• DOLAR 32.52
  • EURO 34.801
  • ALTIN 2421.461
  • ...
Midhat Paşa Zindanda Boğduruldu
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

doğruhaber / tarihte bugün / 5 Şubat

GÜNÜN AYETİ

“...Yemin olsun ki onlar nefislerinde büyüklük tasladılar. Büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.”

(Furkan suresi 21. ayetin meali)

GÜNÜN HADİSİ

“Affetmekten dolayı Allah Teâlâ, kulunu izzet yönünden yükseltir. Hiçbir kul yoktur ki; Allah için tevazu göstersin de Allah onu yüceltmesin!”

(Müslim)

GÜNÜN SÖZÜ

“Kime mal veya güzellik veya elbise veya ilim verilirse, o da bu hususta tevazu göstermezse bu nimet, kıyamet gününde onun için vebâl olur.”

(Katâde)

TARİHTE BUGÜN

1877: Midhat Paşa, sadrazamlıktan azledildi. Daha sonra Taif zindanında boğduruldu.
Midhat Paşa, 1861-1876 yılları arasında padişah Abdülaziz  döneminde savunduğu reform politikalarıyla tanınmış ve iki kez sadrazamlık yapmıştır. 1876'da Abdülaziz'in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan askeri darbe'nin liderlerinden biri olmuş, aynı yıl padişah V. Murat'ın tahttan indirilerek II. Abdülhamit'in tahta geçirilmesi olayında da belirleyici rol oynamıştır. Abdülhamit'in 23 Aralık 1876'da ilan ettiği Kanun-u Esasinin mimarlarından biridir. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Midhat Paşa, sürekli olarak saray aleyhine lobi yapınca Abdülhamit'in gözünden düşerek sürgüne gönderilmiş, 1881'de Yıldız Sarayı'nda kurulan mahkeme tarafından ölüme mahkûm edilmiştir. Yıldız Mahkemesi, Padişah Abdulaziz'in öldürülmesinden 5 yıl sonra Abdulhamid Han'ın isteğiyle oluşturulan mahkemedir. İdam cezası Abdülhamit tarafından Taif'te hapis cezasına çevrilmişse de Midhat Paşa, 3 yıl sonra muhafızları tarafından öldürülmüştür. Midhat Paşa, gerek bürokrat gerek vali olarak göreve gittiği her yerde kendine bağlı bir çevre oluşturmuştur. Tarihçiler onun hep bir Cumhuriyet kurma peşinde olduğunu belirtirler. Bu duyum beraber çalıştığı padişahların da kulağına gittiğinden iki kez Sadrazamlıktan azl edilmiş, sürgünlere yollanmış, nihayetinde öldürülmüştür. Cumhuriyet ilan edildikten sonra Midhat Paşa, taltif edilmiş 1947'de İnönü ismiyle inşa edilen Stada onun ismi verilmiş ve kemikleri Taif'ten getirilerek 26 Haziran 1951 günü törenle Şişli'de Abide-i Hürriyet Tepesindeki özel kabrine konmuştur.

1917: ABD kongresi, Başkan Woodrow Wilson'un vetosuna rağmen, Asyalıların ülkeye göçünü yasaklayan göçmen yasasını onayladı.

1931: Erbilli Mehmet Esad Efendi defnedildi. Menemen Komplosunda İstanbul'dan getirilerek Menemen'de idama mahkum edilen Esat Erbili Efendi, yaşı ilerlemiş olduğundan idam kararı infaz edilemez. Ancak rahatsızlanarak kaldırıldığı hastanede aniden vefat eder. Kimi tarihçiler, onu idamla ortadan kaldıramayanlar tarafından askeri hastanede zehirlenerek öldürüldüğünde ısrar ederler.

1933: Atatürk, 1 Şubat'ta Bursa'da bir grubun, ezan ve kametin Türkçe okunmasını protesto edip, gösteri yapması üzerine Ege gezisini yarıda keserek Bursa'ya geldi.

1937: Anayasa'nın 2. Maddesi'nde yapılan değişiklikle, 6 ilke Anayasa metnine girdi: Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır. Resmi Dili Türkçedir. Makam Ankara şehridir.

