Gazze, Lübnan ve Yemen’de katledilen müminler ve viraneye çevrilen yerleşim alanları karşısında kendine ‘Müslümanım’ diyen ‘nemelazımcı, ikircikli, taassupça’’ tavır takınanları düşündükçe hayıflanırım ve hayıflandıkça aklıma şu hikâye gelir:
“Adamın biri, zorlu ve çetin bir yolculuğa çıkar. Daha yolunu yarılamamışken o yörenin en azılı eşkıyaları yolunu keserler. Elinde avucunda ve heybesinde ne varsa gasp ederler. Bu da yetmez gibi eşkıyalar yüzüne, gözüne ve karnına yumruk, tokat ve tekme demeden insafsızca vururlar. Eşkıyalar, bu adama vurdukça adam ‘Ah sırtım, ah sırtım!” diye inler ve feryat eder. Eşkıyalardan biri dayanamayıp sorar:
- Behey adam! Biz senin sırtına vurmuyoruz ki; yüzüne, gözüne ve karnına vuruyoruz. Sen ne diye ‘Ah sırtım, ah sırtım!’ diye feryat ediyorsun!
Yüzü, gözü kan revan içinde kalan biçare, zavallı ve masum adam onlara şu ibretli cevabı verir:
- Eğer benim dost, kardeş ve yandaş bildiklerim yanımda olsalardı, yakınlarım imdadıma koşsalardı yani arkamı dayayacak bir gücüm olsaydı siz ne benim yüzüme ne gözüme ne de karnıma o darbeleri bana vuramazdınız, ilişemezdiniz ve malımı gasp edemezdiniz.”
Gerçekten ümmet bugün halkları, cemaatleri ve idarecileri ile Gazzeli, Lübnanlı ve diğer mazlum coğrafyaların yanında dursaydı, onları destekleseydi, mal ve can ile onların cihadlarına ortak olsaydı Siyonist barbarlık ve emperyalist alçaklık canımızdan kıymetli liderlerimize kıyabilir miydi, canımızdan daha aziz kardeşlerimizi ve bacılarımızı katledebilir miydi, beldelerimiz kadar değerli beldeleri yerle bir edebilir miydi?
Kendilerini Müslüman olarak bilen ve adlandıran ben, sen, o, biz, siz ve onlar kalplerimize sadece Allah’ın korkusu ve haşyetini yükleseydik ‘can, mal, makam, imkân ve evlat’ kaynaklı korku yükleyenler bizi kardeşlerimize karşı ensar olmaktan alıkoyabilir miydi?
Birlik, beraberlik, kardeşlik, dayanışma en çok bu ümmetin bileşenleri olarak bize; ayrılık, tefrika, düşmanlık ve çatışma küfrün bileşenleri olarak onlara uygun düşmez miydi?
Oysa biz ‘Türk, Kürt, Zaza, Arap; Şii, Sünni’ gibi dil, kimlik, mezhep ve camia isim ve kılıflarını Allah’ın dininin ve İslam kardeşliğinin önüne geçirmedik mi?
Birbirimize karşı savunma, gerekçe ve dayanak yaptığımız bu savunularla Allah’ın huzuruna hangi yüzle varabileceğimizi düşündük mü?
Kardeşimizi düşmanın eline terk etmemek, ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, kardeşimiz mazlum ve zalim de olsa onu yardımsız bırakmamak gibi ilahi ve nebevi düsturlarımıza rağmen hangi gerekçemiz mahşer günü lehimize olabilir?
O halde, gelin bu satırları bir çağrı bilelim ve tüm insi/cinni şeytanların aldatmalarına ‘takva ruhuyla, kardeşlik bilinciyle ve vahdet aşkıyla’ dur diyelim!
Şu ırktan, diğer mezhepten veya öteki cemaatten demeden;
İslam kardeşliği dairesine giren kim varsa onları insafsız düşmanın eline terk etmeyelim!
Siyonist barbarlık karşısında ezilmelerine ve yok edilmelerine göz yummayalım!
Musibetleri karşısında kâfir ve müşrikleri sevindirecek şekilde sevinmeyelim!
Acıda ve sevinçte İslam düşmanlarıyla değil Müslüman kardeşlerimizle ortaklaşalım!
Bugünleri Farik günleri olarak değil Furkan günleri olarak kıymetlendirelim.
“Suçlamak, basit ve zayıf insanların işidir. Anlamak ise değerli ve güçlü insanların kârıdır. Biz, anlamayı seçelim; çünkü anlarsak değişiriz.”
Biz Allah rızasına uygun olan değişimi seçelim!
Müminin kalbine huzur, düşmanın yüreğine korku salan dönüşümü tercih edelim!