• DOLAR 32.365
  • EURO 35.114
  • ALTIN 2323.403
  • ...
İmam-ı Şafiî Vefat Etti
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Doğruhaber / tarihte bugün / 20 Ocak

GÜNÜN AYETİ

“Ey iman edenler! (verdiğiniz) sözleri yerine getiriniz.” (Mâide suresi l. ayetin meali) 

GÜNÜN HADİSİ

“Dört haslet vardır, kimde o dört haslet bulunursa, o kimse münafıktır ve kimde o dört hasletten biri bulunursa, o kimsede münafıklıktan bir haslet var demektir. Ta ki o hasleti bırakıncaya kadar!
1.Konuştuğu zaman yalan söylerse,
2.Söz verdiği zaman cayarsa,
3.Ahdettiği zaman hile yaparsa,
4.Başkasıyla cedelleştiği zaman yalan uydurursa.” (Buhari - Müslim)

GÜNÜN SÖZÜ

“Abdullah b. Ömer sekerata (ölüm döşeğine) düştüğü zaman şöyle dedi: 'Kureyşlilerden bir kişi benden kızımı istedi. Benden de vaade benzer bir söz aldı. Allah'a yemin ederim ki ben münafıklığın üçte biriyle Allah'ın huzuruna gitmek istemiyorum. O halde sizi şahid tutuyorum: 'Ben ona kızımı verdim!”

TARİHTE BUGÜN

820: İmam Şafi'nin vefatı

1815: Napolyon, 140 bin kişilik bir ordu ve 200 bin kişilik gönüllü birliği ile Paris'e girdi.
Napolyon 1804`de imparatorluğunu ilan etmişti. Ancak ülkesini soktuğu ve Napolyon Savaşları olarak bilinen uzun savaşlardan sonra Fransa yıkıma uğratmış, 1814′te güneybatıdan İngiltere, doğudan ise İngiltere`nin müttefikleri Avusturya ve Prusya, Fransa`yı işgal etmişti. Bunun üzerine 30 Mart`ta Paris düştü. 11 Nisan`da Napolyon`un tacı elinden alındı ve Akdeniz`de ki Elba Adası`na sürüldü. Burada pes etmeyen Napolyon Elba adasında kaçarak yeniden bir ordu kurdu 20 Ocak 1815`de tekrar Paris`i aldı. Ne var ki aynı yıl içinde Avusturya, Prusya ve İngiliz güçlerine tekrar yenilerek bu kez Atlas Okyanusu`nda ıssız  bir ada olan St. Helena`ya (OKUNUŞU: Sit Helena) sürüldü. Sıkı bir denetim altında geçen tutsaklık döneminden; sonra öldü ve bu adaya gömüldü. Kemikleri ancak 1840`ta Paris`e getirildi.

1920: Maraş'ta Fransızlara karşı Maraş Savunması başladı.

1921: TBMM'nin oluşumunun ardından, 23 maddelik ilk anayasa Teşkilatı Esasiye kabul edildi.

1921: Dağıstan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne bağlı olarak kuruldu.

1923: Türkiye Büyük Millet Meclisi, gizli oturumunda El Cezire bölgesinde bir İstiklal Mahkemesi kurulması kararı aldı.

1923: İsmet İnönü Lozan'da Yunanlılar tarafından yakılmış 26 şehrin listesini sundu.

1942: Askerlik süresi üç yıla çıkarıldı.

1952: Türkiye Cumhuriyeti Millî Savunma Bakanlığı Kore'de 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin öldürüldüğünü açıkladı.

Türkiye, Kore`deki savaşa ABD müttefiki olarak katılmıştı. Kore savaşı Güney Kore ve Kuzey Kore arasında yapılan ve soğuk savaşın ilk sıcak çatışması olmuştur. Komünist Blok ile emperyalist ülkelerin pastadan dilim büyütme savaşından başka bir şey değildir. Kore, yayılmacı politika yürüten Doğu Bloku ve Batı Bloku ülkelerinin menfaatlerinin çatıştığı bölgelerden biri olunca Kore Savaşı da patlak verdi.

Savaşta Çin, SSCB, Çekoslavakya, Polonya, Macaristan, Bulgaristan ve Romanya Kuzey Koren`nin yanında yer alırken, ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Filipinler, Türkiye, Hollanda, Fransa, Yeni Zelenda, Tayland, Etiyopya, Yunanistan, Kolombiya, Belçika, Güney Afrika ve Lüksemburg ise Güney Kore`nin yanında yer aldılar.
Ayrıca Hindistan, Danimarka, İtalya, Norveç ve İsveç Güney Kore`ye sağlık yardımı yaptılar.

Türkiye 259 subay, 18 askeri memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere toplam 5090 kişi bir tugayla savaşa dahil oldu. Yakın tarih uzmanlarına göre Türkiye`nin Kore savaşına katılması, İsrail`i tanımasıyla beraber Nato`ya katılmak için verdiği rüşvetlerden ikisidir.