1958: Cemal Abdunnasır, Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olmak için aday gösterildi.

1958: ABD hava kuvvetleri, Georgia  eyaleti sahili açıklarında bir hidrojen bombası kaybetti. Bomba bulunamadı.

1975: ABD Kongresi'nin 11 Aralık 1974'te aldığı, Türkiye'ye silah ambargosu kararı uygulanmaya başlandı. Ambargonun gerekçesi Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmasıydı.

1976: Amerikan uçak firması Lockheed, Türkiye'de rüşvet verdiklerini açıkladı.

1974 ve 75 yıllarında Yahudi sermayeli bir şirketten Lockheed lisansıyla 40 adet uçak satın alınır. 1976`da, Lockheed`in yeminli denetçisi, ABD Senatosu`na verdiği ifadede, şirketin uçak satabilmek için Hollanda, Japonya, İtalya ve Türkiye`de askeri yetkililere 1971-1975 yılları arasında toplam 24 milyon dolar rüşvet verdiğini söyler. Hollanda, Japonya, İtalya, derhal soruşturma başlatır ve sorumlu subaylara gereken cezaları verirler. Türkiye ise kerhen bir soruşturma açar ve soruşturma sonucunda döenmin Hava Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya'nın 1975'de Lice'de meydana gelen depremden sonra Lice'de okul yaptırmak üzere Lockheed firmasından 30 bin dolar aldığı açıklanır. Bu açıklamaya göre rüşvet Lice'deki bir okul için alınmıştır. Buna rağmen büyük yankı getirince Emin Alpkaya bu paranın alınıp Lice'ye okul yaptırmada kullanılmasında Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar'ın haberi olduğunu söyler. Sancar bunu inkar eder. Sonuçta ve sadece Lockheed`in Türkiye Temsilcisi Nezih Dural, rüşvet verme suçundan tutuklandı. Cumhurbaşkanı Korutürk ve Başbakan Demirel aralarında anlaşarak Emin Alpkaya`yı 5 Mart 1976`da istifaya zorladılar. 7 Nisan`da açılan dava, jet hızıyla yürütüldü ve 30 Nisan`da Alpkaya`nın beraatı ile sonuçlandı. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar kararı temyiz ettiyse de, Askeri Yargıtay beraat kararını onayladı.

Bir genel, bir ara seçimden sonra hükümetler ve ordu komuta kademesi değişti. Lockheed Skandalıyla ilgili soruşturmalar, 12 Eylül 1980 darbesinden önceki son hükümetin Başbakanı Demirel tarafından şu sözlerle kapatıldı: Bence Lockheed bir muammadır. Üzerinde çok uğraşılmış, bir şey çıkarılamamıştır. Kişi suçu ispatlanmadıkça suçsuzdur, ispatlarlarsa ben de üstüne varırım. Biz üstümüze düşeni yaptık. Çok iyi yaptık...`

Rüşvet verenin tutuklandığı ve rüşvet alanların ise kaydırıldığı bu olay Türkiye klasiği haline gelen diğer yolsuzluklar gibi üstü örtülür. İddialara göre bu rüşvet olayının içinde 12 Eylül darbecilerinden Tahsin Şahinkaya da vardı. Time Dergisinin Dünyanın en zengin 50 generali arasında gösterdiği Tahsin Şahinkaya hem derginin o sayısını Türkiye'ye sokturmadı hem de olayın üstünü örttü.

1993: Mehmet Kaya adlı bir müslüman PKK tarafından şehid edildi. 5 Şubat günü evine gelen PKK`lılar, onu dışarı çağırarak, sıktıkları kurşunlarla yaraladılar. Muhammed Kaya kaldırıldığı Viranşehir hastanesinde ne hikmetse elektrik kesildiğinden müdahale yapılmayınca tüm yaşamı boyunca özlediği şehitlik makamına ulaştı. Mehmet Kaya, PKK`nın Doğu ve Güneydoğu'da Firavunluğa özenerek müslüman şahsiyetlere "Ya bize katılacaksın ya bu bölgeyi terk edeceksin ya da öleceksin" dayatmasında bulunduğu yıllarda PKK mürtedlerinin tehditlerine kulak asmamış, İslami yaşantısından taviz vermemişti. Bunun üzerine PKK onu cezalandırarak öldürmüştü. Lakin Mehmet KAYA adlı bu müslümanın cezası olan ölüm, Alemlerin Rabbi katında mükafatların en büyüğü olan şehadet olacaktı. Ne mutlu Aziz İslam davası uğruna şehadetle Rablerine vasıl olanlara! Ne mutlu, şehidlerinin arkasından yollarını değiştirmemiş olanlara

