İlk insanla başlayan dünya serüveni doğum, acı, hüzün, sevinç, varlık, yokluk ve ölüm dâhil tüm renkleriyle devam ediyor. Herkes için bir veya birçok imtihana gebe bu serüven “Hamama giden terler.” ve “Koyunu güden kurdu görür.” Gerçekliğini de her an kendini hissettiriyor ve hissettirmelidir.

Dünyaya geldim, yaşıyorum; ama acı tatlısıyla, zoruyla kolayıyla, imkânıyla imkânsızlığıyla, sabrıyla şükrüyle bu tatları tatmayayım, bu renkleri koklamayayım dersek bu olmaz. “Bir elim yağda bir elim balda umurumda mı dünya?” dedirten bir söylem hem ahmaklık hem de imkânsızdır. Madem, imtihana teşne bir dünyadır payımıza düşen. O halde ayetin diliyle ‘korku, açlık, mal, can ve mallardan eksiltmekle’ bir şekilde karşımıza çıkacak sınamayı es geçemeyiz. Deprem, hastalık ve fakirlik gibi daha nice musibeti Hz. Ali’nin dediği bağlamda anlamalı ve kabul etmeliyiz:

“Eğer başımıza gelen musibetler bizi Allah’a yaklaştırıyorsa birer imtihandır. Eğer O’ndan uzaklaştırıyorsa, birer cezadır.”

Musibeti bir kez daha anlama, içselleştirme ve musibete uğrayanların yanında olma niyetiyle hafta sonu birkaç arkadaşla deprem bölgelerine gittik. Diyarbakır, Adıyaman, Gölbaşı, Pazarcık, Türkoğlu, Kahramanmaraş, Nurdağı, İslâhiye, Kırıkhan, Hatay ve İskenderun’u görmek nasip oldu. Birçok deprem gören biri olarak şu gerçeği anladım ki; yıkımlar, enkazlar, vefatlar, acılar, sancılar ve hüzünler anlatmakla, göstermekle ve yazmakla tasvir edilemiyor ve edilemez. Göz, kulak ve yüreğin şahit olmadığı, dokunmadığı ve yaşamadığı bir musibeti iyi niyetle de olsa pazarlamak ve musibeti yaşayanlara telkinde bulunmak çok sağlıklı değildir.

Deprem bölgesinde gözün gördüğü tahammülün çok çok üstünde bir tabloydu. Ki tahammülü veren bilinir ve O’na sığınılırsa dünyada yaşanabilecek her şey tahammül sınırlarına girer. İşte kaçırdığımız asıl nokta, hikmet veya işin esprisi budur. Can, mal, mülk ve imtihanın sahibine sığınmayı unutmamak, bilmek ve yerine getirmek her günümüzün harcı olmalıdır.

7,7 ve sonrası üç diğer depremin etkisiyle yıkılan şehirler,

Bir hayalete dönen yerleşim alanları;

Yana, öne, arkaya doğru devrilen apartmanlar;

Katları alta doğru çöktükçe bir patosa dönen yapılar,

S harfi veya U harfi gibi aklın almadığı bir şekilde düşen binalar;

Araba, eşya, ziynet adına ne varsa kendi enkazında tuz buz edip anlamsızlaştıran enkazlar;

Zengini fakiri, üstü astı, dindarı dinsizi, kadını erkeği, yaşlısı genci; Türkü, Kürdü, Zazası ve Arabıyla acı, yıkım, kayıp, ölüm ve bir çorba tası için aynı sırada aynılaşan insanlar;

Düne kadar bir kuruşunu garip gurebadan esirgeyen ama milyarları dahi verseniz enkazdaki en sevdiği eşyasını almaya cesaret edemeyenler;

Her şeye rağmen tevekkülü sağlam, umudunu yitirmemişler;

Umutsuzluk ve yıkılmışlık girdabında enkazlara ve insanlara anlamsız anlamsız bakanlar;

Yardım ve dayanışma adına bedeniyle, arabasıyla, parasıyla, vicdanıyla, merhamet ve sevgisiyle ‘asrın felaketi’ne ensar olmaya çalışanlar,

Allah’ın evine sığındığı halde bir sabah namazını dahi eda etmekten mahrum gafiller,

Depremde ailesini, malını kaybettiği halde Rabbi’ne daha bir aşkla yakınlaşmak isteyenler,

Böyle bir felaketten dahi istismar, dezenformasyon, algı oluşturma ve yağma adına tellallık yapmaya çalışanlar…

Anlatılacak, yazılacak ve hayatım boyunca kare kare hayatıma dokunacak, unutulmayacak, yön verecek o kadar çok şey var ki…

Depremde ovanın dağlık alana göre daha çok yıkılması,

Fay hattının fay hattı olmayan yere göre daha çok yıkılması,

Zemini çürük yerin zemini sağlam yere göre daha çok yıkılması,

Malzemesinden çalınan yapıların malzemesi hakkıyla kullanılan yapılardan daha çok yıkılması…

Bütün bunlar gösteriyor ki şu birkaç ilkeyi hayatımızın ekseni yapmamız lazımdır:

Doğru bir kader anlayışı,

Ahlaki bir yaşam tarzı,

Dürüst bir gidiş ve

Tedbirden ayrılmayan bir tevekkül…