Edep Kaybolursa Ne Kaybederiz?

Abone Ol

Sünnetin “küçük” adabının büyük anlamı

Bir ders halkasında işittiğim şu cümle, zihnime çakılı kaldı: “Sünnet-i Seniyye edebdir; hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın.” Bugün kamusal dilimizin sertleşmesi, gündelik hayatın hoyratlaşması, mahremiyetin ve ölçünün buharlaşması tesadüf değildir. Edebin hayatımızdan çekilişi, her yere gölgesini düşürüyor.

Evet, edep bir nezaket çeşnisi değil, bir dünya görüşüdür.

Edebi “güzel konuşmak”la sınırladığımızda onu daraltıyoruz. Oysa metinlerin işaret ettiği ufuk geniş: İmanın rükünlerinden ibadetin usulüne, insan-insan ve insan-eşya ilişkisine kadar bir cem’ bütünlüğü… “Eddebenî Rabbî fe ahsene te’dîbî” beyânı, sadece bir şahsî terbiye değil; varlıkla kurulan ilişkinin ahlakını anlatır. Edep; görgü değil, görüdür—eşyanın hakikatini yerli yerine koyan bir bakıştır.

Sünnetin “küçük” görülen adabını küçümsemek, binanın temel taşlarıyla alay etmeye benzer. Sağ elle yemek, sol elle temizlik; abdestte aleniyet, hacette setr; az konuşmak, az yemek, az uyumak… Bunlar hayatı daraltan prangalar değil, taşkın arzulara set çeken zarif bentlerdir. Küçük taş oynadığında duvar kabarır; küçük âdâb bozulduğunda ise büyük günahların yolu döşenir. Bugünün tüketim yorgunu insanı için oruç tam da bu yüzden bir “perhiz ahlâkı”dır. Hem bedene hem ruha istikamet verir.

Bir başka yanlış, edebi sadece “insanlar için” sanmaktır. Kur’an’ın ve Sünnet’in öğretisinde edep, önce Rabbine karşı vakardır. “Allâmu’l-guyûb’a karşı edep olur mu?” suali zihin açıcıdır: Evet, olur. Çünkü edebin bir yüzü, mahlukâtın birbirine karşı çirkin hallerden setridir. Tekvinde (yaratılış düzeninde) nasıl ki çirkin addedilenler perdelenir, teklifte (dini yükümlülükte) de tesettür emri bu hikmeti taşır. Bu, başkasının nazarında hayâyı korumaktır; Rabbine karşı perdeye ihtiyaç yoktur, ama kul kulun gözünde çıplaklaşmaz. Edep, bu çizgiyi öğretir.

Bugün “küçük sünnet adabına uymayı” gerilik sayan bir dil yaygınlaşıyor. Oysa medenî olan, ölçüyü hatırlamaktır. Tıbbın, iş sağlığının, toplumsal barışın gerektirdiği çerçeveler—temizlik, mahremiyet, itidal—Sünnet’in asırlardır öğrettiği adabı yeniden keşfettiğimizde yerli yerine oturur. Doktorun mesleki zaruretle baktığı yere “ayıp” demeyiz; çünkü o baktığı şeyi çirkinleştirmek için değil, iyileştirmek için görür. Edep, niyet ve bağlamı okumayı da öğretir.

Edep kaybolduğunda dil keskinleşir. Söz, kalp kırar, kırık kalp, toplumun sinir uçlarını yakar. O yüzden “az ve öz” konuşmak sünnettir; gevezelik, hakikatin buğulanmasıdır. Sofrada taşan tabak midede değil, gönülde ağırlık yapar; israf, sadece ekmeği değil merhameti de kurutur. Uykunun da fazlası geceyi karartır; kıvam, kulluğun kıymetini artırır.

Buradan bir çağrı çıkmalı: Edebi nostaljik bir müze eşyası gibi vitrine koymayalım; evimizin kapı eşiğine, soframızın başucuna, dilimizin ucuna geri çağıralım. Kamu dilinde nezaketi, dijital mecralarda mahremiyeti, eğitimde itidali, ekonomide helali çoğaltalım. Sünnetin “gündelik” görünen adabını yeniden kurmadan, büyük ilkeler de yere sağlam basmıyor. Çünkü âdâb, ilkelerin hayatta tuttuğu nefesin adıdır.

Belki de en başa döneceğiz: Edep, insana insanca oturup kalkmayı, yaradana karşı ise kulluk vakarını öğretir. “İman insanı sultan eder” sözü, tam da bunun için. Sultanlık, hükmetmek değil; nefsine, diline, eline, gözüne hükmedebilmektir. Bugünün dünyasında gerçek iktidar, edebin iktidarıdır.

Edebi geri çağırmanın ilk adımı da basit: Bugün bir cümleyi eksilt, bir lokmayı azalt, bir bakışı indir. Göreceksiniz; küçülen şey siz olmayacaksınız—taşkınlıklarınız küçülecek. İşte o an, “küçük” bir sünnet adabının nasıl “büyük” bir insanlık dersi verdiğini fark edeceksiniz.