1997: Sincan belediye başkanı Bekir Yıldız gözaltına alındı. Sincan Beledyesinde düzenlenen Kudüs Gecesi Filistin duyarlılığı üzerinden Türkiyeli bir kısım müslümanı bir araya getirmişti. Ama ne hikmetse bu etkinlik laik ve kimi askeri çevrelerden nefretle tepki görmüştü. bu çevrelerin Kudüs Gecesine nefrin refleksleri Türkiyeli müslümanların yabancı olduğu bir husus değildi. Nitekim son yıllarda Türkiye'de güçlü bir İsrail lobisi oluşturulmuş, bir yahudi sevdası bazılarını sarmıştı. Üstelik bu yahudi sevdası artıkça Türkiyeli müslümanlara yönelik baskı ve tarassutların da dozajı paralel bir şekilde artıyordu.

1998: 2007'nin sonları itibariyle en popüler web arama motoru olan Google, Stanford'da doktora yapan iki öğrenci Larry Page ve Sergey Brin tarafından kuruldu.

2003: ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, BM Güvenlik Konseyi'nde Irak ile ilgili yaptığı sert konuşmada, Bağdat yönetiminin kitle imha silahlarına sahip olduğunu reddederek savaşa davetiye çıkardığını söyledi ve Irak'ı El Kaide terör örgütüyle ilişkide bulunmakla suçladı.

Hikayeyi bilirsiniz; Kurt ve kuzu aynı derenin aynı kenarında su içmektedirler. Kurt kuzuyu yemeyi kafasına takmıştır. "Bana baksana sen! Nasıl suyumu bulandırırsın?" der. Kuzu şaşkındır. Çünkü, kurt ondan yukarıda su içmekte ve suyu asıl o bulandırmaktadır. Bunun saflığıyla "Ama kurt bey! Ben sizden aşağıda su içiyorum. Akıntı benden yana. Suyunuzu nasıl bulandırabilirim ki?" der. Kurt bu cevabın altında kalınca utanmadan; "Geçen yıl bulandırmıştın" der. Kuzu hala o saflığındadır; "İyi ama ben daha süt kuzusuyum. Geçen yıl doğmamıştım" Kurt bakar bahane yok, "Kes sesini" der ve kuzuyu yer.

2006: Trabzon'daki Santa Maria Kilisesi'nin Katolik rahibi Andrea Santoro, uğradığı silahlı saldırı sonucunda öldü. Santoro'nun katil zanlısı olarak 16 yaşındaki lise öğrencisi O.A. gözaltına alındı. Türkiye'yi karanlık günlere taşımak için işlenen cinayetlerden biridir bu cinayet.

2010: Özel çalışma odasında Türkiye'nin en büyük gazetelerinden birinin Genel Yayın Yönetmeni, Yazı İşleri Müdürü ve ileri gelen bir yazarını ağırlayan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, “Gündem olmaktan rahatsızız” dedi. Türkiye'de askeri vesayet en büyük sorunlardan biri olmuştur. Askeri vesayetin göstergelerinden biri ise generallerin olur olmaz her konuda açıklama yapması olmuştur. Bu vesileyle hemen her gün generallerden biri gündemde yer alır, askerin varlığını her an hissettirmek için TV kanallarının ve Gazetelerin ilk konusu olurdu. Ama ne zaman ki, devran değişti ve Türkiye Cumhuriyetini ilelebed yaşatmaya ahd etmiş generaller ve daha alt rütbeli subaylar darbeler, yolsuzluklar, fail-i meçhul cinayetler, PKK ile ilişkiler, kirli işler ile anılmaya ve bunların hesabı sorulmaya başlandı, o zaman İlker Başbuğ, gündemde olmaktan rahatsız oldu. Sormak gerekmez mi; "Asker İmam Hatipler, Kur'an Kursları, 8 Yıllık Eğitim, Başörtüsü konularında olur olmaz açıklama yapınca neden sıkılmadılar?" İlker Başbuğ 2012 başlarında sürpriz bir şekilde hem de Türkiye'nin tutuklanan ilk Genel Kurmay Başkanı olduğunda Başbuğ'un rahatsızlığının bir diğer nedeni de anlaşılmış oldu.

