• DOLAR 32.322
  • EURO 35.096
  • ALTIN 2300.938
  • ...
Bid’atlarla Mücadeleye  Adanmış Bir Ömür:
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Mehmet Emin Özmen            
Doğruhaber / Araştırma

İMAM RABBANİ

Bu âlimlerden biri de şüphesiz İmam Rabbânî’dir. İsim, lakap ve nispesi ile asıl adı İmam Rabbânî Ahmed-i Fârukî Serhendî’dir. Müslüman âlemi, bilen, bildiğiyle amel eden ve bildiğini nakleden âlime Rabbanî demiştir. Rabbânî’lik unvanına bu şekilde layık görülen Ahmed’e, Hz. Ömer’in soyundan geldiği için de Farukî lakabı verilmiştir. Serhend’te doğduğundan dolayı Serhendî nispesi ile anılmıştır. Aynı zamanda devrin âlimleri kendisine “Sıla” ismi ile de hitap etmişler. Sıla mana itibariyle birleştirici anlamına geliyor. Tasavvufun İslam’dan ayrı bir şey olmadığını belirterek, İslami hükümler ile tasavvufu birleştirmiştir.

1563 yılında Hindistan’ın Serhend kentinde dünyaya geldi. Ailesi âlim ve muttaki kişilerden müteşekkildi. 17 yaşında hemen hemen tüm İslamî ilimleri hatmetmişti. Birçok âlim gibi o da ilk derslerini babasından alıp Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi. Zamanının meşhur âlimlerinden dersler aldı. Birçok âlimden ders alıp icazet aldıktan sonra Muhammed Bakibillah’a varıp, feyz almaya başladı. Çok kısa bir süre sonra hocasından icazet aldı. Böylece tasavvufi gelişimini tamamlayarak, kendisine memleketi olan Serhend’e gidilmesi söylendi. Hocası yetişmesi gereken birçok talebeyi de ardından gönderdi.

İLLA EDEP, İLLA EDEP

Kendisi edep hususunda çok titizdi. Öyle ki hiçbir talebe hocalarına saygı hususunda onu geçmezdi. Bu edep hem Kur’an’a, hem Kur’an öğreticilerine hem de bunlarla ilgili hemen her şeye şamildi. Aşağıya alacağımız iki örnek edep hususunda ne kadar titiz olduğunu ispatlar niteliktedir.

Bir gün, hafızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur’an okumaya başladı. İmam-ı Rabbani bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur’an-ı Kerim okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı.

İmam-ı Rabbani’yi talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: “Bir gün İmamın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Bunun sebebi nedir?” dedim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin başparmağının tırnağını yıkadı ve ovaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca şöyle dedi: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki o nokta Kur’an’ın harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edep dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”
 

BİD’ATLARLA MÜCADELESİ

Hindistan coğrafyası felsefi fikirlerin boy attığı bir yerdir. Böyle bir yerde bid’atların çoğalması tehlikesi her zaman vardır. İmam Rabbânî’nin yaşadığı dönemde Hindistan’ı Ekber Şah yönetiyordu. Aslında Müslüman olan Ekber Şah bahsedilen bozuk felsefi inançlardan etkilendi. Sadece etkilenmekle kalmayıp, “Din-i İlahi” diye yeni bir din ortaya attı. Bu dine göre Peygamber’in gelişi bin yılı bulmuş ve İslamiyet doğal sürecinin tamamlamıştı. Ayrıca Ekber Şah’a saygı secdesi de yapılırdı. İmam Rabbânî bütün mesaisini bu gibi düşüncelerle mücadeleye ayırdı.

Yukarıda verilen örnek tamamen sapık bir düşünceye aittir. Fakat bazı iyi niyetli bid’atlar da O’na göre mücadele sahasına giriyordu. Yani ona göre bid’atın iyi niyetlisi de kötü niyetlisi de bid’adtır. Resulullah’ın bir sünnetini kaldırıp onun yerine başka bir şeyi ikame etmeyi bid’at olarak anlayacak olursak, bid’ati hasene diye bir şeyin olmadığı kanaatine ulaşmak mümkündür. Yok, eğer bazı adet, örf ve gelenekler bazında uygulanagelen değişiklikleri de bid’at olarak görürsek, örneğin ezanın hoparlörde okunması gibi, o zaman hasen bid’atlerin var olduğunu kabul ederiz. Bütün bunları bir kenara bırakacak olursak, İmam Rabbânî’nin İslam’a sonradan katılmak istenen sünnete aykırı aşırı ve heteredoks fikirlere karşı amansız bir mücadele örneği sergilediğini söyleyebiliriz.