1968: Türkiye, Yunanistan'daki askeri rejimi tanıyan ilk ülke oldu.

“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim”  şeklindeki atasözü bu tarihi nota nasıl da uygun düşüyor. Darbeler cenneti olarak bilinen Türkiye Yunanistan`daki askeri darbe yapan rejimi ilk tanıyan ülke oluyor. Hem de ilkokul kitaplarında ve her yıl çeşitli bayramlar vesilesiyle Yunan düşmanlığını dipdiri tutan Türkiye`nin bu tavrı manidardır.

Yunanistan`da askeri yönetim 21 Nisan 1967 sabahı yapılan darbeyle başladı. Askeri yönetim 1974 yılının temmuz ayında sona erdi.

Darbecilerin hepsi askeri yönetime son verilince yargılandı ve idama mahkûm oldu. O dönemde başbakan Kostas Simitis`in “demokrasi intikam almaz sadece geçmişi hatırlatır” diyerek idamları ömür boyu hapse çevirmesi ise darbecileri kahraman olmaktan alıkoymuştu. Darbe liderlerinden Papadopulos, 1999`da hapishanede öldü ve bazı darbeciler hâlâ cezaevinde. Kimse onları hatırlamıyor. Darbenin yıldönümünde Yunan basınında bu konuda haber bile çıkmıyor. Bu yüzden Yunanistan`da bir daha kimse darbe yapmaya hatta planlamaya bile kalkışmadı. Yunanistan`da 1967 Nisanından 1974 Temmuzuna kadar süren darbe yıllarında Yunanlı gazeteciler, aydınlar, sanatçılar… hepsi darbeye karşı yek vücut direniş gösterdiler. Askeri yönetime son veren en büyük faktörlerden biri bu oldu. Türkiye`de ise malum, tüm askeri darbelerde mezkur kesimler darbe şakşakçılığı yapmış, nameşru askeri vesayete meşruluk kazandırmıştır.

1973: Eski Milli Birlik Komitesi üyesi Cemal Madanoğlu ve 31 kişi hakkında "Anayasayı değiştirme ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ıskat için gizli örgüt kurma" iddiasıyla dava açıldı.
Cemal Madanoğlu 27 Mayıs Darbesini yapan Milli Birlik komitesinin asıl lideridir. Albaylar Darbesi denilen 27 Mayıs darbesi yapıldığında Orgeneral Ragıp Gümüşpala “Cunta lideri şayet benden daha kıdemsiz ise 3. Orduyla Ankara`ya yürüyüp isyana son vereceğim” demişti. Bunun üzerine Cemal Madanoğlu Milli Birlik Komitesinin başkanlığını İzmir`den getirilen Cemal Gürsel`e bıraktı. Bu şekilde Ragıp Gümüşpala`nın askeri darbeyi bitirmesinin önüne geçildi.
12 Mart 1971 Muhtırasından 3 gün önce 9 Mart 1971`de Milli Birlik Komitesinin gerçek lideri Cemal Madanoğlu emekli olmasına rağmen ordu içinde muvazzaf subaylardan bazılarını ayartarak darbeye kalkıştı. Fakat ünlü Mitçi Mahir Kaynak`ın cuntacıların içine sızmayı başarıp darbe hazırlığını ifşa etmesiyle darbe girişimi başarısız oldu. 3 gün sonra verilen 12 Mart muhtırası sonucunda darbeye kalkışanlar yargılandılar. Ancak bu durum, darbecilerden hesap soruldu şekilde anlaşılmamalıdır. Zira sistem izin vermediği darbe teşebbüslerinin önü hep kesilmiştir. Bu da Türkiye`de elit laik tabakaya has bir gelenektir. Bu geleneğin adı ise şudur: “Ben istediğim zaman darbe yapılır”

1975: Ermeni ASALA terör örgütü kuruldu.

“Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu” Asala 1975 yılında Lübnan İç Savaşı döneminde Beyrut`ta Agop Agopyan tarafından kuruldu ve Türkiye`de ve 16 farklı ülkede Türk diplomatlara karşı silahlı eylemler yaptı. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda Türkiye'nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır. ASALA'ya mal edilen saldırılar farklı kaynaklarda değişiklikler arz etse de 1985 yılından sonra saldırıları durmuştur. Sanki Ermeni teröristler kendi yapacakları cinayetlere uygun bir taşeron bulmuş gibi 1985`den sonra saldırılarını kesmiştir. Asala Marksist-Leninist bir çizgi benimsemiş olup aynı çizgideki silahlı örgütleri desteklemiştir.

1981: İran, 444 gündür rehin tutulan 52 Amerikalının serbest bırakıldığını açıkladı. Haber, Ronald Reagan'ın (OKUNUŞU: Ronıld Regın) Amerika Birleşik Devletleri başkanlığı koltuğunu Jimmy Carter'dan (OKUNUŞU: Jimi Kartır) devralmasından birkaç dakika sonra geldi.