2010: Almanya'nın Stuttgart yakınlarındaki Donaueschingen kentindeki bir diş doktoru, adı Cihad olan Türk hastayı ismini gerekçe göstererek muayene etmedi. 16 yaşındaki Cihad adlı Türk hastanın iki yıldır gittiği diş doktorunun kapalı olması nedeniyle diğer bir diş doktoruna gittiği belirtilerek, bu hekimin de genci Cihad isminden dolayı muayene etmemesinin tartışmaları üzerine Diş Doktorları Birliği konunun meslek ve sözleşme hukukuna uyup uymadığı konusunda inceleme başlattı. Berlin Antisemitizm Araştırma Kurumu araştırmacıları hareketin kendilerini ürküttüğünü ve bunun Almanya'da yaşayan Müslümanlara karşı yapılan kışkırtmaların meyvesini verdiğinin ispatı olduğunu söylediler.

2010: Mardin'de çocuk kaçırma olaylarına dikkat çekmek için camilerde imamlar cuma hutbesini bu konuya ayırdı. Çocuk kaçırma olaylarına karşı dikkatli olunmasını isteyen imamlar, çocukların internette ahlak dışı sitelere girmemeleri konusunda dikkatli olunması uyarısında bulundu. Hutbelerde; " “Günümüzde çocuk kaçırma hadiseleri artış göstermektedir. Bu da maneviyatın eksikliğidir. Allah korkusu ve sevgisi olanların bu tür teşebbüslerde bulunmamaları gerekir. Bu nedenle siz cemaatin daha dikkatli ve tedbirli olması gerekir. Allah'ın emaneti olan evlatlarınızı gereği gibi koruyup, kollamanız lazım. Onlara tanımadıkları kişi veya kişilerle gezmemeleri, internet ortamında da bu konuda gerekli hassasiyeti göstermelerini umuyoruz. Aksi halde telafisi çok zor sonuçların doğmasına neden olur” denildi.

Anlatıldığına göre Amerika'da çiftçilerin şikayetleri üzerine yılanlarla mücadele başlatılarak tükeninceye kadar yok ederler. Tam da artık rahat ettik dedikleri zamanda ortaya tarla fareleri çıkar ve bütün ekinleri, ürünleri talan etmeye başlarlar. Bu tarla fareleri yılanlardan kat be kat zarar verirler. neden birden bire tarla fareleri çoğaldı diye araştırırlarken anlarlar ki, sebep sonuç zincirinde yılanlara ulaşırlar. Allah kainatı bir nizam ve düzen içinde yaratmıştır. Bu düzende bir şeyi çekip aldığınızda beşeriyet için ve doğa için muhakkak zararı ortaya çıkar. Yılanları çekip bu düzenden çıkarırsanız, tarla fareleriyle baş edemez hale gelirsiniz. Biri diğerini dengelemektedir zira. Aynen bunun gibi, Türkiye'de son yıllarda sapıkça ilişkiler, barbarca cinayetler, akla mantığa sığmayan davranış türleri ve iğrenç fiillerin çoğalmasını düzen içinden neyin dışlanıp atıldığına bakarak anlamlandırabiliriz. Camileri dışlayınca yerini de elbette çocukları kaçırıp istismar edenler dolduracaktır. işin garip yanı bu durum, sosyal açıdan dahi ispatlandığı halde gerekenin yapılmamasıdır.

2012 : Arap Birliği Ve Batılı Ülkeler Tarafından Desteklenen Suriye Tasarısı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Oylandı. Tasarı Rusya Ve Çin Engeline Takıldı.

