• DOLAR 34.7
  • EURO 36.773
  • ALTIN 2961.825
  • ...
Batı’nın ve Batıcıların Haya ve Tesettür Düşmanlığı
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Abdulkadir Turan / İnzar Dergisi
 
Tesettür ve hayâ arasında doğrudan bir ilgi vardır. Tesettürün önündeki resmi engeller kalktı.

Yeterli mi? Hayır. Başörtüsü önündeki bütün engeller kalksa da resmi hiçbir adım, tesettürün toplumda tam manasıyla yeniden yer edinmesi için yeterli değildir. Çünkü tesettür sorunu tek başına bir resmi sorun değildir, aynı zamanda ve hatta başlangıcı itibariyle tamamen bir sosyal projedir.

Bu proje Müslümanlara yönelik yıkıcı sosyal projeleri yürütenlerin öncülüğünde başlamıştır. Bu sorunun çözümü de ancak Müslümanlara yönelik inşa edici sosyal projeleri yürütenlerin öncülüğüyle mümkündür.

Afet İnan, Mustafa Kemal’in daha 1918’de “Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım... Açılsınlar!” dediğini söylüyor.

Fransız siyasetçi Eduard Herriot, kadınlara peçelerini nasıl attırdığını sorduğunda, Mustafa Kemal, “Bu hususta tarafımızdan hiçbir zorlama yapılmış değildir; biz yalnız yüzlerini açacak hanımları koruyacağımızı ilân ettik, iş kendiliğinden yürüdü” şeklinde cevap vermiş.

Mustafa Kemal’in özel kalem müdürü Falih Rıfkı Atay’a göre de “Atatürk, kadın meselesinin üstüne pek varamamıştır. Bu cemiyet, kızlı erkekli mektepten yetişecek ve mektepten çıkacaktı. İktisadi şartların yaratacağı yasama imkânları kadını hürriyetine (!) kavuşturacaktı.”

Afet İnan’ın aktardığı tutum ile diğer tutum çelişkili gibi görünüyor. Öyle değil. İlk ifade kadının örtüsüzlüğe mahkûm edilmesi yönündeki kararlılığı, ikinci ifade ise bunun kanunî zorlama ile değil, kadının ikna (!) edilmesi, alıştırılması ve özendirilmesi ile gerçekleşebileceğini anlatıyor.

Türkiye’de peçe ve çarşaf, kanunen olmasa da buradaki ifadelerin aksine belediye meclislerine karar çıkartılarak yasaklandı. “16 Mart 1935’de Adana’da, 29 Nisan 1935’de Ordu’da, 10 Temmuz 1935’de Sungurlu’da peçe ve çarşaf kullanımı yerel yönetimlerce yasaklanır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya imzasıyla 22 Temmuz 1935 tarihli bir tamim uyarınca önce Mersin’de Belediye kararıyla, sonra Trabzon’da Vali başkanlığında toplanan İl Genel Meclisi kararıyla kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkması yasaklanır. Trabzon’un kararı Rize İl Genel Meclisi tarafından aynen kabul edilir ve uygulanır. 1935 yılı boyunca sırasıyla Bodrum, Adana, Antalya, Sungurlu, Zile, Konya, Afyon, Maraş’ta benzer kararlar alınır ve uygulanır.”

Ama bu kararların uygulanmasında sıkı davranılmaz. Kararlar resmi anlamda genellikle kâğıt üzerinde kalır.

Başörtüsü ise Türkiye’de hiçbir zaman sokakta yasaklanmadı. Ama sokakta başı açık gezen milyonlarca kadın var. Kimse sokakta bunlara başınızı açın diye emretmedi, bunların önemli bir kısmı Mustafa Kemal ve Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı şekilde baş açıklığa ikna edildi. Tesettürsüzlük onların gözünde yüceltildi, onlara sevdirildi; onları tesettürsüzlüğe alıştıracak hatta tesettürsüzlüğü onlara bir kimlik olarak benimsetecek çok yönlü faaliyetler yapıldı. Başı açıklık kamuda haklardan yararlanmak için bir koşula, sokakta ise “medeni-okumuş-dünyadan haberdar” sayılmak için bir kimliğe dönüştürüldü.

Nasıl bir süreç mi? İşte bu meselenin kökleri:

TESETTÜRSÜZLÜK BİR SOSYAL PROJEDİR

Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri, Tesettür Risalesi’nde “Bu sene inzivada iken ve hayat-ı ictimaiyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. "Eyvah!" dedim. İnsanın, hususan Müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâm’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahate sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâm’a bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan mânevî evlâdlarıma kat`iyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiye’deki terbiye-i diniyeden başka yoktur!..” demektedir.

Bu sözlerdeki önemli tespitlerden biri Hz. Üstad’ın başörtüsü karşıtı komiteler kurulduğunu hissettiğini ifade etmesidir. Bununla ilgili hiçbir bilgi yoktu ama Üstad, gelişmelerden (irfanî bir hisle) bunu anlamıştı. Üstad, bu bildirisiyle tesettür düşmanlarının önemli bir sırrını ifşa etmiş olacak ki “27 Nisan 1935’te, sürgünde bulundurulduğu Isparta`nın Barla nahiyesinden, 120 talebesi ile birlikte, yüzden çok jandarma ve polis kuvveti kullanılarak, Eskişehir`e nakledilip, burada Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Aylar süren mahkeme esnasında, tecrit-i mutlakta bulundurulup, kimse ile görüştürülmemiştir. 19 Ağustos 1935’te, sonuçlanan mahkemede, Bediüzzaman Hazretleri, 11 ay hapis cezasına çarptırılmıştır.”

Üstad’ın hissi asla yersiz değildi. Ancak, bu komite güvenlik kuvvetleri biriminde çalışmaktan çok sosyal alan üzerine çalışan birimlerle çalışıyordu. Kadınları tutup zorla başlarını açtırmak yerine ileride açık saçık bir toplumun oluşması için zemin oluşturuyordu. Okullar ve memuriyet, bu zeminin en önemli parçasıydı. Ancak bu zeminin asıl savaşçıları sinema, tiyatro, radyo ve gazeteydi. Sonraki dönemde de televizyon en etkili savaş aracı olarak devreye girecekti. Ayrıca hayânın adeta kökünün kazınması için plajlarda tatil teşvik edilecekti. Plaj kültürü, başörtüsüzlüğü bir zevke dönüştürecek, örtünmeyi ise bir tehdit gibi algılamaya başlayacaktı.

KUR’AN’I KAPA KADINLARI AÇ!

Hem Mustafa Kemal’in hem de Kamuran Ali Bedirhan ve Celadet Bedirhan üzerinden Kürt laiklerin hocası kabul edilen Abdullah Cevdet’in çıkardığı İctihad dergisi 1904’te Cenevre’de bir anket düzenliyor.

Dergiyi İttihat ve Terakki adına çıkaran Abdullah Cevdet, Müslümanların geri kalmaktan nasıl kurtulacağını Batılı düşünürlere soruyor. Kendisi de bir doktor olan Abdullah Cevdet, İslam dünyasını hasta olarak görüyor ve onu doktor yerine koyduğu Batılı düşünürlerin ayağına götürüyor.

Onlara "İslam dünyası gerilikten nasıl kurtulur?” diye danışıyor, onlardan “hastası” için reçete bekliyor. Doktor hastanın iyileşmesini değil, hastalığının kökleşerek daha kötü duruma düşmesini istiyorsa ona ilaç değil, zehir önerir. Fransız bir düşünür de bu yönde davranıyor ve Abdullah Cevdet’in sorusuna karşılık “Fermer le Korau, ouvrir la famme: Kur’an’ı kapa, kadınları aç” cevabını veriyor.

Din düşmanlığının başını o zamanlar Fransızlar çekiyordu. Bu, onlardan gelen bir talimattı: “Kur’anlar kapanacak-Kadınlar açılacak!” Ancak başörtüsü İslam dünyasında öylesine yerleşmişti ki efendilerinin emrine amade Abdullah Cevdet bile bu reçete karşısında şaşırıyor ve kendince bir orta yol buluyor: “Böyle olmaz, hem Kur’anlar açık duracak hem kadınlar açılacak!” diyor. Bugün İslam dünyasında tesettürü bir sorun olarak önümüze koyan bu şeytanî talimat ve bu talimat karşısındaki tutumdur.

O günden sonra başta İstanbul’a gelen Fransız ve Rus dadılarla Amerikan-İngiliz okullarındaki hocalar olmak üzere İslam dünyasında Müslüman kadının başörtüsüne karşı bir sosyal savaş başlatıldı.

Özellikle yabancılarla haşir neşir zengin İstanbullular arasında “Ben başımı örtmem!” diyen kadınlar türedi, 1900’lü yılların başlarında Osmanlı İçişleri Bakanlığı sokağa tesettürsüz çıkan Müslüman kadınların uyarılmasına yönelik emirler yayınladı. Emirler belki sokakta etkili oldu ama “sosyete” denen kesimin etkinliklerinde başını açmak kadınlar için “Batılı, okumuş ve özgür” olmanın simgesi hâline geldi. Kanunlar, kadınlar başını örtmeli; başını örtmeyen kadın polis tarafından uyarılmalı, diyordu. Ama kadın başını açıyordu.

Cumhuriyet Döneminde erkekler için şapka takma zorunluluğu geldi ama hiçbir zaman kadınlara yönelik sokakta başörtüsü yasağı çıkmadı, başına şapka koymayan erkek cezalandırıldı ama kimse, başı örtülüdür diye kadına doğrudan bir ceza vermedi. Devlet, başörtüsünü okullarda öğretmen ve öğrencilere yasakladı; resmi ve yarı resmi kurumlarda çalışanlara yasakladı. Bundan çok daha büyük bir şey de yaptı:

Kendi güdümündeki kurumların eliyle ve özellikle solcu grupların öne sürülmesiyle başörtüsü, kadının özgürlüğünü sınırlayan bir esaret simgesi gibi tanıtıldı. Açık olmak; özgür olmak, kültürlü olmak, Batılı olmak diye gösterildi. Tesettürlü olmak ise cahil olmak, dünyayı görmemek, kocasının veya babasının baskısı altında olmak olarak zihinlere kazındı.

Neticede Müslümanın evinde bir iç savaş başladı. Müslüman tesettür için kendi karısıyla veya kendi kocasıyla, kendi kızıyla veya kendi babasıyla tartıştı, mücadele etti.

Kadın, örtünmem, dedi, koca veya baba örtüneceksin, diye üsteledi. Kadın veya genç kız örtüneceğim, dedi, koca veya...
 
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir