BAHÇELİ, ÖCALAN VE DEVLETİN DERİN MAHFİLLERİ

Abone Ol

Yaşarsan ve ömrün yeterse, hiç tahmin edemeyeceğin şeylere tanıklık edersin. Bir zamanlar “asla olmaz” dediğin olayların birer birer gerçekleştiğini görürsün. Bu bir önerme değil; Türkiye’nin yakın tarihi boyunca defalarca ispatlanmış, acı tecrübelerle sabit bir gerçektir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, Kürtlerin hikâyesi hep acıyla yazıldı. Devlet, uzun yıllar boyunca Kürt kimliğini yok sayan, dili ve kültürü reddeden bir politika yürüttü. Bu politikanın hedefi, “asimilasyon”du; yöntemi ise çoğu zaman zorbalıktı. Katliamlar, sürgünler, tehcirler… İnsanların doğduğu topraklardan koparıldığı, köy isimlerinin değiştirildiği, dilin ve kıyafetin yasaklandığı yıllar... Bu inkâr siyasetinin bedelini hem Kürt halkı hem de bu ülkenin vicdanı ödedi.

Bu süreçte, devletin güvenlik bürokrasisi içinde örgütlenen milliyetçi kesimler —özellikle Ülkücü yapılanma— bölgede devletin sert yüzü olarak öne çıktı. Bazı güvenlik birimleri içinde etkili olan milliyetçi damar, halkla devleti birbirine düşüren uygulamalarda bulundu. Çocukluğumun hafızasında hâlâ o günlerin izleri var: Sokakta yürürken korkulan üniformalar, sebepsiz tokatlar, keyfi tekmeler… Bu, sadece bir çocuğun hatırası değil; bir dönemin ortak travmasıydı.

İşte PKK bu atmosferde doğdu. Bu örgütün ortaya çıkışı, ideolojik bir isyandan çok, inkâr ve baskının bir sonucu olarak okunmalı. Ancak süreç ilerledikçe, devletin PKK ile mücadele yöntemi de benzer bir şiddet sarmalına dönüştü. “PKK ile savaşmak” bahanesiyle, halkın tamamı potansiyel düşman gibi görüldü. Köyler yakıldı, faili meçhuller yaşandı, Kürt olmak başlı başına potansiyel bir tehlike olarak algılandı.

Devletin şiddeti örgütü büyüttü, örgütün büyümesi ise devlet şiddetini meşrulaştırdı. Bu kısır döngü, Türkiye’nin en kara sayfalarından birini oluşturdu.

Bugün ise tuhaf bir dönemeçteyiz.
Yıllarca “bölücübaşı”, “bebek katili” olarak lanse edilen Abdullah Öcalan, artık “Sayın Öcalan” ifadesiyle anılabiliyor. Üstelik bu dil, bir zamanlar Erdoğan’ı Kürt açılımı için hainlikle itham edip meydanlarda ip atarak Öcalan’a idam çağrısı yapan Devlet Bahçeli’nin ağzından çıkıyor.
Siyaset ya da konjonktür, bazen insanı, en keskin reddettiği yere getirir. Bahçeli’nin son bir yıldaki söylemlerine baktığımızda, Öcalan’ı sürece katkısından dolayı pohpohlamaktan Ahmet Türk’e belediye başkanlığının iadesine, Selahattin Demirtaş’ın tahliyesinden milletvekillerinin Öcalan’la görüşmesini teşvik etmesine kadar uzanan şaşırtıcı bir yumuşama görüyoruz.

“Terörsüz Türkiye” söyleminin, ironik biçimde, MHP’nin başat rolüyle ilerlemesi ilginçtir. Zira bu tablo, yıllarca çatışmanın iki kutbu olarak görülen Bahçeli ve Öcalan isimlerini aynı cümlenin içinde buluşturmuştur. Kuşkusuz, yıllarca kan dökmüş iki tarafın barış için irade göstermesi, her halükârda değerlidir. Ancak Marksist, Leninist, Maoist düşüncelerinde değişme olmayan PKK ve kurucu liderinin Kürtlerin tek temsilcisi olarak öne çıkarılması çok da hayra alamet değildir. Kürt meselesinin çözümü, elinde silah olanı muhatap kabul etmekle değil, hakikatle yüzleşme ve adaletle mümkündür.

Hakikatle yüzleşmek, geçmişin inkârını yeni söylemlerle tekrar etmemeyi sağlar. Bunun da adalet temelli olması esastır. Adalet, Allah’ın her kavme verdiği ve varlığının delillerinden saydığı bütün hakların, Kürt halkı için de ana sütü gibi helal olduğunu kabul etmektir.

Bahçeli’nin söylem ve eylem değişikliğine gitmesi Türkiye’nin siyasal hafızasında derin bir çelişkiyi işaret ediyor. Hiçbir şeyin imkânsız olmadığını, çıkarlar kesiştiğinde her şeyin mümkün olduğunu Bahçeli ve Öcalan üzerinden bir kez daha görmek nasip oldu.

Dün “idam” çağrısı yapılan bir liderin, bugün “temsil” ve “diyalog” kelimeleriyle anılması, eğer bir illüzyon değilse, yaşanan bunca acıyı, devletin derin mahfillerinde planlanan bir senaryonun sahnelenmesi olarak okumak çok mu iddialı olacaktır?