Suriye'de Şiddetin Derhal Sona Ermesi İle Esed'e "İktidarı Bırak!" Çağrısı Yapan Ve Türkiye'nin De Desteklediği Tasarı, Rusya Ve Çin'in Vetosu Nedeniyle Konsey'den Geçemedi.
Öte Yandan Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Bm Güvenlik Konseyi'nin Suriye Karar Tasarısını Kabul Etmemesini Teessüfle Karşıladığını Açıkladı

MERCEK

5 ŞUBAT 1885 - Belçika kralı II. Léopold, (OKUNUŞU: Lipold) Kongo'yu kendi kişisel mülkiyeti ilan etti.

II. Léopold, 9 Nisan 1835'de doğup 17 Aralık 1909 ölür. 1865-1909 arasında hükümdarlık yapan Belçika'nın ikinci kralı ve1884'ten 1908'e kadar Kongo İmparatoru, Brabant Dükü'dür. Tahta babası I. Léopold'un ölümünden sonra geçti.

II. Léopold, özellikle Kongolulara yaptığı insanlık dışı eziyetler ve soykırımla hatırlanır. İktidarı döneminde Belçika, dev bir Afrika ülkesi olan Kongo'yu sömürgeleştirdi ve tüm kaynaklarını kullandı. Kongo'dan gelen paralarla Brüksel'de anıtsal binalar yapıldı, Belçika zenginleşti. Kongolular o dönemde çok talep gören kauçuk bitkisini ekmeye zorlandılar. Bu süreçte Kongo halkı fakirleşti, ezildi ve gruplar halinde katledildi.

II. Léopold'a göre Belçika da diğer Avrupa ülkeleri gibi sömürgeler elde etmeliydi. 1860'da bir konuşmada şöyle dedi:

"Topraklarımızı genişletmenin vaktinin geldiğine inanıyorum. Kalan birkaç güzel pozisyonun bizimkinden daha girişken milletler tarafından kapılması tehlikesi karşısında hiç vakit kaybetmememiz gerekiyor."

1861'de Belçikalılara şu tavsiyelerde bulundu:

"Komşularınızı taklit edin! Fırsat çıktığı anda denizlerin ötesine yayılın. Orada ürünleriniz için kıymetli pazarlar, ticaretiniz için gıda ve büyük Avrupa ailesi içinde daha iyi bir konum bulacaksınız."

Daha büyük, daha güçlü ve daha güzel bir Belçika amacıyla meclisi harekete geçiremeyince bizzat kendisi Kongo'nun sömürgeleştirilmesi çalışmalarını başlattı. 1876'da Brüksel'de uluslararası bir jeofizik konferansı topladı. Bu konferansta, "Kongo yöresi halkına medeniyet götürmek, bilimsel araştırma ve ticaret yapmak, Arap köle tüccarlarına karşı savaşmak için" uluslararası bir komite kurulmasını savundu. Konferanstaki konuşmasında öne sürdüğü fikirlerden biri şuydu:

"Dünyanın henüz nüfuz edilemeyen tek yöresini medeniyete kavuşturmak, oradaki halkların üstünde asılı duran karanlığı delmek, kanımca içinde bulunduğumuz bu ilerleme çağına yaraşır bir haçlı seferidir."

Bu çabaların sonucu olarak Uluslararası Afrika Derneği kuruldu ve II. Léopold derneğin başına geçti.

1878'de Henry Morton Stanley'e Kongo havzasını keşfetme görevi verdi. Stanley'in gizli görevi ise, Kongo nehrinin güney yakasında Belçika egemenliği kurmak ve yöredeki kauçuk ve fildişi ticaretini ele geçirmekti. II. Léopold, bunu, eğer Stanley'e doğrudan görev olarak verseydi, İngilizlerin buna engel olacağından emin olduğunu söyleyerek açıklamıştır. Stanley'e verdiği özel talimatlar şöyledir:

"[...] alabildiğin kadar toprak al ve egemenliğimiz altında topla [...] en kısa sürede, tek bir dakika kaybetmeden, Kongo ağzından Stanley Çağlayanlarına kadar tüm kabileleri ele geçir."
"Bu mümkün olduğu kadar büyük bir devlet yaratma ve yönetme projesi. Bu projede zencilere en ufak bir siyasi söz hakkı vermeyeceğimiz açıkça anlaşılmalı. Aksi çok saçma olurdu."
Bunu takip eden yıllarda, 1884'e kadar, Stanley Kongo'da büyük miktarda fildişi ele geçirir, koloniler kurar, bir demiryolu hattı inşa ettirir, zenci kabile liderlerini kandırarak veya zorlayarak egemenliklerini devretmelerini sağlar. Léopold, kabile liderleriyle yapılan anlaşmaların kısa ve basit olmasını, "birkaç maddeyle her şeyi kendilerine bırakmasını" istemiştir.

1885'te toplanan Berlin Konferansı'nda Kongo'nun II. Léopold'un egemenliğinde bir devlet olduğu diğer Avrupa ülkelerince tanınır. Bu olayı takip eden 23 yıl boyunca Kongo acımasızca sömürülecektir. Buranın üzerinde durmak gerekiyor. Belçika Kralı Kongo gibi büyük bir ülkeyi katliamlarla adım adım ele geçiriyor ve sonra kendi mülkü ilan ediyor. Şu mimsiz medeniyetin beşiği olan Avrupa da bunu resmileştirerek kabul ediyor. İşte o andan itibaren Kongo Léopold'un ülkesi olur.

II. Léopold, Kongolu yerlilerden Halk Ordusu adında bir ordu oluşturur ve bunu yine Kongolulara karşı kullanır. Kongoluların ve Arap tüccarların direnişleri acımasızca bastırılır. Köle ticareti ülkenin batı kesimlerinde yasaklanmasına karşın doğu kesimlerinde hoş görülmeye devam eder.

Ülkenin altyapısı zorla çalıştırılan yerlilere kurdurulur. Vergi gelirlerinin çok azı ülke için harcanır, çoğu Belçika'ya transfer edilir. Kongo bütçesine ayrılan verginin ise hemen hemen yarısı Halk Ordusu için kullanılır.

19. yy sonu ve 20. yy başlarında Kongo'da direniş hareketleri kuvvetlenir, isyanları bastırmak için gittikçe daha çok bütçe ayırmak gerekir. Halk Ordusu askerlerinin attıkları mermilerin boşa gitmediğini ispatlamaları için kurbanlarının ellerini kesip getirmeleri istenir. Askerler, başarı oranlarını yüksek göstermek için insanları yakalayıp diri diri ellerini keser ve sonra götürüp "Bu elin sahibini öldürdüm" derdi. Hani bir zamanlar burnumuzun dibindeki coğrafyada da kelle başına ödül ve sicile bir artı döneminde çobanı, köylüyü vurup "Bak terörist öldürdüm" diye kelle götürülmesi ile aynı uygulama.

Kongo'daki insanlık dışı uygulamalar, dışarı sızmaya ve duyulmaya başlar. Bunda o dönemin çokça takip edilen insanlığını korumuş bazı yazarların konuya dikkat çekmesi de rol oynar. II. Léopold'un basın kampanyaları ve rüşvetle gazetecileri kontrol etme çabaları yetersiz kalır.

1905'te Belçika Parlamentosu, Kongo'daki insan hakları ihlalleri hakkında soruşturma başlatır. Soruşturma sonucu suçlanan Léopold'un Kongo'daki genel sekreteri boğazını keserek intihar eder. Bu arada, Kongo'daki rejimin sona ermekte olduğunu gören Léopold, bu son yıllarda ülkeyi sömürmek için temposunu artırır.

Nihayet 1908'de Belçika Parlamentosu, II. Léopold'un Kongo üzerindeki yetkilerini kaldırır ve ülkenin yönetimini Parlamentoya bağlar. Belki yüzsüzlüğün bu kadarına inanmayacaksınız ama Belçika Parlamentosu II. Léopold'a Kongo için yaptığı büyük fedakarlıklar!!! nedeniyle yüklü bir maaş bağlar.

