İnsanoğlu uzun tarih yürüyüşünde şahit olmadığı bir şeye tanıklık ediyor. “Topyekûn kısıtlama”
Önceki pandemilerde de çeşitli kısıtlamalar yaşanırdı lakin ‘İletişim kaynaklarının’ sınırlı oluşundan dolayı tüm insanlığı etkileyen bir kısıtlama söz konusu olmazdı.
Şimdi neredeyse tüm insanlık Bilim Kurullarının ve siyasilerin direktifleriyle sosyal mesafe ve ‘Evde kal’ denilerek mıhlanmış bekliyor.
İnsan, doğasındaki ‘Özgürlüğü’ doyasıya yaşayamıyor. İnsan olmanın doğasındaki tatmayı dokunmayı, temas etmeyi, insanlarla beraberliği bir tarafa bırakmak zorunda kalmış.
İnsanlık bir anda afallayıp kendini birbirinin suratına ‘Bu ne, bu da nereden çıktı?’ sorularını sorarcasına bakarken buldu.
İşin daha kötü yanı herhangi bir cevabın olmayışı. Daha doğrusu tatmin edici bir cevabın olmayışı.
İnsanlık bir krize girdi. Bir sorgulamanın yapılması gerekti.
Bu ‘Hızla yaklaşan kıtlığın, işsizler ve açlar ordusunun meydana getireceği krizden’ daha tehlikeli bir kriz.
Buna kısaca Korku Krizi denilebilir.
“İnsanlar korktukça bataklık içinde çürüyen ağaçlar gibi ölür giderler.” (Maxim Gorki)
Virüs mü hızlı yayılır korku mu? Sorusu sorulsa tabii ki korku denilir.
“Korkulu gözlere bakmayın” derler, çünkü korkunun yayılma durumu vardır.
Bu korku ilk etapta hastalık ve ölüm korkusu idi. Ancak bu korkunun sırayla; yalnızlık, açlık ve susuzluk korkusuna dönüştüğü görülüyor. Asıl kriz de burada başlıyor.
Batı Medeniyeti bu sınavda tam anlamıyla “İnsanlık sınıfında kaldı.”
Batı aklının kurucularından Thomas Hobbes(1588-1679) “İnsan insanın kurdudur!” (Homo homini lupus) demişti. Batı alemi, pozitivist-maddeci dünya görüşünün üzerine Kapitalizm sosunu ekleyip insanlığa servis etmenin sıkıntısını yaşıyor şimdilerde.
En modern en gelişmiş bilinen Batılı ülkelerde virüs nedeniyle yaşlıların ölüme terk edilmesi, huzurevlerinde kalanların gözden çıkarılması, yaşlı hastaların yoğun bakım destek ünitelerinden çıkarılmaları ve bir adım ötesine ABD’de şahit olduğumuz ‘Ağır hastaların fişlerinin çekilmesi’ zayıf olan sosyal dayanışmanın virüsten sonra görünür olmaktan iyice uzaklaşacağa benziyor.
Tabii tüm bunlar daha işin başlangıcı. İşsizler ordusunda her gün büyüyen rakamlar, aşevlerinin önündeki kuyruklara her gün yenilerinin katılması Batı Dünyasını insani olma noktasında “Kabul edilmiş bir çaresizliğin eşiğine” getirmiş durumda.
Sadece Batı Dünyası da değil; Doğu ve Afrika’daki durumun da iç açıcı olmadığı ortada.
Kısacası insanlık topyekûn bir trajediyi deneyimleme aşamasında.
Bu tecrübe aşamasından sonra insanlık yürüyüşünde insani özellikler ya hayati önemde olacak ya da sanal/dijital yaşamlar insani özelliklerin bir tık önüne geçerek insanlığın tarihsel yürüyüşü yeni bir evreye geçecek.
“İnsan insanın yurdudur!” sloganın gölgesindeki İslam Dünyası da sıkça sorulan sorularla meşgul; bu virüsün bir kıyamet alameti olup olmadığı veya hangi kavganın ürünü olduğu? Şeklindeki sorular.
Neticede bir Müslüman için birincisi inanç, ikincisi siyasi bakış yönüyle önemli olsa da en önemli gerçek olan “Nasıl yaşarsan öyle ölür, nasıl ölürsen öyle haşr olursun!” hakikatini değiştirmez.
Güncel gelişmeleri yakından takip ederken varlık nedenini nereden gelip nereye gideceğini bir an aklından çıkarmamalı. Faraza bu bir kıyamet alameti olsa ameline güvenen bir Müslüman için sorun ne olabilir?
Ya da bu virüs bazı güçlerin hakimiyet savaşlarında bir araç olsun, tüm insanlığı yoklasın; ilk etapta bir Müslüman için tedbir eksikliği dışında korkulacak ne olabilir ki?
Kısacası insanlık; bu, Allah’ın takdiri mi kader mi? Bu virüs doğal mı laboratuar ürünü mü? Bize de uğrar mı uğramaz mı? Gibi sorularla boğuşurken ıskalanan bir şey var; ÖLÜM hakikati!
“Her nefis ölümü tadacaktır!” gerçeği bize bizden yakınken “Ölümden sonrasına ne hazırladım!” diye düşünmek gerek.