4 Kasım 1979 günü İranlı öğrenciler Tahran`da Amerikan elçiliğini basmış ve 90 Amerikalıyı rehin almışlardı. Daha sonra bazı rehineleri serbest bırakan öğrenciler 52 rehineyi 444 gün alıkoymuşlardı. Dönemin ABD başkanı Jimmy Carter rehineleri kurtarmak için bir operasyon yapmış ama çölde komandoları taşıyan iki ABD helikopteri kumdan dolayı düşünce bu operasyon başarısız olmuştu.

1989: George Bush, (OKUNUŞU: Corç Buş) Amerika Birleşik Devletleri'nin 41. başkanı seçildi.
Tam adı George Herbert Walker Bush (OKUNUŞU: Corç Herbırt Volkır Buş)
12 Haziran 1924`de doğdu. Kariyerleri arasında 1976`da CIA`in genel müdürlüğü, 1981`de Başkan Ronald Reagan'ın yanında Başkan Yardımcısı seçilmesi de vardır. Irak`ın Kuveyt`i işgalini bahane ederek başlatılan 1. Körfez Savaşı`nın mimarıdır. Bu savaşta onun yarıda bıraktığı işgalleri yıllar sonra yerine ABD Başkanlığına seçilen oğlu tamamlamıştır

1990: Azerbaycan'da Ermeniler tarafından 143 Azeri katledildi. Ermeniler aralarında ciddi sorunlar olan Azerileri değişik zamanlarda katliamlara uğrattılar. Bunlardan biri de 143 Azerinin katledildiği 1990 katliamıdır. Yüz yıl önceki sözde ermeni katliamlarının davasını yapan Batılı ülkeler nedense Ermenilerin yaptıkları katliamlara 3 Maymunu oynuyor.

1993: Bill Clinton, Amerika Birleşik Devletleri'nin 42. başkanı seçildi.

1996: Filistin'de ilk kez devlet başkanlığı seçimleri yapıldı. Yaser Arafat devlet başkanı seçildi.

1997: Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği TÜSİAD, "Demokratik standartların yükseltilmesi paketi"ni Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı ile Genelkurmay Başkanlığına sundu. TÜSİAD raporda Kürtçe eğitimin serbest bırakılmasını da öneriyordu.

2001: George Walker Bush, (OKUNUŞU: Corç Volkır Buş) Amerika Birleşik Devletleri'nin 43. başkanı seçildi.
Irak ve Afganistan işgallerini başlatan ve bu işgaller için “Haçlı Savaşının devamıdır” diyerek yaptığı gafla gerçek niyetlerini ortaya koyan George W. Bush (OKUNUŞU: BURADA Corç Dabilyu Buş olarak okunacak) Afganistan ve Irak başta olmak üzere İslam beldelerinde milyonlarca kişiyi katlettirmiştir. Hani tarih kitaplarında okuruz; “Filan Kral falan ülkeyi istila edince şu kadar kişiyi idam ettirdi” diye. İşte eli kanlı canavarlardan biridir George W. Bush (OKUNUŞU: BURADA Corç Dabilyu Buş olarak okunacak).

2003: Ankara DGM Cumhuriyet Savcısı Hamza Keleş, Fetullah Gülen'in ''Anayasal sistemi değiştirerek yerine İslami esaslara dayalı devlet kurmak amacıyla yasadışı terör örgütü kurarak faaliyette bulunduğu'' iddiasıyla 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezasına çarptırılmasını istedi. 

2007: Hrant Dink'in öldürülmesi olayının zanlısı Ogün Samast, Samsun'da yakalandı.

2009: Barack Obama Amerika Birleşik Devletleri'nin 44. Başkanı olarak göreve başladı.

Yemin töreninde "Bugün 60 yıl önce lokantada oturamayanların yemin ettiği gündür" diyerek kölelik günlerine atıfta bulunan Obama seçildiği dönemde halefi Bush`dan itibarı dünya çapında yerlerde sürünen bir Amerika devralmıştı. Bu sebeple rengi ve ismiyle Amerika için iyi bir imaj olacağı düşünülmüş, müslümanlar arasına tünemiş bir çok kişi onu bir kurtarıcı olarak göstermeye çalışmıştı. Dedelerinin müslüman olması ve isminde Huseyin lafzı özellikle müslümanlardan bazıları için umut olmuştu. Ama özellikle ABD gibi büyük rejimlerde isimlerin sadece şeklen olduğunu, sistemin değişmez olduğunu, başa kim gelirse gelsin sistem tarafından kontrol edileceğini bilenler için Barak Obama hiçbir şey ifade etmedi. Nitekim başkanlığı döneminde de böyle düşünenleri haklı çıkaran uygulamalar devam etti.

