• DOLAR 32.326
  • EURO 35.119
  • ALTIN 2302.391
  • ...
 Bekleyiş
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Köye doğru hızlı hızlı üç beş adım gitti. Birkaç kez zılgıt çaldı, mendilini salladı. Bu, onunla kuzeni arasındaki özel haberleşme şekliydi. Sabahın serinliği artık yerini güneşin kavurucu sıcağına bırakıyordu. Köyden sürüyle beraber meraya gitmemiş olan birkaç hayvanın tek tük bağırma sesleri geliyor, sonra yine sessizlik başlıyordu. Fatma, tekrar yolun kasabaya doğru giden tarafına yönelip heyecanlı ve hızlı birkaç adım attı. Artık büyük alıç ağacının gölgesinden ayrılmıştı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Elini, başörtüsünün üzerinde gözleri için gölge oluşturacak şekilde tutup, yolun ufukla kesiştiği noktaya dikkatlice ve uzun uzun baktı. Ufukta bir karaltı vardı ve kendisine doğru hareket ediyordu.
Ne çaldığı zılgıtları ne de mendil sallaması, köyden bir tepki görmemişti. Ne amcasının kızı Zehra ne annesi ne de babaannesi onu fark etmemişti.
 
İki hafta kadar önce babaanneleri “Artık gelmeleri yakındır. Çünkü Zilhicce ayı bitti ve Muharrem ayı başladı.” demiş, o günden sonra her sabah, iki küçük kuzen, köyün karşısındaki tepedeki alıç ağacının altına gelir, öğlene kadar yolun kasaba tarafında ufukla birleştiği noktayı gözlerlerdi. Öğle namazı ve yemek için köye döner; sonra aynı nöbeti akşama kadar tekrar tutarlardı. Bazen o kadar dalarlardı ki ağacın altında uyuyakalırlardı da bir yolcu veya köylü tarafından uyandırılır ve “bugün de gelmediler” diyerek üzgün bir şekilde köye geri dönerlerdi. Bazen bir-iki atlı onları heyecanlandırsa da bu uzun sürmez ve heyecanlı bekleyiş devam ederdi. Bu bekleyişin heyecanı ve Seyda Baba’ya olan özlemleri o kadar büyümüştü ki sarf ve fıkıh derslerini bile bırakmışlardı. Zaten okusalar bile pek bir şey anlayamaz duruma gelmişlerdi.
 
Fatma, tekrar köye doğru birkaç adım koştu. Tekrar zılgıt çaldı, mendil salladı. Ama bu sefer köyden bir tepki almayı beklemeden öbür tarafa doğru koştu. Artık gelenlerin Seyda Baba ve beraberindekiler olduğundan emindi, ya da en azından öyle olmasını istiyordu. Artık yeterdi. Ne kadar çok zaman olmuştu kervan gideli. Daha Ramazan yeni bitmişti. Bayramdan üç gün sonra Seyda Baba ile beraber on ikisi erkek, sekizi kadın toplam yirmi kişiyi götüren kervan yola çıkmıştı. Her biri, bütün köylü ile teker teker vedalaşıp helallik almış, atına binmiş ve yola koyulmuşlardı. Yol için gerekli erzakı ise birkaç katıra yüklemişlerdi. Meryem Nine (Fatma’nın babaannesi), şöyle demişti:
 
—Bu kervan önce Diyarbakır’a gidecek. Orada deliller (rehberler) var. Birkaç kervan bir araya gelince Diyarbakır’dan yola çıkacaklar. Önce Şam-ı Şerif’e, oradan da kutsal Kudüs şehrine uğrayacaklar. Sonra da Hicaz topraklarına geçecekler. Önce Medine-i Münevvere’ye gidip, Peygamber Efendimize misafir olacaklar. Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyurmuşlar ki; “Beni vefatımdan sonra ziyaret eden, sağlığımda ziyaret etmiş gibidir.” Bu yüzden Peygamber Efendimiz, onların ziyaretlerinden mutlaka haberdar olacak ve gönderdiğimiz selamları da mutlaka alacaktır. Sonra da Mekke-i Mükerreme’ye gidecekler. Kâbe oradadır. Bizler namaz kıldığımız zaman nerede olursak olalım, yönümüzü ona doğru çeviriyoruz. Orada hac vazifelerini yerine getirecekler. Sonra da dönecekler. Tabi dile kolay. At sırtında, tanımadıkları bilmedikleri çöllerde, Arabistan sıcağında, dört ay kadar sürecek meşakkatli bir yolculuk olacak. Allahu Teâlâ onları ve bütün Ümmet-i Muhammed(s.a.v.)’i korusun inşallah.
 
Ufuktaki karaltı yaklaşıyordu. Bu arada, üzerlerinde bir toz bulutu yükseliyordu. Bu toz bulutu, gelenin bir veya birkaç kişi olmadığını da gösteriyordu. Çünkü küçük bir insan kalabalığı, böyle bir toz bulutu oluşturamazdı. Fatma üçüncü kez köye doğru koştu. Yine zılgıtlar, mendil sallamalar ve karşı yöne geri koşma... Heyecandan yerinde duramıyor, olduğu yerde zıplayıp duruyor, “Allahım! Ne olur bu sefer gelenler onlar olsun. Ne olur, ne olur, ne olur…” diye dua ediyordu. Yolun o tarafına doğru koşmaya başladı. Ama birden durup köye doğru bakındı. Belki birkaç adım daha gitse köy artık görünmeyecekti. Bu da onu korkutuyordu. Üstelik bugün, ilk kez kuzeni de yanında yoktu. Meryem Nine de köyden görünmeyecek şekilde uzaklaşmamaları konusunda onu sıkı sıkı tembihlemişti. Bu yüzden, ara ara köye doğru dönüp zılgıt çalmaya ve mendil sallamaya devam etti ki, köyden birileri onu fark etsin ve yanına gelsin.
Şükürler olsun ki üçüncü kez çağrısı işe yaramıştı. Meryem Nine ile Zehra, ona doğru aceleyle yürüyorlardı. Karaltılar da artık toz bulutunun içinden seçilir olmuştu. Mesafe kişileri tanıma imkânı vermiyordu, ama bu sefer gelenlerin hacdan dönen kervan olduğunu hissediyordu. Seyda Baba’nın da gelenler arasında olması gerekiyordu. Seyda Baba’yı çok seviyordu ve onu çok özlemişti. Kervan yola çıkacağı zaman Seyda Baba ona şöyle sormuştu.
 
—Gözümün nuru! En çok neyi seviyorsun, dönüşte sana ne getirmemi istersin? O da,
 
—En çok seni istiyorum. En çok Allah Teâla’yı ve Resul’ünü seviyorum. Medine’ye gittiğinde Peygamber Efendimize benim selamlarımı söyle. Sonra da hac vazifeni bitirince hemen dön olur mu? Biliyorsun. Ben seni çok özlüyorum. Bana kendini sağ salim geri getirmen, en büyük hediye olacak. Bu bana yeter. demişti. Bu cevap üzerine, Seyda Baba kendini tutamamış, ağlamıştı. Kervanı uğurlamaya gelen köylüler de onunla beraber ağlamışlardı. Allah’ım! Ne müthiş manzaraydı? Sekiz yaşında bir kız çocuğu, en çok Allah ve Resulünü seviyor, Medine’ye, Peygambere selam gönderiyor, köylüler ise bakıyorlardı.

Meryem Nine ile Zehra tepeye, Fatma’nın yanına varmışlardı. Hiçbir şey sormadan onlar da yola, kasaba yönündeki ufka doğru baktılar. Kervan epey uzaktı ama iyice gözüküyordu. Meryem Nine, “Çocuklar, benim gözlerim iyi göremiyor. Bakın bakalım, kervanın önünde bayrak gibi bir şey görünüyor mu?” diye sormuştu. Fatma,
 
—Evet babaanne. Sanki kervanın önünde iki atlı var ve tepelerinde bir şey sallanıyor, sanki bayrağa benziyor.
Meryem Nine:
 
—Çocuklar sanırım bunlar hacıların bayraklarıdır. Bu bizim dönen hacılarımızın kervanı olmalı. Köylüleri çağırın da gidip onları karşılasınlar.
 
Bu sefer Fatma ile Zehra birlikte köye doğru biraz koştuktan sonra beraber zılgıt çalıp mendil salladılar. Köyden birkaç çocuğun ıslık çalarak onlara cevap verdiği duyuldu, sonra bir hareketlilik başladı. Biraz sonra imam, minareye çıkıp önce kervanın döndüğünü müjdeledi, sonra da salâvat okumaya başladı. Birkaç genç ellerine yeşil bayraklar alarak atlara atladılar, tekbirler ve salâvatlar eşliğinde kervana doğru atları koşturdular. Birkaç dakika içinde köy tamamen boşalmıştı. Erkek, kadın, yaşlı, genç, çocuk kim varsa yola dökülmüşlerdi. Hatta birkaç yıldır felçli ve yatalak olan Mirza Dayı bile ayaklanmış, oğlunun yardımı ile o tarafa doğru yola koyulmuştu. Ya Rabbi! Ne büyük bir şenlik? Herkes sevinçten ağlıyordu.
 
Seyda Baba, yani Hacı Seyda Baba, kervanın önünde alaca bir küheylanın üstünde diğerleri de onun arkasında tekbirler ve salâvatlar okuyarak köye su sağlayan pınara doğru geliyorlardı. Köylüler de aynı şekilde, pınara doğru yol alıyorlardı. İki grup, pınar başında kavuştular. Pınarın çevresi, bayram yerine dönmüştü. Yoldan gelenler ellerini yüzlerini yıkadılar, su içtiler. Bu arada biraz dinleneceklerdi ama tebrik getirenler, peygamberin kokusu geliyor diye onlara sarılmaya çalışanlar, Hacerül Esved’e dokunmuş diye avuç içlerini öpmeye çalışanlar, sevinçten ağlayanlar, zılgıt çalan kadınlar, her şey birbirine karışmıştı. Birkaç genç atlara atladılar ve Allah Teâlâ’ya bir şükür nişanesi olarak kesilecek kurbanlık koçlar getirmek üzere merada otlayan sürüye doğru yol aldılar. Bir süre sonra pınar başındaki curcuna sakinleşti ve insan seli köye doğru akmaya başladı. Bu arada kurbanlık koçlar da köye gelmişti. Hacılar köy meydanına varınca kurbanlar kesildi.
 
Yirmi hacı için, yirmi kınalı koç…
 
Komşum Mustafa Dayı, hacca gitme hazırlığı yapıyordu. Geçenlerde hem helalleşmek hem onu uğurlamak ve hem de Peygamber efendimize selam göndermek için onu ziyarete gittim. Yaşlı annesi Hatice Nine de orada oturuyordu. Ben ona, Hacı Seyda’nın kim olduğunu sordum. O da bana,
 
—Hacı Seyda, benim annem Fatma’nın dedesiydi. Ben onun hac yolculuğunu sana anlatacağım. O zaman, şimdiki gibi uçak, otobüs vb. araçlar yoktu. Yaya olarak ya da hayvan sırtında gidip geliyorlardı. Yolculukları dört ayı buluyordu. Bazıları yolda vefat ediyordu. Sonra gözyaşları içinde bana bu hikâyeyi anlattı. Doğrusu ben de dinlerken çok duygulanmıştım.

Faruk TİTİZ / İnzar Dergisi / Kasım 2011
 
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir