Hamd âlemlerin Rabbine, salât ve selâm da O`nun pak Rasûlüne olsun.
 
İnsan, en garip varlık… Zorluklarla sınanmadan, sıkıntılar çekmeden içindeki potansiyeli ve güzelliği bulamıyor çoğu zaman. İnsanın verimli olabilmesi için de zorluk şart… Hem rahatlık içinde yaşayıp hem de verimli olabilen insan sayısı çok azdır. Rahatlık, rehavete sebep olabilir, ancak zorluklar genellikle gayret sebebidir.
 
Bir teyzemiz genç yaşında eşini kaybettiğinde sekiz yaşındaki oğlunu almış ve bir terzihaneye çırak olarak vermiş. Terziye de, “Bu çocuğu en zor işlerde çalıştır, ona kız, bağır, hatta onu döv ki hayatın zorluklarını anlasın, meslek öğrensin.” demiş. Terzi denileni yapmış, yıllarca o çocuğa zor işler yaptırmış. Bahsi geçen çocuk şu an otuzlu yaşlarda ve çok mahir bir terzi…
 
Çırak kelimesi çerağ`dan geliyor. Çerağ da en eski kullanımıyla; tarikat veya loncada, kendisine inisiyatif verilen, mertebelerin ilk basamağında görevlendirilen kişi demektir. Çırağın bir diğer anlamı da ‘kandil, meşale`… Yani çıra…
 
Bir yerde, bir işte görevlendirilen yani çırak olan kişi, hem kandil hem de çıra olduğunu bilmeli. “Kandil olayım, her yeri aydınlatayım.” diyen kimse, başında alev taşıyacak, yanmayı göze alacak. Nasıl olacak yoksa hem alev taşıyayım, hem yanmayayım? Ateş ancak İbrahimleri yakmaz. Çıraksa İbrahim olma yolunda daha ilk adımda, merdivenin ilk basamağındadır.
 
Çırak, dinlemek için sükût eder; usta, söylemek için… Usta susmuşsa, dille söylenemeyecek kadar ağır sözler söylüyor demektir. Çırağa düşen, onu gönül kulağıyla dinlemektir. Kıymetli bir büyüğüm, “Çırak olmak gerek bir bilene... Her ‘sükût` dediğinde, çıra gibi yanıp tutuşmak gerek.” demişti. Çıra gibi yanmadan çırak olunmazdı. Çıra, yanarken diğer odunlar gibi çatırtı çıkarmaz, mis gibi bir koku çıkarırdı. Çıra yanmaktan rahatsız olmaz, yanmamaktan rahatsız olurdu. Diğer katı yakacakları da tutuşturan bir madde idi çıra. Nasıl olurdu da yanmaya lakayd kalabilirdi? Dahası çıra olmadan/olunmadan çerağ yani kandil olunabilir miydi?
 
Yunus, Tapduk`un (ks) çile ateşinde pişti de Yunus Emre oldu. Sustu da içinin sesini duydu… Kaçtı da kendini buldu. Çırağın kaçması bile güzeldir bazen, ustası güzel olunca… Dergâhın başköşesinde otursaydı içindeki güzellikleri nasıl bulurdu?
 
Bir derdi, bir devası, bir davası, bir sevdası olmalı insanın… Hepsi de Hakk`a olmalı, Hakk`tan olmalı, Hakk`la olmalı, hakiki olmalı… Herkes birini bekleyedursun, o ‘biri` olmalı insan… Yanmayı beklemek için çıra beklememeli, çıra olmalı… Çıra olmak için de bir ustaya çırak olmalı… Usta da usta olmalı ama… Kendisinde bir aşk, bir ateş, bir dert olmayan nasıl usta olsun, çıra(ğ)ı nasıl tutuştursun?
 
Sükûtla doluşur insanın içine güzellikler, adeta hücum eder. Sükûtun yakıcı güneşinde baş verir gönüldeki filizler. O zaman işte… Dikenler güle, ateşler güle döner.
 
Hz. Mevlana diyor ki: “Usta hangi hünerde tanınmışsa, çırağı da o hünerde ilerler, o hünerde meşhur olur.” Hüneri bendeniz ahlâk olarak da algılıyorum. Usta; kendini anlatıp duran, kendi maharetlerine övgü bekleyen değil; içindeki, bilmediğin sen`i ortaya çıkaran Hakk dostudur.
 
Vesselam…