2010: 25 Aralık Cuma akşamı 19.30'da Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı'nda kozmik odada başlatılan arama sona erdi.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın evinin yakınında iki subayın yakalanmasıyla başlatılan soruşturma kapsamında Seferberlik Bölge Başkanlığı karargâhında hâkim nezaretinde arama başlatılmıştı.

Genelkurmay Başkanlığı Adli Müşavirliği, aramaların 5. gününde "durdurma ve devlet sırrı niteliğindeki belge ve bilgilerin kayıtlarının imha edilmesi" talebiyle mahkemeye başvurmuş, başvuruyu değerlendiren Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Genelkurmay'ın taleplerini reddetmişti

2012 : Yaşanan Uzun Tartışmaların Ardından Nihayet Cumhurbaşkanı Abdullah Gül`ün Görev Süresi Belli Oldu.

Meclis Genel Kurulu, 21 Ret Oyuna Karşın 234 Kabul Oyuyla, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Görev Süresini 7 Yıl Olarak Belirledi.

Yeni Yasaya Göre Gül Dâhil Önceki Cumhurbaşkanları 2. Kez Aday Olamayacak.

Meclis`ten Geçen Düzenlemeye Göre, Cumhurbaşkanı Halk Tarafından Seçilecek Ve Seçimler 5 Yılda Bir Yapılacak. Bir Kişi, En Fazla İki Kez Cumhurbaşkanı Olabilecek.

Tek Aday Olması Halinde, Oylama Referandum Şeklinde Yapılacak.

MERCEK

İMAM ŞAFİÎ

20 OCAK 820: İmam Şafi vefat etti.

İmam Şafii'nin adı Muhammed bin İdris'tir 
İmamı Azam Ebu Hanife'nin vefat ettiği yıl olan Hicri 150 senesinde, Miladi 767`de Filistin'in Gazze şehrinde dünyaya geldi 
Rivayet edildiğine göre İmam Şafii'nin babası Kureyş kabilesine mensup olup Peygamber efendimiz (s a s)'in dedelerinden Haşim'in kardeşi Muttalip oğullarına dayanır
İmam Şafii'nin annesi için “Yemenli Ezd kabilesindendir” diyenler olduğu gibi “Hayır! Annesi de Kureyşi olup İmam Şafii anne tarafından da soyu Resulullah`ın atalarıyla birleşir” diyenler vardır.

Künyesi Ebu Abdullah olup dördüncü dedesi Şafii`nin ismine nisbetle ona da Şafii denmiştir. Miladi 20 Ocak 820, Hicri 204`de Mısır`da 54 yaşında iken vefat etti.

İmam Şafii, henüz beşikte iken babası vefat etmişti. Annesi onu iki yaşında, asıl memleketleri olan Mekke'ye getirdi. Orada büyüdü. Yedi yaşına gelince Kur'an-ı Kerimi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı.

İmam Şafii daha küçük yaşta iken Mekke'de bulunan zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam etmeye başlamıştır. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir; "Kur'an-ı Kerimi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harama gidip, fıkıh ve hadis âlimlerinden pek çok istifade ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kağıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri yazmakta çok sıkıntı çekerdim."

İmam Şafii, Mekke'deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, çölde yaşayan Huzeyl kabilesinin arasına gitti. Orada da bilgisini ilerletip, ok atmayı öğrendi. Bu hususta da şöyle demiştir: "Ben Mekke'den çıktım. Çölde Huzeyl kabilesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabile, Arapların dil bakımından en fasihi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke'ye döndüğüm zaman, birçok rivayet ve edebiyat bilgilerine sahip olmuştum."

İmam Şafii daha on yaşında iken, o zamanın en meşhur âlimi İmam Malik'in "Muvatta" adlı hadis kitabını, dokuz günde ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke'deki Süfyan bin Uyeyne, Müslim bin Halid ez-Zenci gibi fakih ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

İmam Şafii hazretlerinin tahsilinde en önemli safha, İmam Malik hazretlerine talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke'den Medine'ye gidip, İmam Malik'den ders almasını şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlar Mekke'de, Müslim bin Halid'den fıkıh öğrendim. O sırada Medine'de bulunan Malik bin Enes'in büyüklüğünü ve müslümanların imamı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhur eseri olan "Muvatta"nın bir nüshasını, Mekke'de birinden tekrar geri vermek üzere alıp dokuz günde ezberledim. Mekke valisine gidip, birini Medine valisine birisini de Malik bin Enes'e vermek üzere iki mektup alıp Medine'ye gittim. Medine'ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdim ve Medine valisi ile birlikte İmam Malik'in yanına gittik, İmam Malik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gayet heybetli bir görünüşü vardı. Medine valisi, Mekke valisinin gönderdiği mektubu İmam'a takdim etti. Mektupta "Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca "Subhanallah! Resulullah`ın ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur." dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı; “Adın nedir” dedi. “Muhammed'dir” dedim. “Ey Muhammed” dedi “İleride büyük bir şanın olacak, Allahu Teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu masiyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvatta'yı okusun” buyurdu. Ben de “Onu ezberledim, ezberden okurum” dedim. Ertesi gün İmam-ı Malik'e gelip okumağa başladım. Her ne zaman, İmam-ı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvatta'yı bitirdim."

