimi halkın taleplerine karşı bu denli “insani yaklaşması”, eşyanın tabiatına da, diktatörlüklerin karakterine de oldukça ters bir davranış biçimiydi. Ordu birliklerinin bu süre zarfında yönetimden değil de, halktan yana tavır takınması ise bambaşka bir vakıa idi. Ya bugüne kadar bu tür ülkelerin ordularının bağımlılığı noktasındaki genel kanaat yanlıştı, ya da deyim yerindeyse işin içerisinde iş vardı.
Elbette halkın tepkisini, özellikle de İslami referanslı taleplerini küçümseme yoluna gitme gibi bir yaklaşım içerisinde olamayız. Anlatmak istediğimiz husus, burada ince bir sinsilik projesinin halkın talepleri kılıfına sokularak farklı bir dizayn projesine dönüştürülmesi gayretinin olduğu yönündedir. Çünkü zaten gitme vakti gelen bir diktatör uğruna halkın kanına girmek gibi yanlış bir uygulama, büyük ihtimalle Tunus ülkesini çok kısa bir sürede kesin bir şekilde kendileri açısından kaybetme sonucunu beraberinde getirebilecekti. Bu nevi riski yüksek bir metoda başvurmak yerine, kendi tetikçilerini feda etme gibi risk oranı biraz daha az bir yöntemi tercih ettiler. Dolayısıyla güya geçiş süreci adı altında eski düzenin yeni simalarını “konsey” adı altında iktidarda tutmayı başararak, devrim söylemine göre fazlaca light bir yöntem olan seçimlerle yeni yönetim oluşturma taktiğini başarıyla devreye soktular. Seçimlerde İslami partilerin şanslarının çok daha yüksek olması, iktidarın köşe başlarını tutan müesses nizamın bekçilerinin tehditvari bakışları arasında ne kadar başarılı olunacağı yönündeki soru işaretlerini henüz izole edebilmiş değildir.
Herhalde ne demek istediğimizi daha iyi anlamak için Mısır’da yaşanan ve ilkine göre oldukça kanlı geçen ikinci Tahrir serüveni oldukça yerinde bir örnek teşkil etmektedir. Mübarek, efendisinin hizmetine amade olan diktatörler arasında oynadığı uşaklık rolünü hakkıyla ifa edebilen “en başarılı”lardandı. Ama buna rağmen arkasında efendisinin zerre kadar desteğini görmeyerek uşaklığın varabileceği en kötü akıbeti yaşayan diktatörlerin “Pir”i olma vasfını hak etmiş oldu. Bel bağladığı Amerikan beslemesi ordusu bile kendisine sahip çıkmaktan imtina etti. Mısır halkının öfkesinin patlama noktası, Tahrir gösterileri oldu. Ama halk istiyor diye Mısır gibi stratejik bir ülkenin halkın öfke ve haklı taleplerine teslim edilmesi olacak iş değildi. Eğer öyle olsaydı, bugüne kadar emperyalizm üzerine, siyonizm ve Amerikan sömürüsü üzerine söylenen, yazılan her şeyin çöpe atılması, emperyalizmin insancıl politikası diye yeni bir paradigmanın geliştirilmesi gerekirdi. Nitekim hayli kanlı geçen ikinci Tahrir seferberliği, aslında halkın talepleri üzerine oynanan kirli oyunları deşifre ettiği gibi, istikbarın zannedildiği gibi hiç de halkın taleplerini umursamadığı, stratejileriyle çeliştikleri anda ne menem katliam ustaları olduklarını bir kez daha göstermiş oldu.
Mübarek gitmişti ama muktedirliğin halka geçmemesi için her türlü manevralar da sergilenmişti. Bizler, Mübarek gitti halkın iradesi ve İslami talepleri iktidar oldu/olacak rüyalarını terennüm eder iken, askeri cunta çoktan köşe başlarına mayınlar yerleştirmişti bile.
İslam dünyası, Mısır yönetiminin şeytani uygulamalarının sembolü olan Mübarek’in demir kafesler içerisindeki görüntüleri ile sevinirken cuntanın bir anda Mübarekleşmesi, meselenin Mübarek’le sınırlı olmadığının göstergesiydi. Açıkçası Müslümanlar şahıs değişimini çokça önemsediler ama daha önemli olan stratejiyi gözetme hamlesi, yine şeytani odaklara kalmıştı. Biz şahıslar üzerinden değerlendirmelerde bulunurken, onlar strateji belirlemeye odaklanmışlardı. Halk istemleri üzerinden şeytani uygulamaları devreye koymanın hinliğini yapıyorlardı.
İran’da otuz küsur yıl önce yaşanan İslam Devrimi’nin peşini hala bırakmayan tahakkümcü güçlerin nasıl bir anda Tunus, Libya ve Mısır gibi ülkeleri İslam devriminin ellerine terk edecekti. HAMAS ve Hizbullah tecrübesinin İslam dünyasındaki etkisini minimize etmek için dünyanın bombalarını, füzelerini yağdıran şeytani ittifak, nasıl bu derecede insafa gelip birden fazla ülkeyi Müslüman halkların insafına terk edecekti?!
Elbette her ne kadar halkın öfkesini, yalama yapmış figüran yöneticiler üzerinden kontrol altına alma stratejisi uygulanmak isteniyorsa da bugüne kadar yaşananları, Batılı güçlerin kaybı, halkların da kazanımı olarak okumak gerekir. Batılı güçler her ne kadar farklı bir dizayn projesi oluşturma gayretinde iseler de, yönetimlerin bundan sonra daha dikkatli olacağı, halkın taleplerini daha fazla dikkate almak zorunda olacakları bir sürecin kapısı aralanmıştır. Halkların fiiliyata geçen uyanışının nerede son bulacağı ise belli değildir. Deyim yerindeyse cin şişeden çıktı, ya da pandoranın kutusu açıldı.
Yaşananlar, İslam dünyasında yeni umutların yeşermesine sebep olurken, şu anda halk hareketleri üzerine kirli hesaplar yapan Batılı aktörler tamamen belirsizlik, endişe ve korku içerisine düşmüşlerdir. İslam dünyasında, oluşan hareketlerin kazanımlarının yeterliliği/yetersizliği tartışılırken, Batı başkentlerinde, İslami taleplerle bütünleşen halk hareketliliğinin nereye varacağı noktasında karamsarlık tabloları çizilmektedir. Suriye örneğinde olduğu gibi, “Bahar havası”yla farklı bazı stratejik hamleler gütseler de, Arap ülkelerinde şimdilik kısmen bastırılan İslami ve insani talepler, kendileri açısından en ciddi endişe kaynağı olmayı sürdürmektedir.
Oluşan tablonun özeti kısaca şu: Halk hareketleriyle bölgenin asli unsuru olan Müslüman halk her geçen gün yeni mevziler kazanırken, yerel ve küresel hegamonik güçler her gün mevzi kaybetmekte ya da ellerinde kalan mevzilerin muhafazası için çırpınmaktadır.
Elbette ellerinden çıkacağını bildikleri yerleri talan edip ateşe verme gibi Batılı haydutların kadim bir geleneğinin olduğunu da hatırlatalım. Ellerindekini kaybetmemenin telaşını yaşayan haydutlar, şu anda hareketli bölgeyi son bir umutla ateşe verme, savaş tamtamları dâhil etnik ve mezhepsel çatışmaları körükleyerek bir intikam tablosunu ortaya çıkarma gibi meşum planlar da gütmektedirler.
Ali Özgür / İnzar Dergisi / Aralık 2011