• DOLAR 32.345
  • EURO 35.114
  • ALTIN 2308.518
  • ...
DİNSİZ DİL PROJESİ
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

ABDULKADİR TURAN / ANALİZ

Bir toplumun zihnine hükmetmenin yolu diline hükmetmekten geçer. Toplumların yaşamında değişim meydana getirmek isteyenler, toplumsal değişim için zihinsel dönüşüm zorunluluğunu görmüşler, zihinsel dönüşümü gerçekleştirmek için de dile el atmışlardır.

Ne yazık ki kendi bedenleri ve toprakları üzerinde tahakküme karşı çıkan toplumlar, dil üzerindeki tahakkümün neticelerini anlamakta güçlük çekmişler. Maddi işgal ile mücadele ederken manevi işgalle mücadeleyi ihmal etmişlerdir.

İnsanlığa hükmetmek için hayatın laikleşmesinin zorunluluğunu gören Yahudiler, toplumları hürriyete kavuşturma başlığı altında dinden koparma seferberliği başlattılar, buna da laikleşme adını verdiler.

Laikleştirme çabalarındaki en etkili araç ise milliyetçilik olarak tespit edilmiştir.  Milliyetçilik özellikle İslam dünyasında laikleşmeyi sağlayacak en etkili araç olarak kullanılmıştır.

Milliyetçiliğin kendisini ilk gösterdiği alan dildir. Dilin sinsi bir planla laikleştirilmesi (sekülerleştirilmesi) milliyetçi projelerin en önemli ve en etkili araçlarından biridir.

İslam dünyasına ihraç edilen milliyetçilikte her şey adeta ters işliyor: Toplumlar, özgürleştirilme adına köleleştiriliyor, köklerine dönme adına köklerinden koparılıyor. Bu da tabii olarak süslü kelimeler ve kavramlarla yapılıyor. “Özgürlük, öz dil, öz kültür” gibi kavramlar bu süslü kelime ve kavramlardan sadece birkaçıdır.

Buradaki ana hedef, insanların beyinlerinden çok kalplerini etkilemek, onları özlerinden uzaklaştıracak bir yola sürüklemektir.

DİNSİZ BİR DİL OPERASYONU

İslam dünyasında “dinsiz dil” operasyonuna tabi tutulan ilk dil muhtemelen Türkçedir. Miladi 19. yüzyıldan itibaren, “halkın anladığı dile dönme” gibi gayet masumane görünen bir başlık altında ümmet dillerinden, Türkçeye geçen kelimelere karşı adeta bir savaş başlatıldı.

Batı`nın fiili savaşını gören ulemanın bir bölümü bu savaşı anlamakta güçlük çekti. Fransız Mason locasının ve Yahudilerin etkisindeki karşı tarafın “Kullandığımız dil (Osmanlıca) halk tarafından anlaşılmıyor; halk, bu yüzden cahil kalıyor. Halk cahil kalınca İslam âlemi geri kalıyor” diye özetlenebilecek gerekçesinin altındaki gerçek hedef anlaşılamadı. Koca koca müderrisler bu görüşleri ortaya atan bir avuç Batı hayranının oyuncağı ve sözcüsü haline geldi.

20. yüzyılın başında “Terimler ümmetin, kelimeler halkındır” şeklinde özetlenebilecek makul teori ise her kesim tarafından alkışlandı. Hâlbuki burada yapılan iş, geçmişten bugüne şeytani hedefler peşinde olanların yaptığı gibi, doğru bir kapıdan girerek yanlış işler yapmaktı. Bu sinsi oyunun kurucu ve oyuncuları, ev sahibinin kabul edeceği bir niyetle kapıya gelmiş görünüyor, ev sahibi onlara kapıyı açınca evi fesada boğuyorlardı.

Türkçe ile ilgili bu proje, 1920`li yılların sonunda Güneş Dil Teorisi`yle yeni bir boyuta taşındı ve ümmet dillerinden, Türkçeye geçen ne kadar sözcük varsa hepsi Türkçeden atılmaya çalışıldı.

Diller arası alışveriş, toplumlar arası alışverişin tabii bir neticesidir. Buradaki hedef, İslam toplumları ile alışverişi kesilen Türk toplumunu dil olarak da İslam âleminden koparmaktı. Projenin sahipleri dilde kopuş sağlanırsa fizikî kopuşun güç kazanacağını ve kalıcılaşacağını düşünmüşlerdi. Ama ilk yenilgilerini de bu son noktada aldılar.

Proje sahipleri, Türkçenin yerel kullanımlarından gelen kelimeleri bitirince masaüstü seri üretime geçtiler ve ortaya Türkçenin yapısına uymayan uydurma bir dil çıkardılar. Öyle ki kendileri de bu dili anlamakta güçlük çekiyorlardı.

Mustafa Kemal, 3 Ekim 1934`te İsveç kralı için verdiği yemekte,

“Avrupa`nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu.

Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız, bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır. Ünlü babanız, yüksek kralınız beşinci Güstav`ın gönenci için en ıssı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl, sizin Altes Ruvayâl, prenses Louise, sevimli kızınız Altes Prenses Ingrid`in esenliğine, tüzün İsveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum” ifadelerini kullanmış ve içinde Türkler dışındaki İslam toplumlarına ait tek kelimenin bulunmadığı bu cümleler aklı başında pek çok kişinin zihninde bir dil isyanı başlatmıştı.

Devlet katı bir laiklik uygulaması içindeydi; kimsede “Ümmetin kelamını ne diye terk ediyoruz?” sorusunu soracak cesaret yoktu. Bunun için “dil isyanı” diyebileceğimiz karşı akım, “milli hassasiyetler” doğrultusunda başlatıldı.

İsyanı başlatanlar, “Konuşulan Türkçe” diye bir akım oluşturarak “Öz Türkçe” denen akımın önüne güçlü bir alternatifle çıktılar. Öz Türkçe akımının öncüleri bu oluşum karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Buna rağmen Türk Dil Kurumu 1980`li yıllara kadar ümmet dillerine karşı kelimeler uydurarak bu kelimelerin listelerini okullara gönderdi. Bu liste, o yıllarda “cevap-yanıt” tartışmasıyla Türkiye`de dil tartışmalarının sürmesine katkıda bulundu.

Solcu okul müdürleri öğrencilerden “yanıt” kelimesini kullanmalarını istiyor; bu kelimeyi kullanmayanların sınavını geçersiz saymakla tehdit ediyorlardı. “Milli hassasiyet” içinde olan öğretmenler ise öğrencilerden “cevap” kelimesini kullanmalarını, aksi halde puanlarını düşüreceklerini söylüyorlardı. Bu garip süreç, “yanıt” kelimesinin yenilgisiyle sonuçlandı; bu kelime hâlâ kullanılıyorsa da “cevap” kelimesini dilden sökemedi.

“Uyduruk Türkçe”ye karşı “Konuşulan Türkçe” isyanını başlatanlar, öz Türkçe iddiasıyla Türkçenin kasıtlı olarak yoksullaştırıldığını hatta Yunanileştirildiğini düşünüyor; buna karşı sivil bir direnişle direniyorlardı. Ama “Dinsiz bir Türkçe üretiliyor” demek yerine “Türkçesiz bir Türkçe üretiliyor” diyorlardı.

DİNSİZ BİR KÜRTÇE ÜRETME PROJESİ

Türkçeye uygulanan proje, görülür bir taklitle bugün Kürtçeye uygulanıyor. Uzun bir süredir yoğun bir gayretle ve kimi Fransız-İsveç vakıflarının desteği altında ruhsuz, maneviyatsız, daha açık bir ifadeyle dinsiz bir Kürtçe üretilmeye çalışılıyor.

Kürtlerin tutumlarına hükmetmek isteyenler, onları tahakküm altına almak için zihinleri ile oynuyor; zihinlerini değiştirmek için de Kürtçe ile uğraşıyor.

Kürtçenin, Türkçe kadar olmasa da bir “elit Kürtçesi”- “halk Kürtçesi” ikililiği problemi elbette var. Melaye Cizirî`nin Divan`ında kimlik bulan elit Kürtçesinin halk tarafından anlaşılması mümkün değildir. Ama vakanın başka bir yanı da var. Bu büyük eser, zaten halk için yazılmamış. Mele Ahmed, onu halk Kürtçesiyle yazsaydı halk yine anlamayacak ya da daha tehlikelisi yanlış anlayacaktı.

Diller geliştikçe sınıflar içi dillerin oluşması kaçınılmazdır. Özellikle eğitimin yaygın olmadığı toplumlarda bunun önüne geçilemez. Bugünkü Türkçede bile bir hukuk kitabını, bir sosyoloji kitabını kaç lise mezunu, hata kaç üniversite mezunu tam anlayabiliyor?

Mutasavvıflar, başlı başına bir sınıftır; onların dili, kendi dünyalarına aittir.  Mele Ahmed ve diğer mutasavvıflar, eserlerini kendi dünyaları için oluşturmuşlardır.

Mele Ahmed gibi ilimde üst konumlara çıkmış kişilerin dili bahane edilerek Kürtçedeki Arapça bütün terim ve kelimeleri atmaya kalkışmak mantıklı olabilir mi?

Kaldı ki Türkçeyi özleştirmeye çalışanların amacı, eski dönemlerde yazılmış Türkçe eserlerin anlaşılmasını sağlamak olmadığı gibi Kürtçe ile oynayanların da amacı Kürtçe eski eserlerin anlaşılması değildir.

Aksine Türkçeyi özleştirmeye çalışanların en öndeki amacı Türkleri İslamî eserlerden koparmak olduğu gibi Kürtçeden kelime atmaya çalışanların da hedefi Kürtleri İslamî geçmişlerinden koparmaktır. 

Burada dil üzerinden bir kültür dönüşümü yapılmaya çalışılıyor. Dil, üzerinde İslamî birikime karşı gizli bir savaş üretiliyor.  “Bismillah” demeyen, diyemeyen nesillerin üretilmesi hedefleniyor.

Mesele, dil hassasiyeti ise Batı dillerinden gelen kelimelerin de reddedilmesi gerekiyor. Oysa İslam âleminden gelen kelimeler, çoğu zaman Batı dillerinden gelenlerle yer değiştiriliyor. Açıkçası toplum, bir yerden koparılıp başka bir yere bağlanmaya çalışılıyor. Bu, günlük yaşamda olduğu gibi Batılılaştırma çabasından başka bir şey değildir.

Halkın büyük bölümü tarafından yüzyıllar boyunca kullanılan bir kelimenin atılıp onun yerine herhangi bir aşiret tarafından kullanılan bir kelimeyi getirip resmileştirmeye çalışmak bile bir masaüstü dil üretme girişimidir.

“Merhamet, şefkat, adalet, hürriyet, zulüm” gibi bütün İslam toplumlarınca kullanılan kelimeleri dışlamaya kalkışmanın izahı nasıl yapılır? Hangi Kürt bunları anlamıyor? Bunların varlığı Kürtçeye nasıl bir zarar veriyor?

Gaye “Allah” demeyen bir toplum üretmek değilse “Allah” lafzına karşı bu nefret niye var?

Konu öyle boyutlara ulaştı ki “Kitap” yerine “pırtûk” kelimesi bile piyasaya sürüldü. Mesele “Pırtûk”un Kürtçe olup olmaması değil, “Kitap”ın sırf Arapça olduğu için atılmaya çalışılmasıdır. “Êrîş” Kürtçe olabilir ama “hücum” kelimesini kullanan kişilere hücum ediliyorsa bunda bir art niyet vardır.

Konunun genellikle ön cephesi görülüyor ve “Ne olacak, varsınlar, yapsınlar” deniyor. Hâlbuki cephenin arkasındakiler bu kadar hesapsız değil. Onlara göre evrensellik esas, bu tür uğraşlar ise aslında ilkelliktir. Buna rağmen bu tür işlerle uğraşıyorlarsa bu, onların sosyal mühendislerin yol göstericiliğinde çalıştıklarından başka bir anlama gelmiyor.

“Allah” yerine “Yezdan, Xuda, Tanrı” denebileceği biliniyor. Ama eğer amaç “Allah” demeyen bir toplum oluşturmak ise (halkın yüzyıllardır hiçbir art niyet taşımadan, başka bir anlam yüklemeye çalışmadan Xuda kavramını kullanmasına hürmet etmekle beraber) “Tanrı” kullanımına karşı başlatılan isyanı bu tür kullanımlara karşı da başlatmak gerekmiyor mu?

“Allah`ın adıyla” demek elbette uygundur. Ama “Bismillah”, İslam`ın bir şiarıdır. Eğer “Allah`ın adıyla” diyenlerin amacı “Bismillah” demeyen bir toplum meydana getirmek ise durumu farklı bir noktadan ele almak ve ona karşı farklı bir tutum içinde olmak gerekir. 

Kürtçenin yaşadığı sürecin Türkçenin yaşadığı süreçten farkı, Kürtçeyi sahiplenen bütün kesimlerin dil konusunda sola teslim olmayı adeta bir zorunluluk gibi görmeleridir.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da sol tek söz sahibi olarak görülüyor. Onlara muhalif bir şey söylemek bir tür vatan hainliği gibi anlatılarak korkunç bir baskı yapılıyor. Öyle ki en dindar kişiler bile Kürtçe konuşup yazdıklarında kendilerini solcular gibi konuşup yazmaya zorluyorlar. Bu, bir felakettir; Kürtçenin katledilmesine ortaklıktır.

Bir kentin yönetimini sola bırakmak felaket ise bir kültürü sola bırakmak bin kat daha büyük bir felakettir.

Her dil gibi Kürtçenin de günün koşullarına uygun bir şekilde işlenmeye, geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Bu yönde bir çaba içinde olmak dil açısından bir hizmettir. Dile hizmeti ideolojik bir amaç için yapmak, değerleri suiistimaldir. Dile hizmet adına dili yoksullaştıracak, özünden koparıp uydurma bir sürece sürüklemek ise dile kötülüktür, aldatmadır, hatta niyete göre ihanettir.

Öz kimliği ile halkın karşısına çıkmaktan endişe duyan sol, kendisi için sürekli at arıyor. Kürtçeye hizmeti ise kullanılabilecek en uygun at olarak görüyor.

Bu atı solun elinden almak, ancak işleyebilecek tezlerin üretilip uygulanması ile mümkündür. “İslamî endişesi olanın dille ilgili endişesi mi olur?” düşüncesi laikleşmeye başka bir kapıdan bulaşmaktan başka bir şey değildir.

Bu haberler de ilginizi çekebilir