İmam Şafii, İmam Malik'in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu, İmam Malik onu himayesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti.
İmam Malik bin Enes vefat edince  İmam Şafii onun yanında ilimden yeteri kadarı nasibini aldığı kanaatine vardı 

O zamana kadar çok fakir bir hayat sürmüştü  Kendi geçimini temin edebilmek için bir iş aramaya başladı  Bu sırada Yemen valisi Hicaz'a gelmişti  Kureyş'ten bazıları ondan İmam Şafii'yi beraberinde Yemen'e götürmesi isteğinde bulundular. Vali bu isteği uygun bularak kendisine bir iş vermek üzere İmam Şafii'yi yanında götürdü  İmam Şafii bu hususta şöyle der: "Annemde bana verecek yol parası bile yoktu  Evi rehin vererek yol parasını tedarik ettim  Yemen'e varınca vali bana iş verdi  Bu parayı ödemek için çalışmaya başladım "

İmam Şafii Yemen`e baplı Necran`da görevine devam ettiği sıralarda Yemen'e zalim, gaddar bir vali tayin oldu. Bu vali, kendi idaresi altındakilere zulüm yapmaktan çekinmiyordu. Bu durumdan haberdar olup rahatsız olan İmam Şafii, âlimlerin elinde keskin bir kılıç olan tenkit vasıtasını çok iyi kullanarak bu valiyi uyarmaya çalıştı. Fakat İmam Şafii'nin bu tavrı valinin onun aleyhine harekete geçmesine yol açtı. Vali ona kin bağlayarak hakkında iftiralar uydurdu  Abbasiler, Hz. Ali'nin soyundan gelenlere karşı bir tavır içindeydiler. Bu sebeple herhangi bir valinin Hz  Ali`nin soyundan gelenlere karşı iyi davrandığını tespit ettiklerinde derhal onu ya azlediyor ya muhakemeye çekiyor ya da öldürüyorlardı.

Söz konusu zalim vali de İmam Şafii'yi Hz  Ali soyundan gelenlerin taraftarı olmakla itham etti. İmam Şafii'nin Hz  Ali`nin soyundan gelenlere karşı sevgi beslediği herkesçe biliniyordu. Zalim vali, bu konuda ısrar ederek ve Harun Reşid'e mektup göndererek onu İmam Şafii'ye karşı kışkırtıyordu 
Zalim valinin iftira ve yalanlarının sonucunda İmam Şafii eli kelepçeli halde Bağdat'a gönderildi. 34 yaşlarında böyle bir durumla karşı karşıya kalan Şafii apar topar Halife Harun Reşid'in huzuruna çıkarıldı. Ancak güzel savunması ve İmam Muhammed bin Şeybani'nin lehinde şahitlik etmesiyle canını kurtardı. İmam Şafii`nin bu dönemde söylediği “Şayet Ehl-i Beyti sevmek Rafizilikse insanlar ve cinler şahid olsun ben Rafiziyim” sözü durumunu çok iyi anlatıyordu.

İmam Şafii bu olaydan sonra, Bağdad'a giderek, ilmini ilerletmek için, İmam Azam`ın talebesi olan İmam-ı Muhammed'den ders almaya başladı, İmam Muhammed onu kendi himayesine alıp yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle Irak'ta tedvin edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhur olan rivayetleri öğretti. İmam Muhammed ayrıca İmam Şafii' nin üvey babası idi.

İmam Şafii, Bağdat'da İmam Muhammed'den aldığı dersleri tamamlayıp, Mekke'ye döndü. Burada bir müddet inceleme ve araştırmalar yapıp, ayrıca talebelere ders verdi. Bilhassa hac mevsiminde çeşitli İslam beldelerinden gelen ilim adamları ondan ilim öğrenirlerdi. Mekke'deki bu ikameti dokuz yıl kadar sürdü. Sonra tekrar Bağdad'a gitti. Bu sırada Bağdad İslam aleminin önemli bir ilim merkezi idi. Burada bulunan âlimler, İmam Şafii'ye hürmet göstermiş ve ilim talebeleri onun etrafında toplanmıştır. Bağdad âlimleri dahi ondan ders almışlardır. Daha önce Mekke'de İmam Şafii ile görüşen ve ondan hadis dinleyen Ahmed bin Hanbel kendisine talebe olmuş, üstünlüğüne hayran kalmıştır. Yine İmam Şafii ile emsal olan İshak bin Raheveyh ve benzerleri ondan ilim tahsil etmiştir. Herkes onun dersine koşuyor ve verdiği fetvalarına hayran kalıyordu.

İmam-ı Şafii'nin üstün şahsiyetine ve yüksek ilmine hayranlık duyarak, ondan ders alıp ilim öğrenen talebelerinden bir kısmı şunlardır: Ahmed bin Hanbel, İshak bin Raheveyh, ez-Zaferani, Ebu Sevr ibrahim bin Halid, Ebu ibrahim Müzeni, Rebi' bin Süleyman-ı Muradi.

Daha sonraki asırlarda, Şafii mezhebinde yetişmiş âlimlerden meşhur olanlardan bazıları da şunlardır: Hadis âlimlerinden İmam-ı Nesai, kelâm âlimlerinden Ebul-Hasen-i Eş'ari, İmam-ı Maverdi, İmam-ı Nevevi, İmam-ül-Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah, İmam-ı Gazali, İbn-i Hacer-i Mekki... Kaffal-ı Kebir, İbn-i Subki, İmam-ı Suyuti.

İmam Şafii hazretleri, ilim, zühd, marifet, zeka, hafıza ve neseb bakımlarından zamanındaki âlimlerin en üstünü idi. On üç yaşında iken, Harem-i şerif de "Bana istediğinizi sorunuz?" derdi. Onbeş yaşında iken fetva verirdi. Zamanının en büyük âlimi olan ve üç yüz bin hadis-i şerifi ezbere bilen İmam Ahmed bin Hanbel, ondan ders almaya gelirdi. Çok kimse İmam Ahmed'e, "Böyle büyük bir âlim iken, kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde, "Bizim ezberlediklerimizin manalarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır" derdi. Bir kere de, "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahu Teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmam Şafii ile tekrar açtı" dedi. Bir kere de, "İslama bu çağda Şafii'den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum" dedi.

İmam Şafii, Bağdat`daki siyasi ve fikri kargaşalıklar sebebiyle Mısır'a gidip ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır.

İmam Şafii, İmam Malik'in ve İmam Azamın talebesi İmam Muhammed'in derslerine devam ederek İmam Azamın ve İmam Malik'in ictihad yollarını öğrenmiş oldu. Sonra da bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Böylece müslümanların ibadetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol gösterdi. Onun kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yani gösterdiği bu yola "Şafii Mezhebi" ve müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara da "Şafii" denildi.

İmam Şafii, Mısır'da mayasıl hastalığına yakalandı  Aşırı kan kaybından dolayı 20 Ocak 820'ye rastlayan Hicri 204 yılı Recep ayının son gecesi 54 yaşında vefat etti  Kabri Mısır'da Mukattana dağının eteğindedir

AFYON SAVAŞLARI

20 OCAK 1841: Hong Kong Adası Afyon Savaşları sırasında Birleşik Krallık'a verildi.

BİR SÖMÜRGECİLİK HİKÂYESİ: AFYON SAVAŞLARI

18. yüzyıla gelinceye kadar bir uyuşturucu türü olan afyonun öldürücü etkileri biliniyor, tiryakiliği de görülüyor, fakat bağımlılığından hiç söz edilmiyor ya da edilse bile bu, maddenin hoş etkilerine bağlanıyordu. Buna rağmen, devlet yöneticileri özellikle de sömürgeci devletlerin yöneticileri bu maddeyi kendi menfaatleri doğrultusunda çok iyi kullanıyorlardı. Bu madde onlara hem ticari kazanç elde etmede hem de sömürgelerini kontrol etmede kolaylık sağlıyordu. İngiltere gibi dönemin büyük emperyalist devletler, sömürgelerinde afyon kullanıcılığını yayarak sömürgelerini uyuşturarak güdümlerlerdi.

Çin ile Batı arasındaki ilk çatışma Afyon Savaşıdır. Bu savaşların temel sebebi ise afyon ticaretidir. Çin`in Avrupa ile teması 13. ve 14. yüzyıllara kadar, yani Marco Polo zamanına kadar gitmektedir. Fakat orta çağdan itibaren özellikle 17. yüzyıldan sonra Çin`de yapılan misyonerlik faaliyetleri tepkiye neden olmuş ve Çin`in Avrupa`ya karşı daha da kapanmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla Çin, uzun süre Batı Ticaretine kapalı bir biçimde yaşadı. O dönemde Çin`in Avrupa`ya karşı sadece Kanton limanını belli ölçüde açtığı belirtilir. Limana gelen Avrupalı tüccarlar ise sadece Çinli tüccarlarla muhatap oluyor ve kesinlikle halkla direk ilişkileri bulunmuyordu. Çin`in batıya açılması 19. yüzyılın ortalarında başladı. Bu yıllarda Portekiz, İngiltere, Fransa, ABD ile ticari, siyasi münasebetler başladı. Bunlardan İngilizler, Hint pamuklukları ve afyonunu verip çay ve ipek alıyorlardı. Çin üst makamları bu ticareti engellemeye çalıştılar. Zaten Avrupalılar sadece Kanton Limanından ticaret yapabiliyorlardı ve ne zaman ki bu durum İngiltere'nin menfaatlerine ters düşmeye başladı işte o zaman İngiltere Çin`in bu tutumunu bozma girişimlerine başladı. Hemen hatırlatalım bu dönemde İngiltere, en Emperyal, en katil, en sömürücü devlettir.

