Anayasada öyle bir madde vardır ki, gerek görülürse Anayasayı da yasaları da, tüzükleri de, yönetmenlikleri de, mahkeme kararlarını da kısacası bütün hukuksal hiyerarşiyi de etkisiz kılabiliyor. Teşbihte hata olmasın “Sevr Antlaşması hükümlerinden” bile kapsayıcı duruma getirilebilecek esneklikte olan Anayasanın doksanıncı (90.) maddesi, Türkiye`nin üst egemenliğini, çekincesiz, Uluslararası hâkimiyet odaklarının tahakkümüne açıyor. Böylesi bir madde anayasada yer alıp, gelecek anayasalarda da yerini garantiledikten sonra, laiklik, milliyetçilik vs. anayasada olmuş-olmamış bir anlam ifade etmez. Madde şudur.
Madde 90: “… Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar, KANUN HÜKMÜNDEDİR. Bunlar hakkında anayasaya “AYKIRILIK” iddiası ile Anayasa mahkemesine başvurulamaz…”
Meselenin inceliklerini, ayrıntılarını görmek için bazı hususları madde madde sıralamakta fayda var.
1. Türkiye`nin Uluslararası antlaşmaların altına “imza” koyarak kendisini yükümlü hale getirdiği, prensiplerini de “kanun” kabul ettiği en önemli Uluslararası kuruluşlar; Birleşmiş Milletler (BM), AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı), NATO, (Askeri alanda bağlayıcı ve belirleyici) AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) ve AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) (AİHM şu an fiilen Türkiye Yargısının en üst mahkemesi konumundadır.) Dünya Ticaret Örgütü (WTO), IMF (Uluslararası Para Fonu), Dünya Bankası Grubu (WB), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Avrupa Gümrük Birliği, (Bu son altı kuruluş makro ölçekte Türkiye ekonomisi üzerinde bağlayıcı ve belirleyicidirler.), UNESCO (Tarihsel ve Kültürel varlıkları koruma gerekçesi, bu alanlarda önemli inisiyatif ve müdahil olma sahaları açıyor.)
Bir de bu üst kuruluşların alt bileşenleri vardır ki; “şeytan ayrıntıda gizlidir” misali bu kuruluşlarla, daha ayrıntılı ve hissedilmez etki ve egemenlik alanları oluşturuluyor. Misalen; Birleşmiş Milletlerin bünyesindeki “Uluslararası Adalet Divanı” ve “Vesayet Konseyi” gibi
2. Bir kısmını saydığımız bu Uluslararası ya da yasanın deyişi ile Milletlerarası bu kuruluşlarla imzalanan anlaşmalarla zaten “Siyasal”, “Hukuksal”, “Askerî”, “Ekonomik” “Sosyal” ve “Kültürel” alanlarda üst egemenlik / yönetmenlik paylaşımına gidilmiş/girilmiştir. Bu şartlar altında yapılacak yeni bir anayasa, toplumun taleplerini, arzularını, rengini hangi oranda yansıtabilir? (Elbette ki Türkiye bütünüyle dünyadan soyutlansın gibi bir savunu yapmıyoruz. Fakat toplumun inancı, kültürü ile çelişen hususlar olursa toplumun tercihlerinin sağlanması ve korunması, öncelenmesi lazımdır. Bununla beraber Milletlerarası mekanizmaların olumlu yönleri de vardır. İnsanlığın ve yeryüzünün gerçek sahibi olan İlahi takdirin bu mekanizmalar üzerinden tecelli ettirilmesi elbette çok güzel olurdu. Maalesef tersi bir durum söz konusuysa o zaman önlem almak gerekir. Üçüncü madde bununla ilgilidir.
3. Eğer hatırlanırsa; 28 Şubat sürecindeki “Başörtüsü (!) Yasağının” en önemli mesnedi ve gerekçesi; bu konuda Avrupa insan hakları mahkemesine (AİHM) yapılan “başvurunun” REDDÎ içtihadı gerekçe olarak gösteriliyordu. Demek ki, inanç konusundaki bu baskı gibi istenirse siyasal, hukuksal, askeri ve başka bir alanda da yapılabilir.
4. En önemlisi de 90. Madde de Uluslararası istencelere/taleplere “kanun” hükmü verildikten sonra bunun iptaline yönelik, anayasa mahkemesi dâhil bütün yollar kapatılıyor. Adeta anayasanın “DEĞİŞTİRİLEMEZ-DEĞİŞTİRİLMESİ DAHİ TEKLİF EDİLEMEZ” maddeleri hükmüne konuluyor…
5. BM, AİHM, NATO gibi kuruluşlarla varılan sözleşmelerin önemli bir hususu da, “söz konusu kurum ile sözleşme imzalayan ülkenin yasaları çelişirse, üst kurumun hukuksal düzenlemesi esas alınır” gibi bir bağlayıcı maddesi vardır.
Normal şartlarda Küresel-Milletlerarası kuruluşlar, yerel partneri mesabesindeki ülkenin içsel hukukuna fazla müdahil olmazlar. Fakat anormal şartlar ve çekişmeler oluşursa; bu kanun maddelerine dayanarak, habbeyi kubbe yapar, yoktan sebep üretir, “…Kimyasal silah arıyoruz deyip Saddam Hüseyin`in yatak odasında bile arama yaptıktan sonra ülkesini tarumar ettikleri gibi…” kimsenin gözünün yaşına bakmadan üzerine çullanırlar.
O yüzden, Türkiye`de inanç üzerindeki baskıların hafifletilmesi, Kürt sorununa yönelik yapılan iyileştirmelerin güçlü yasal teminatları yoktur. Hükümetin “Yeni Anayasa” çabaları biraz da bu amaçladır. Fakat maalesef, bu çabanın heba edilme riskinin de olduğu, Meclis Başkanının böylesi bir süreçte bu yersiz laiklik çıkışıyla ortaya çıktı…
AMACIN ARACA KURBAN EDİLMESİ YA DA ANAYASA ÇALIŞMASININ LAİKLİK-PKK VE IŞİD GÖLGESİNDE HEDER EDİLMESİ
(Konu yukarıdaki maddelerin devamı olarak sürdürülecektir.)
6. “Yasal” yaşamak isteyen bir toplum için, “ANAYASA” bir zaruri ihtiyaçtır. Fakat toplumun ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılayamayan; toplumsal değerlerle örtüşmeyen, toplumsal yapıyla doku uyuşmazlığı olan bir “Anayasal metin” de toplumu “Yasadışılığa” iter. Yasadışı/illegal tepkilerin gelişip sorun haline geldiği toplumlar incelenirse, anayasal ve yasal yetersizliklerin, reddedişlerin ya da baskılamaların olduğu hemen fark edilecektir. Misalen; Türkiye`de Askeri darbe dönemlerinin bir ürünü olarak yapılan anayasalar (Ki mevcut anayasa da 12 Eylül Askeri Darbe Cuntası tarafından 1983`te yaptırılmıştır) yersiz bir takıntı olarak Kürtlerin ve dindar kesimlerin doğal haklarını yok saydığı için Pkk çıkmış, başörtüsü, İmam Hatiplilerin Üniversitelere giriş sıkıntısı, kamusal alanda kıyafet meselesi gibi yersiz sorunlar yıllarca toplumu ve devlet kurumlarını karşı karşıya getirmiştir.
Yapılan iyileştirmelerin olumlu sonuçları ortadayken, yeni ve arzulanan anayasa çalışması ile daha da olumlu gelişmelere kapı aralama fırsatı doğmuşken ve bu fırsatı engellemek için çok sayıda karşıt-art niyetli odak çabalarken, sayın meclis başkanının “Laiklik” çıkışı gerçekten yersiz olmuştur.
7- Çünkü; Anayasanın 90.ve benzeri bazı hukuksal metinleri varken ve yukarıda sıraladığımız tüm Uluslararası Kuruluşların ve ilgili devletlerin anayasaları ve yasaları, 90`ıncı madde üzerinde Türkiye`nin Resmi anayasası hükmüne geçiyorken;
a- Anayasada laiklik maddesi olsa-olmasa ne fark eder.
b- Zaten laiklik yeni Dünya düzeninde çok hızlı bir şekilde önem kaybeden bir olgudur. Tıpkı, “DEVLETÇİLİK” ilkesi nasıl serbest piyasa koşulları ve küresel ekonomik koşullar önünde etkisizleşti ise ve “Atatürk ilke ve inkılaplarından” olduğu halde Türkiye`de, doğal menfaatleri için özelleştirmeyi kademeli olarak ihtiyaca binaen devletçiliğe tercih etmek zorunda kaldıysa, laiklik de bugün dünyada öyle bir sürece girmiştir. Özellikle Türkiye`nin de üye olduğu yukarıda sıralanan tüm Uluslararası kuruluşlarda; Dünyada artık “Din ve vicdan hürriyetinin “ (!) baskı ve tehlike altında olduğu şeklinde bir temayül oluşmuştur, bu doğrudur da kaldı ki laiklik, ortaçağ Avrupa`sında, kilise ve monarşinin baskısına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye`de ise Cumhuriyetin kuruluşunda hilafetin / Osmanlının etkilerini izole etmek için alınmış, bugün ise “Atatürk devrimi” hatırası olarak çeşitli çevrelerce adeta kutsanmaktadır.
Fakat gelinen noktada, Avrupa da artık laiklikten muzdariptir. Laikliğin doğal sonucu gelişen sekülerizm (din dışılığı ve karşıtlığı) toplumsal değerleri de yok edince, Batı dünyası artık, sekülerizm karşısında Hristiyanlığı ayakta tutmaya çabalamaktadır. Bu yüzden “Din ve vicdan hürriyeti” ve bu alan üzerindeki baskıların azaltılmasına yönelik vurgu ve çalışmalar yoğunluk kazanıyor.
Bu konuda Türkiye de aynı mecraya girmiştir. Zira Türkiye`den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürülen davaların önemli bir kısmı inanç ve fikir hürriyeti konusundaki ihlaller ile ilgiliydi. Mahkemenin çeşitli kararları Türkiye`de de “Din ve vicdan hürriyeti” (!) üzerinde baskıların olduğu teyidi yönündedir.
Türkiye`de de sekülerizmin vardığı boyut, zaten laikliğe ihtiyaç bırakmıyor. Sadece tepkisel bir savunma durumu söz konusudur.
Toplumun, dindar kesimlerin Sayın Meclis Başkanı ve ilgililerden beklentisi sembolik değişikliklerden ziyade, toplumun hassasiyetler ile uyumlu bir anayasa inşasıdır.
YENİ ANAYASA İNSANLIK FITRATI İLE UYUMLU-İNSANLIK MECRASINA HİZMET EDECEK MAHİYETTE OLMALIDIR
8. Yeni Anayasada; hem Osmanlı ve önceki emsalleri gibi, hem de onlardan ilhamla bugünkü pek çok Müslüman devletin anayasalarında sembolik de olsa yer alan, fakat esasında ise, İslami bir toplumun anayasasının ilk maddesi olan “Kur`an-ı Kerim`in hükümlerine aykırı kanun yapılamaz” maddesinin günün koşullarına uygun bir şekilde anayasaya yerleştirilmesi hem anayasanın mevcut 90.maddesini dengelemek; hem de yersiz laiklik tartışmalarına girmekten daha önemlidir.
9. Genel-geçer bir anayasa ancak normal koşullarda mümkün olabiliyor. Bir yandan Doğu-Güneydoğu`da Pkk`nin hendek siyaseti ve HDP`lilerin meclisteki ideolojik tutumları ve bunun toplumda ve siyasilerde oluşturduğu psikoloji; öte yandan IŞİD`in hem sınır ötesinden Türkiye`ye havan ve roket atışları, hem de yurt içi intihar saldırılarının meydana getirdiği atmosfer; şuan yapılacak bir anayasada Türkiye`nin en önemli iki sorunu olan Kürt meselesi ve kamusal alanda inanç sorununun önündeki engeller meselesini ıskalatacağa benziyor. Zaten yeni bir anayasaya da bu iki mesele için ihtiyaç duyuluyordu. Diğer konularda zaten bu güne kadar gerekli anayasal değişiklikler yapıldı. Bu şartlarda yapılacak bir anayasanın eskisinden ne kadar farklı olacağı kuşkuludur…
10. Daha önce de vurguladığımız gibi, “Genel-geçer” bir anayasa; evrensel nitelikli, üretken ve tüm insanlığa bakmalıdır. İlahi yasaların evrenselliği gibi… Tıpkı “Rakamlar”, “Harfler”, “notalar” “Elementler” ve “Beş duyu organı” gibi… Bütün mühendislik, matematik ve muhasebe 10 rakam üzerinden yürür. Mevcut bütün müzikler-makamlar ırk coğrafya farkı olmaksızın 30-40 “harf” denilen alfabeden oluşur… Dünyadaki belki de evrendeki sonsuz sayıdaki varlık 100 (yüz) küsür elementten müteşekkildir. Karşılaştığımız sınırsız sayıdaki renkler sadece üç ana rengin türevleridir. İnsanın sınırsız denilecek bütün hissiyatları, algıları fazla değil, beş duyu organı üzerinden gerçekleşir.
İşte İlahi Kudretin yasalarının nasıllığı… Son derece sade… Son derece evrensel / genel-geçer ve son derece üretken… Bu örnekler çoğaltılabilir. Sonuç aynıdır. O yüzden tecrübeli ülkeler kendilerini çok maddeli anayasalarla kısıtlamazlar. Çünkü zaten “Yasal düzenlemeler hiyerarşisi” denilen kanun, tüzük, yönetmenlik hatta mahkeme kararları bile detaylı anayasaya ihtiyaç bırakmayacak şekilde görev görüyor. Ayrıca kendi kendini bağlamak gereksizdir.