II. Léopold'un hükümranlığı döneminde, Kongo nüfusu tahminen 20-30 milyondan dokuz milyonun altına düşmüştür. Bu suçlar, Belçika'daki diğer siyasetçiler tarafından da desteklenmiştir. Örneğin, yönetimin II. Léopold'dan alınmasından bir yıl sonra Kongo'yu ziyaret eden Sömürge Bakanı, ülkede insan haklarının ihlâl edilmediğini söyledi. Belçika Parlamentosu, insan hakları ihlâllerinden ötürü kimseyi kovuşturmadı, araştırma gereği duymadı. Öyle ya öldürülen, toprağı elinden alınanlar Afrikalılar, katleden, öldüren ise Avrupalılar olunca soruşturmaya gerek mi olurdu?

5 ŞUBAT 1937: Malatya Milletvekili, aynı zamanda dönemin Başbakanı olan İsmet İnönü ve 153 Milletvekilinin vermiş olduğu önerge ile Anayasa`nın 2.maddesi “Türkiye Devleti; Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkilabçıdır” şeklinde değiştirildi. Bu suretle ‘Altı Ok` Anayasa`ya girmiş oldu. 

Altı Ok, Cumhuriyet Halk Partisi'nin siyasi programını oluşturan altı ilkeye verilen addır.

1927'de Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik olarak tanımlanan dört ilkeye, 10-18 Mayıs 1931 tarihindeki üçüncü parti kurultayında Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri eklenerek "altı ok" kavramı benimsenmiştir. Şubat 1937'de yapılan bir anayasa değişikliğiyle altı ok ilkesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına da eklenmiştir.

5 Şubat 1937'de kabul edilen bu değişiklik, Ali Fuad Başgil'e göre: "Anayasa'nın çehresini bir hayli buruşturmuştur"

Yine Ali Fuad Başgil şöyle diyor; «Anayasa bir parti programı değildir.O, bir milli misaktır. Yalnız muayyen bir partinin mensuplarına ve yalnız, yaşayan nesile hitab etmez. Milletin her ferdine ve kanun olarak kaldıkça, her nesile hitab eder. Bir parti için yerinde ve münasip olan bir fikir, devlet için ve devletin kanunu olan Anayasa için münasip değildir.»

Bilindiği gibi CHP;  milli mücadelede ki müdafaa-i hukuk örgütleri temel alınarak 9 Eylül 1923`de kuruldu. O dönem;  Halk Fırkası adıyla kurulan örgüt, Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası adını aldı. Başlangıçta Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık ilkelerinden oluşan parti programına 1924`te hem halifeliğin hem de Şer-iye ve Evkaf Vekâleti`nin kaldırılmasıyla, yani devletin laikleşmesi alanında yapılan iki adımla birlikte Laiklik ilkesi eklendi.

1927` Ekimi`nde Mustafa Kemal Atatürk`ün büyük nutkunu okuduğu II. Kurultay`da ise bu dört ilke sistemleştirildi. Altı oku tamamlayan diğer iki ilke yani Devletçilik ve İnkılâpçılık ilkeleri ise 15 Mayıs 1931`de ki III. Büyük Kurultay` da parti programına eklenerek partinin ideolojik yönelimleri saptanmış oldu. 1933`e gelinceye kadar CHP`nin bir amblemi ya da rozeti yoktu. CHP`nin altı okla özdeşleşmiş amblemi ilk defa;  Cumhuriyet`in 10.yılı kutlamaları birlikte 1933 Ekim ayı ortalarından itibaren karşımıza çıktı.

CHP`nin başarısızlığını ‘1930 model bir arabayla 2000`lerde araba yarışlarına çıkmasına bağlayan Prof. Dr. Ömer Çaha, Altı Okun Atatürk`e atfedilmesinin yanlış olduğunu hatırlatıyor ve ekliyor: Altı oku Recep Peker Mussolini`nin 12 oklu faşist partisinden esinlenerek oluşturmuştur. Zaten ‘fasce` (OKUNUŞU: Fask) ok demektir

5 ŞUBAT 1994: Bosna Savaşı sırasında Markale Pazar yerinde bomba patladı. 68 kişi öldü, 144 kişi yaralandı.