İngiltere halkının ulusal içkisi olan çayın büyük bir bölümü Çin`den geliyordu. Çay ithalatını karşılamak için İngiliz tüccarları, Çin`e gizliden gizliye afyon sokuyorlardı. Çin, İngilizler için bir afyon pazarı konumundaydı ve işin ilginç tarafı bu afyonu da o dönemde sömürgesi altında bulunan Hindistan`dan elde ediyordu. Çin`de afyon kullanma alışkanlığı yayılmaya başlayınca, Çin hükümeti afyon ticaretini yasaklayarak sıkı önlemler aldı. İngiliz yetkilileri, sorunun temelinde yatan afyon işini bir kenara bırakıp, onlara göre, “uygar” ilkelerin en yücesi olan ticaret serbestliği engellendiği için tepkide bulununca, 1839 yılında Çin hükümetinin, İngiliz tüccarlarının gerçekleştirdiği yasadışı afyon ticaretini durdurma girişimi ve bir İngiliz denizcinin yargılanması konusunda doğan hukuki anlaşmazlığın doğurduğu gerginlik sonucu Birinci Afyon Savaşı patlak verdi.
Birinci Afyon Savaşı sonucunda 1842'de imzalanan Nanking ve 1843'te imzalanan Bogue (OKUNUŞU: Boog) Ek Antlaşmaları ve Çin'in önemli bir miktarda tazminat ödemesi, ticaret ve yerleşim amacıyla beş limanın İngilizlere bırakılması ve İngiliz yurttaşlarının İngiliz mahkemelerinde yargılanmaları konuları karara bağlandı. 1842`de imzalanan Nanking anlaşmasının önemi ise Hong-Kong`un İngiltere`ye verilmesi ve beş limanın İngiliz ticaretine açılmasıdır. Ayrıca bu anlaşmayla birlikte İngiltere önünde boyun eğen Çin, 1844 Temmuzunda Amerika Birleşik Devletleri`yle Vanghia (OKUNUŞU: Vengia) ve Ekimde de Fransa`yla Vuampoa (OKUNUŞU: Vuempoa) anlaşmalarını imzalayarak bu devletlerin de benzeri imtiyazlar elde etmelerine engel olamadı. Fakat bu barış ve anlaşmalar İngilizler ve batılılar için umulanı hiç de sağlayamadı. Her şeyden önce afyon ithalatı hızla düşmeye başladı. Ayrıca Çin de hızla artan yabancı düşmanlığı yerleşti ve daha da önemlisi İngilizler yerli halkın direnciyle karşılaştılar. Bu tepkilerin başında yabancı düşmanlığına dayalı olarak ortaya çıkmış olan 1851 tarihli Taypingler Ayaklanması gösterilebilir.

İngilizlere karşı artan tepkilerin bir sonucu olarak 1856 Ekim`inde Kanton polisi, bir Çinliye ait ve mürettebatı da Çinli olan, fakat İngiliz Bandırası taşıyan “Arrow” adlı bir gemiyi kaçakçılık ve korsanlık nedeniyle tutukladı. Bu olay üzerine “Arrow Savaşı" olarak da bilinen İkinci Afyon Savaşı başladı. İkinci Afyon Savaşı ticari ayrıcılıklarını arttırmak isteyen İngilizlerin Arro) adlı gemideki İngiliz bayrağının indirilmesini bahane ederek başlattıkları savaştır. Bir Fransız misyonerinin öldürülmesini bahane eden Fransa da İngiltere yanında savaşa girdi. Savaş sonucunda İngiltere ve Fransa 1858 yılında Çin hükümetini Tianjin Anlaşması`nı imzalamaya zorladılar, ancak Çin anlaşmayı onaylamayı reddedince savaş yeniden başladı ve 1860 Pekin Sözleşmesi'yle Çin, Tianjin Antlaşması'na uymayı kabul etti. Bu antlaşmaya göre yabancı elçiler Pekin'de yerleşebilecek, birçok yeni liman ticaret ve yerleşim için Batılılara açılacak, yabancılar Çin'in iç bölgelerine seyahat edebilecek ve Hıristiyan misyonerlere hareket serbestîsi tanınacaktı. Ayrıca 1858'de Shang-hai`da (OKUNUŞU: Şangay) yapılan görüşmelerle Çin'e yapılan afyon ihracatı yasallaştı.

XIX. yüzyıl ortalarında yapılan ve Batılı devletlerin Çin'de bizim tarihimizdeki kapitülasyonlar benzeri ticari ve hukuki ayrıcalıklar kazanmaları ile sonuçlanan bu iki savaş İngiltere`nin sömürgecilik tarihindeki kara lekelerden biri olarak görülebilir. Zira İngiltere, Çin ile yaptığı ve sebebi afyon ticareti olan iki savaşta da her zaman ki gibi İngiltere`nin dostları değil menfaatleri olduğunu göz ardı etmemiş ve sömürgeci zihniyetini burada da göstermiştir.

O dönemlerde Afyonun iki büyük savaşa yol açacak kadar kıymetli bir madde olduğunu anlamak günümüz şartlarına göre algılaması zor bir mesele olarak görülebilir. Yalnız bir gerçeği göz ardı etmemek gerekir. Günümüzde afyon ve diğer uyuşturucu maddelerin kullanılmasını engellemeye yönelik faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri kadar bilinçli kuruluşlar o dönemde yoktu. Ayrıca madde bağımlılığının zararları yeterince bilinmiyor, afyonun masum bir madde olduğu zannediliyordu. Kitleler bu nesneleri çılgınlar gibi satın alıyorlardı. Mesela işçiler, kendileri fabrikada çalışırken çocukları sakin dursun diye bunu yutturuyorlardı. O dönemlerde yayımlanan bazı reklâmlarda afyonun babysitter`den (okunuşu: Beybisittır) yani Çocuk bakıcısında kurtardığı belirtiliyor böylece burjuva arasında da yaygınlaşması sağlanıyordu. Çünkü çocuklara afyon verilerek uyutuluyor, çocuk bakıcısına gerek kalmıyordu. Mesela Çin halkı afyon karşılığında gümüş ve altın ödüyor ve bu durum Çin ekonomisini olumsuz etkilemekle birlikte afyon savaşlarının da temelinde yatan sebeplerden biri olarak ortaya çıkıyordu.

Konuyu biraz daha aydınlatmak için o dönmede kurulan bir şirket olan Rio Tinto`dan bahsetmek yerinde olacaktır. Rio Tinto, 1873 yılında Jardine Matheson (OKUNUŞU: Cardayn Medısın) firması tarafından kurulmuştur. Şirkette en büyük hisse Rothschild ailesine aittir ve İngiliz kraliyet ailesinin de hissesi bulunmaktadır. Jardine Matheson 1800`lü yılların başından itibaren Türkiye`den Çin`e “afyon” ticareti yapan bir firmadır. 1837 paniğinde diğer afyon tüccarları Russel ve Perkins firmalarının zor duruma düşmeleri ve Rothschildler`e başvurmaları üzerine, Jardine Matheson, Russel Co ve Perkins Co birleştirilerek Rothschild aile¬sine ait J.P. Morgan denetiminde afyon karteli oluşturuldu. O yıllarda afyon tica¬reti serbestti ve en gözde ticari işti. 1839 yılında Çin ile İngiltere arasındaki Afyon Savaşı`nın Çin`in mağlubiyeti ile sonuç¬lanması üzerine Hong Kong İngilizlere bırakıldı. Burada, Rothschildler`in kontro¬lündeki  Hong Kong Shangai Bank Corporation (HSBC) afyon ticaretini fi¬nanse etmeye başladı. Jardine Matheson firmasının afyon ti¬caretinden kazanılan parası ile kurulan Rio Tinto, bu gün dünyanın en büyük maden firması olup, tek başına dünya maden üre¬timinde % 12,5`lik (27 milyar dolarlık) pay ile birinci sıradadır. Günümüzde de birçok organize suç örgütünün iştahını kabartan hatta terör örgütlerinin de ideolojilerini yayabilmeleri için zaruri olan finansmanı sağladıkları uyuşturucu ticaretinin, afyon ticaretinin serbest olduğu bir dönemde böyle şirketlerin kurularak yapılmış olması çok da garipsenecek bir durum değildir aslında.

SONUÇ

  Afyon savaşları ile birlikte Çin in 1949`a kadar sürecek olan acılar ve sancılar dönemi başlamıştı. Afyon nedeniyle ölen Çinlilerin sayısı kimi tahminlere göre 200 milyon, kimi tahminlere göre ise 500 milyon kadardı. Fakat şu bir gerçek ki 20. yüzyılın başına kadar ölenlerin sayısı kesinlikle 100 milyondan az değildir.

Afyon ve diğer uyuşturucu maddeler binlerce yıldır yaşamın içinde olmasına rağmen bu maddelerin zararlarına karşı bilinçlenmenin 19. yüzyılda başladığını görüyoruz. Mesela afyona karşı ilk örgüt İngiliz işçi hareketinden doğmuştur. 1874`de Londra`da “afyon ticaretinin engellenmesi derneği” kuruldu ve avam kamarasını dilekçe bombardımanına tuttu. Dolayısıyla yirminci yüzyıla gelene kadar afyon ve diğer uyuşturucu maddelerin sömürgeci devletlerin emrinde bazen sömürgelerini kontrol etmek bazen de işçi sınıfını uyutmak için kullandığını söylemek mümkün gözükmektedir.

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir