Laik bir devlet yapısında dini bir kurum, yapı veya otoritenin yönetimin denetiminde olmaması lazımdır. Türkiye’de dini bir kurum olarak işlev gören Diyanet İşleri Başkanlığı maalesef bu ilkenin aykırı bir örneğidir.
Kemalistler ve laikler 1924 yılından beri cemaat, parti, medrese, camii veya birey merkezli dini çaba ve çalışmaların toplumsal kurallara müdahale, telkin veya katkısını ‘Din ayrı devlet ayrı’ veya ‘Din, Allahla kul arasında olmalıdır. Sosyal hayata müdahale edemez’ gibi savunularla kabul etmediler, ret ettiler. Dinin devlete ve sosyal hayata renk katmasını, yön vermesini ve sosyal hayatı şekillendirmesi gerektiğini söyleyenleri kimi zamanda en vahşi şeklide cezalandırma yoluna gittiler. Dini, dindarlığı, Kur’an’ın ahkâmını hayata, okula, çarşıya, pazara hatta dinin en müesses yapısı olan camilere sokmamaya çalıştılar. Şeyh Sait kıyamı ve sonrası yaşananlar, Risale_i Nur ve Üstad’ın başına gelenler, Refah Partisi’ne kapatma davaları, 28 Şubat’ta Müslümanlara ‘işkence, zindan, muhacerat ve şehadet’ şeklinde yansıyan sürek operasyonlar bu amaca matuftu.
Diyanet, Atatürk eliyle bizatihi kurulan bir kurumdur. Halifeliğin ilgası, Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması ve Tedris-i Tedrisat Kanunu akabinde kurulan diyanet hayır ve fayda amaçlı kurulmadı. Halka ve topluma din daha sağlıklı ve sahih bir şekilde öğretilsin diye kurulmadı. Kişiler ve gruplar arasında oluşan sorun ve problemleri şeriat ahkâmına göre çözmek için de kurulmadı. Diyanet, tamamen ‘dini, devletin tekeline almak; Batı’ya yönünü çevirmiş ve gönlünü vermiş devlet yapısına dini müdahaleye fırsat vermemek, devletin istediği şeklide din adamı(!) yani namaz memuru yetiştirmekti. Ezanın Türkçeye çevrilmesi, Kur’an’ın Türkçeye çevrilme çabaları, camilerin yıllarca atıl kalması ve bazılarının ahıra çevrilmesi, hutbelerde yer yer devlet büyüklerinin övülmesi ve onların bazı icraatlarının meşrulaştırılması, 28 Şubat’ta birçok samimi Müslümanın imamlıktan ‘dini akidesi bozuk’ iftirasıyla atılması bu kuruluş amacını doğrular bazı örneklerdir.
Diyanet teşkilatının kuruluş amacı, Türkiye anayasasının 136. maddesinde; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı; laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” Hükmüyle açıkça izah edilmiştir. İran’da 1979’da İslami bir devrim olunca Şah Rıza’nın ‘Keşke ben de Türkiye’de olduğu gibi rejime bağlı bir dini kurum kursaydım.’ dediği rivayet edilir. Bu söz, diyanetin kuruluş amacına anlamada önemli bir donedir.
Diyanet, İslam’ın ve Müslümanların varlığını, mümkün olmazsa maneviyatlarını katletmek, bir toplumun kültürü ve günlük hayatının merkezi olan dini denetim altına almak ve bir ulusu bir arada tutacak dil, ırk gibi maddi unsurlardan daha kuvvetli bir manevi unsura olan dini tekeline almak gibi üst hedeflere hizmet amaçlıdır. Laik sistem de bunu sonuna kadar kullanmaktadır. Örneğin Kürtlerle ilgili dara düşülen her konuda, hutbelerde İslam’ın kardeşlik hukukuna sarılması, başka devletlerle olan sorunlarda anında ‘gaza, şehadet’ gibi kavramları öne sürmesi bir gaz alma veya gaza getirmedir.
AK Parti iktidarı ve Mehmet Görmez Hoca’nın başkanlığı sürecinde Diyanet, Müslümanları umutlandıran bir çizgi takip etti, etmeye çalıştı. Son zamanlarda Kemalistler, ulusalcılar veya feministlerin korkusuyla mıdır ya da biraz Osmanlı biraz ulus katkılı yeni bir toplum oluşturmak düşüncesiyle midir? Bunu tahmin etsek de kesin bir şey diyemiyoruz; ama diyanetin dipçikli bir vaziyetten meşrulaştıran bir noktaya geldiğini rahatlıkla görüyoruz. Bu haftaki hutbede “Malazgirt’ten Mohaç’a, Sakarya’dan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ne kadar şan ve şerefle dolu nice sayfayı tarihimize ekledik…” cümlesi, önceki bazı hutbelerde İslam’ın ruhuna ve kardeşlik hukukuna aykırı benzer cümleler, hutbelerin ‘dokunulamayacak, layusel’ bir konuma getirildiğini gösteriyor. Bu da bizleri ürkütüyor ve üzüyor.
Yusuf ARİFOĞLU