Markale katliamları

Markale Katliamları, Saraybosna'da bulunan Markale Pazarında Bosna Savaşı döneminde Sırp Cumhuriyeti Ordusu tarafından düzenlenen katliamlardır.

BİRİNCİ KATLİAM
5 Şubat 1994'te Sarayevo'daki Markale Pazarı'nda Sırp Cumhuriyeti Ordusu tarafından düzenlenen saldırıda 68 kişi öldü ve 144 kişi yaralandı.

Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Radovan Karaciç, olaydan sonra düzenlediği basın toplantısında, Sırp tarafının bombalama eyleminde hiçbir sorumluluğu olmadığını iddia ederek, "Bu katliam, Müslüman liderliğinin soğukkanlı bir cinayetidir" dedi. Aklınca dünya kamuoyunu aldatacağını sanan cani Radovan Karaciç'in katliamı müslümanlara yığmaya çalışarak kendince müslümanları karalamak istemektedir.

BU katliamdan sonra NATO, Sırp güçlerine yönelik bir ültimatom yayınlamakla yetinmiş ve bu ültimatomda Sırpların Saraybosna`dan ağır silahlarını çekmesi ya da bu silahları BM kontrolüne bırakması gerektiğini ifade etmiştir. NATO, Sırp güçleri eğer Saraybosna`dan 20 kilometre dışarıya çekilmezse ve ağır silahlarını BM kontrolüne bırakmazsa hava saldırılarına başlayacağı konusunda uyarmıştır. Sırplar bu ültimatomun şartlarına uymak zorunda kaldı.

İKİNCİ KATLİAM
28 Ağustos 1995'te Saraybosna'daki Markale pazarına Sırp Cumhuriyeti Ordusu tarafından atılan bombanın patlaması sonucu bu kez 37 kişi öldü, 90 kişi de yaralandı. 30 Ağustos 1995'te, en son UNPROFOR askeri de Bosna Sırp topraklarından ayrılır ayrılmaz NATO uçakları Sırp Cumhuriyeti`nde seçilmiş bazı hedeflere bir dizi hassas vuruş yaptılar. Bosna Sırp askeri birliklerine yönelik NATO bombardımanı için gerekçe olarak Sırpların Markale'deki silahsız Boşnaklara karşı saldırısı ve Srebrenitza katliamı gösterildi. Hırvat, Boşnak ve NATO operasyonları karşısında uzun süre dayanamayan Sırp birlikleri, Ekim ayında teslim oldu.

SIRPLARIN KATLİAMLARI İNKAR POLİTİKASI
Sırplar, 27 Mayıs 1992'deki Vase Miskina (Veys Miskina) sokağında ekmek kuyruğuna saldırısı gibi Markale Pazarındaki katliamların Boşnak yönetimi tarafından kasıtlı ve emirler dahilinde gerçekleştirildiğini ve bu sebeple olayların "TV kamerası için katliamlar" olduğunu öne sürmektedirler. Sırp tarafının tezine göre Müslüman Saraybosnasındaki provokasyonlar Sırplara karşı psikolojik savaşta kullanması nedeniyle Boşnaklara NATO hava desteği sağlanması yönünde alınmış bir önlemdir. Batılı kameramanlar ve muhabirler hemen katliamdan sonra Sırpları sorumlu tutarak olay yerinden canlı yayın yaptıkları için Batı kamuoyunda Sırp düşmanlığı ve NATO "misilleme operasyonu'nun kitle desteğinin ortamı oluşturulmuştu.
3 Mart 2010'da, Radovan Karaciç, Bosnalı Müslümanların yabancı güçlerin müdahalesini sağlamak için katliamın uydurduğunu iddia etti. Karaciç Markale olaylarıyla ilgili "Oyundu. Cesetler yerleştirilmişti. Sırpları suçlamak için Saraybosna`ya baştan sona ceset yerleştirildiğini BM de biliyordu" dedi.

Sırpların iddialarına göre; Dünya'da Sırplara karşı antipati oluşturmak ve BM'i Sırpları bombalamaya ikna etmek için bu saldırıları bizzat Müslümanlar yapmışlardı.

 

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir