İnsanın olaylara nasıl, nereden ve ne amaçla baktığı önemlidir. Bu bakış, insanın durduğu yere, niyetine ve algısına göre farklı yorumlar, kabuller, tepkiler ve sonuçlar ortaya çıkarır. Haliyle her insanın durduğu yere ve baktığı olaya göre bir doğrusu vardır. Herkesin doğrusu hakikat değildir. Doğru, bütünden bir parçadır. Bütünden ayrı veya bütünle örtüşük değerlendirilme durumuna göre yanılma ve isabet payı değişebilir, azalır veya artar. Hakikat ise, bütünün kendisidir ve kuşatıcı bir bakış ister.

Olaylara bakış ve yaklaşımda başlangıç noktası farklı seçilmişse aynı olay iki farklı doğruya veya yargıya götürür. İçimizdeki adalet duygusu, doğru tanımlaması, haklı değerlendirmesi ve zalim/mazlum yaklaşımı hangi olayı ne kadar süreyle, nasıl ve ne amaçla takip ettiğimize bağlı farklılaşır, değişir ve zıtlaşır. Bunu bir aslan ve ceylan mücadelesinin üzerinden şöyle somutlaştırabiliriz:

Eğer biz, bu mücadelede gün boyu aslanı takip ediyorsak, aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık oluyorsak günün sonunda favorimiz ve haklımız aslan olurdu. Bu aslanın ceylanı yakalayıp yemesi de bizi mutlu ederdi. Eğer biz, bu mücadelede gün boyu ceylanı takip ediyorsak, ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık oluyorsak günün sonunda favorimiz ve haklımız ceylan olurdu. Bu ceylanın aslandan kaçıp kurtulması bizi mutlu ederdi.

İran’ın israil’e yaptığı saldırıdan bu ana kadar TV ekranlarında, gazete köşelerinde ve sosyal medya araçlarında yapılan yorumlara bakıyorum. Ve Müslümanların ne zamandan beri bu kadar sığ bir düşünceye büründüğüne, birbirlerine karşı ırk, mezhep ve camia üzerinden bilendiklerine, en azılı düşmana karşı kardeşlerini ve ehli kıbleyi rahatça feda edebileceklerine hayret ediyorum ve tüylerim diken diken oluyor. Mevcut Müslümanlardan ve Müslümanların mevcut halinden insi ve cinni şeytanlara karşı ve bilumum şer odaklarına yönelik bir vahdet ve hayırlı adım çıkamayacağı hissi beni sarıp sarmalıyor. Öyle ki içimden “Rabbim, olayları sığ bir pencereden değerlendiren, kendi doğruları üzerinden hakikat sayan, körü körüne yorumlayıp cephe alan Müslümanların(!) şerrinden bizi koru!” diyesim geliyor.

Böylesine körelmiş bir bakış, taassuba varan bir yaklaşım, insaf ve izanı aşan bir yorum bize bir şey kazandırmayacağı gibi imtihanı da kaybettirecektir. Belki de Gazze, Suriye, Yemen ve Doğu Türkistan gibi mazlum coğrafyalardaki zulüm, işgal, vahşet ve krizin bu kadar uzaması, çözümsüz bir hal alması, dünya istikbarını bize karşı tek güç kılması bu mecrasını bulamamış kararsızlığımız, vahdete doğru atıl(a)mayan adımlarımız, kardeşimize karşı galebe çalamayan hüsn-ü zannımızdandır.

Farkına varmadan şu tehlikeyle karşı karşıyayız:

Mezhebi, dili, ırkı farklı da olsa, mezhep, dil ve ırk milliyetçiliği de yapsa kâfir, müşrik, mücrim, siyonist ve emperyalist düşman kardeşimizden daha sevimli, beğenilir, tutulur ve desteklenir bir haldedir.

Müslüman bir ülkenin bir saldırısını ‘klasik tarz, tiyatro ve danışıklı dövüş’ olarak değerlendirenler şunu da düşünmeli değil mi?

Velev ki dedikleri gibi olsa, söylemlerinde haklı olsunlar bu Müslüman bir ülkeyi israil ve ABD lehine daha yalnızlaştırmak sonucu vermez mi?

Onları attıkları yanlış adımlarda daha ısrarcı ve kinli kılmaz mı?

Kardeşimiz mazlum da olsa zalim de olsa ona yardım etmemizin sırrı da tam böylesi olaylarda tecelli etmeli değil mi?

Son sözümüz duamız olsun:

“Ey hakla batılı, doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü tefrik eden Allah’ım!

Bize rızanı gözeteni ve gözetmeyeni, ihlaslı ve riyakârı, iyi niyetli ile art niyetliyi tefrik etme basireti ver.

Allah’ım ırk, mezhep, grup, camia veya beklentilerini senin rızanın önüne alanı anlama imkânı ver bize!”