Derhal ve Yeniden Birlik Emrine İtaat

Abone Ol

Mehmet Görmez Hoca’nın anlattığı o ilginç hatırayı izlemişsinizdir:

“Diyanet İşleri Başkanı olduğum sıralarda bir Cuma günü, İslam İşbirliği Teşkilatı, Dolmabahçe Sarayında devlet liderleri düzeyinde toplanacaktı. Ben de Dolmabahçe Camiinde namaz kıldıracaktım, hutbeyi hazırladım. Gittiğimde sadece Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan vardı. Diğerleri neden yok efendim diye sordum. Seninkiler seferiymiş dedi.”

Öyle meseleler vardır ki, küllenmiş acılar, kabuk bağlamış yaralar, kanıksanmış kusurlar, öğrenilmiş çaresizlikler gibidir. Hatta bazıları daha da öte konuşunca da dinleyince de sıkar, rahatsız eder, tiksindirir artık.

Yapılması gereken bir emri, yerine getirmek yerine üzerinde bol bol çene çalmak, felsefe yapmak, şöyle mi böyle mi diye yorumlayıp durmak da öyle değil midir?

O yüzden Merhum Ebu’l Hasen Eli En Nedvi’nin (ö.1999) Siyer-i Nebi kitabının girişindeki tespiti sık sık hatırlanmaya değerdir:

“Allah-ü Teala, niçin Kitabını, kitapla haşir neşir olan meşhur yerlerde göndermedi de, kitapla neredeyse hiç alakası olmayan Mekke’de gönderdi?”

Elbette bunun bize malum olan olmayan nice sebebi ve sırrı var. Yalnız bir hikmetini şöyle izah eder: “Eğer bu Kitabı, herkesin elinde Sokrates’in, Eflatun’un, Aristo’nun, Epikür’ün, Pisagor’un, Demokritus’un ve daha nicelerinin kitaplarıyla dolaştığı bir memelekete gönderseydi mesela Kurandaki oruç emrini oturup uzun uzun ele alacaklardı. Enine boyuna öyle tahliller, öyle çıkarımlar yapacaklar, öyle çetrefilli, öyle afilli laflar edeceklerdi ki, belki sonunda “bravo bravo” diye alkışlanacak fikirler üretecekler ama orucu tutmayacaklardı.”

Oysa Hak Teâlâ, konuyu evvela tartışmaya kapatarak ne dedi:

“Oruç, üzerinize yazıldı..” (Bakara 183)

“Savaş, üzerinize yazıldı..” (Bakara 246)

“Kısas, üzerinize yazıldı..” (Bakara 178)

“Namaz, inananlara vakitleri belirli olarak yazıldı..” (Nisa 103)

Tıpkı askerdeki gibi: “Sana depo nöbeti yazıldı. Nizamiye nöbeti yazıldı. 3-5 nöbeti yazıldı.”

“Yazıldı” ifadesinin manası açık: Emri yerine getirmeme, itiraz etme, reddetme, mazeret sunma, soru sorma, erteleme, devretme, değiştirme, uzatma, kısaltma gibi hiçbir hakkın yok.

Şimdi vehn’in ve ölümü kötü görme hastalığının, inek kesme kıssasındaki tutumlarını sadece geçmişteki o malum kavmin tuhaflıkları sayıp kendimizden uzak görmekle hiç alakası yok mudur?

Tamam adındaki İslam kelimesini çıkararak içinde “İşbirliği Teşkilatı” ve “kınama” geçen cümleler duyunca midemiz bulandığından bunları mümkün mertebe dilimize almıyoruz.

Peki bu durum, Allah’ın ipine topluca sarılmayı iyilik ve takvada yardımlaşmayı, düşmana karşı kaynatılmış kurşun gibi kenetlenmeyi emreden ilâhi fermanların -hâşâ- pratiğini zedeler mi?

Birbirimizden uzaklaşarak boşalttığımız alanları yılanlar, çiyanlar, sırtlanlar dolduruyor. Sudan’daki boşluğu çöl akrepleri dolduruyor. Filistin’deki boşluğu yaban domuzları.

Bugün, La ilahe illallah yazılı sancağın altına Üstadın şu sözü yazılmalı: “Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslam’dır.”

Ve bu vazifeyi de mutlak emir telakki etmelidir. Öyle detaylandırıp suyunu çıkarmadan, edebiyatını başka zamana bırakarak, aklımıza gelen ilk haliyle..

Hiç beklemeden..