Hafız Derviş şehrin kapısından girerken oldukça bitkin bir haldeydi. Hemen istirahat edeceği bir yer için göz gezdirmeye başladı. Oldukça tenha bir yerde olduğu için şehrin daha iç noktalarına ulaşmak için ilerlemek istedi ama dizleri isyan bayrağını çoktan açmıştılar. Adeta Kâbe’ye döndürülünce yere çöken Ebrehe’nin fili gibiydiler. Kilitlenip kalmıştı ihtiyar dizleri.

Aklı dizlerine söz geçiremeyince ilk gölgeye çöküp kalmıştı Hafız Derviş’in yaşlı gövdesi. Ama bir nefeslik gölge bile fazlaydı sanki dervişe. Daha bir nefeslik bile gölgelenemeden ortalık birden karışıvermişti. Bir kaçış-kovalamacının ortasında kalmıştı. Atların ayakları altında ezilmemek için daha ücra bir yere çekilmek istemesi onun için büyük bir sürprizin başlangıcı olmuştu adeta.

Kendini bir anda kılıçlar fora ordusunun arasında bulmuştu. Askerler kollarından kavradıkları gibi ayaklarını yerden kesmiş ve hızlıca oradan uzaklaşmaya başlamıştılar. Hafız ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ama nafileydi. Çünkü kimse onu duymak bile istemiyordu. Nihayet atlar koca bir binanın önünde durmuştular.

Derviş karanlık dehlize bir çuval gibi fırlatıldığında kanayan organlarının acısıyla ne olduğunu idrak etmeye başlamıştı. Birkaç dakika önce Derviş’e isyan eden dizler şimdi kan revan içindeydiler. Derviş zindandaydı…

Bağırıp çağırsa da sesini kimse duymuyordu… Yabancısı olduğu şehirde başına gelenleri anlamakta zorlanıyordu. Karanlık mahzen dervişe zaman muhayyilesini unutturmuştu. Uzunca bir zaman sonra birileri teşrif etmişti nihayet!

Sorgu vaktiydi… Sorgucu onu hırsızlıkla itham ediyordu. Gölgesine sığındığı evin bir iki hane ötesindeki eve giren hırsızlar dervişin olduğu tarafa doğru kaçmıştılar. Hırsızları yakalayamayan askerler hırpani kılığına bakarak onu da hırsızlardan addedip tutuklamıştılar.

Derviş anlattı anlatmasına ama dinleyen kim? Askerlere göre o da şehre dadanan yabancı hırsızlık çetesinin elemanlarından biri hatta haramilerin başıydı.  

Derviş kendisini dinleyen olmayınca onlardan yüz çevirerek gözyaşları içinde Rabbine yakarmaya başlamıştı…

Zindanda bunlar yaşanırken üst katların birinde süslü bir odada uyuyan Vali ise rüya âleminden kan ter içinde uyanıyordu…

Vali rüyasında tahtının ters çevrildiğini ve insanların üzerine yürüyerek onu katletmek istediklerini görüyordu…

Uykusu bölünen vali salavat getirip uyumaya devam eder ama gözleri kapanır kapanmaz rüyası tekrarlanır. Bunun üzerine zindancı başını çağıran vali, zindanda özel biri mi var, diye sorunca, var efendim bu gün birini getirdiler ağlayıp dua ediyor habire, diye cevap alıyordu.

Valinin emriyle zindandan çıkarılan derviş ile vali arasında şu diyaloglar yaşanıyordu.

-Efendim bu saatten sonra mahkûm değil misafirimsiniz. Özür dilerim hakkınızı helal edin. Ben size kendimi affettirmek istiyorum bunun için de anamdan kalan bir miktar param var onu size vermek istiyorum. Biliyorum devlet hazinesinden versem kabul etmezsiniz o yüzden kendi şahsi kesemden veriyorum. Bir de şehirde olduğunuz müddetçe başınız sıkışınca bana müracaat edin çünkü ben bu şehrin valisiyim…

-Hakkımı helal ettim müsterih olun bu bir. Hediyenizi de kabul ettim bunda da rahat olun. Ama dediniz ki başınız sıkışınca bana gelin işte bu olmaz. Ben sıkışınca senin kapına gelmem.

- Niye ki efendim?

Cevap mazlumun ahı indirir şahı babındandır…

Vali kırdığı potun farkındaydı ama iş işten geçmişti… Dervişin ihtiyar dizleri bu kez dervişe isyan etmiyorlardı… Yolcu yolundaydı.

Hafızdan geriye kalan sarayın akustiği içinde ruhani bir nida gibi dolaşan, Mazlumun ahı uyandırır şahı ibareleriydi, sadece…

Selam ve dua ile…