Hindistan’da felsefi akımların çok yaygın olması sebebiyle tasavvufun değişik hal ve çeşitleri de burada gelişmiştir. Bir süre sonra tasavvuf, Hindistan’da İslam’a ait kimliğinden saptı. Örneğin Resulullah’ın peygamberliğinin bittiğini, dolayısıyla da O’nun tebliğ etmiş olduğu İslam’ın tedavülde olmaması gerektiğini söyleyenler olduğu gibi bazı tasavvuf büyüklerini sahabelerden üstün olduğunu zikredenler mevcuttu. İşte bu kadar sırat-ı müstakimden ayrılmışlardı. Kısacası bir Hz. Ömer (ra)’e ihtiyaç vardı. O’nun gibi bu sahada tavizsiz bir kişilik ancak istikametsiz gidişata dur diyebilirdi.

İşte böyle bir zaman ve ortamda, Hz. Ömer (ra)’ın torunlarından olan İmam Rabbânî’yi mücadele sahasında görüyoruz. En çok üzerinde durduğu şey Hz. Peygamber (sav)’in sünnetini ihya etmekti. Tasavvufu aslına çevirme mücadelesi ile bir tecdit hareketi gerçekleştirirken, sünneti yeniden ikame etme ile de bir ihya hareketini başlattı diyebiliriz. Vefat ettiğinde arkasında sünnete sıkı sıkıya bağlı bir cemaat bıraktı.

ÇEKTİĞİ CEFA

Her âlimin başına gelen bela ve musibetlere O da duçar oldu. Ekber Şah 1014 (1605) yılında ölünce yerine oğlu Cihangir geçti. İlk etapta istikameti iyi olan Cihangir, ne yazık ki bu istikamette devam edemedi. Öyle ki Müslümanlara zulmetmeye başladı. Cihangir 1028 (1619) yılında İmam Rabbânî’yi sorgu için çağırdı. Fakat İmam Rabbânî’nin getirmiş olduğu açıklamalardan tatmin oldu. Bid’at ve hurafelerden medet umanlar tekrar devreye girip, İmam Rabbânî’nin hapis edilmesine sebep oldular. Onlar İmam Rabbânî’nin birçok müridinin olduğunu ve bunların rejim için potansiyel tehlike olduğunu söylediler. Bunu üzerine İmam Rabbânî hapsedildi.

Tabi ki birçok âlimden beklenen şey zindanları medreseye çevirmektir. O da aynısını yaptı. Bulunduğu zindanı medreseye dönüştürdü. Bu şekilde Hz. Yusuf’un sünnetini ihya etti. Öyle ki kendisine işkence edilmek üzere görevlendirilenler bile şahsiyetinden etkilenerek İslami bir hayat seçtiler. İnançsız birçok insan, Müslüman oldu, binlerce günahkâr ise tövbe etti. Üç yıl zindanda kalan İmam Rabbânî, Sultan’ın pişman olması üzerine serbest kaldı. Bu süreyi kâmil bir şahsiyete ulaşmak için; “Bugüne kadar okşanarak terbiye edildim, fakat daha yüce makamlara erişebilmek için bazen sert terbiye edilmek gerekir” diye değerlendirdi.

İslam dünyasını, bu arada Anadolu’yu en çok etkileyen eseri Mektubat’tır. 536 mektuptan oluşan bu eser, kelam, fıkıh ve tasavvuf konuları esas olmak üzere çeşitli konuları ele alır. Bunun dışında da pek çok eseri bulanan İmam Rabbânî, çağdaşı olan Müslümanlara olduğu gibi günümüz Müslümanlarına da hitap etmektedir. Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı ve İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin (İSTAM) koordinatörlüğünde, Üsküdar Belediyesi ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin katkılarıyla düzenlenen Uluslararası İmam-ı Rabbani Sempozyumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez; İmam-ı Rabbani’nin mektuplarının, kendi çağından çok geleceğe atılmış mektuplar olduğunu belirterek, “Bu mektuplar, kendi çağındaki adreslere yazıldığı halde, dört asır geçmesine rağmen, hangi çağ, coğrafya olursa olsun, okuyanlar kendisine yazılmış zannediyor” diyerek yukarıdaki söylemimizi teyit etmektedir.
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir